Öykü: Kıpırtısızdı | Cindi Yıldırım

Kasım 1, 2022

Öykü: Kıpırtısızdı | Cindi Yıldırım

‘’Elinde mektup gene dalmışsın Mehmet Amca.’’

‘’Şu mektubu aç hele, meraktan öldük artık.’’

İçeri girenlerin kahkahalarına uyandı yaşlı kahve. Mehmet Amca, kahveye girenleri fark edince alelacele ceketinin iç cebine koydu mektubu. Söylenenleri duymazdan geldi. Önüne konan katran karası çayı yudumlamaya başladı. Yaşlı kahve gibi yıkık döküktü Mehmet Amca. Masa örtüsündeki göz göz olmuş çay lekelerine takıldı gözleri. Takılınca da, bir sıcaklık yaladı yüzünü, kara bir tren ve bir bavul geçti gözlerinin önünden. Ortalık sükûnet içindeyken bir sıkıntı yeşerdi içinde. İçindeki sıkıntı büyümeye başlayınca gene kapısını Yakup çaldı.

Güneş battıktan sonra bile devam eden o boğucu yaz akşamında keyifle yemek yiyorlardı. Damlarda koşturan çocukların sesleri ile çatal-kaşık sesleri birleşip göğe yükseliyordu. Yemeklerden sonra da içilecek çayların kokusu taşacaktı sokaklara. Çatal-kaşık seslerini bozan Yakup’un sesi olmuştu. ‘’İş buldum baba, gurbete gideceğim,’’ diyebilmişti zar zor. Kaşıklar tepsinin kenarına dinlenmeye bırakıldı aniden. Ağızlara alınan son lokmalar acıyla beraber yutuldu. Tek söz etmeden ayağa dineldi Mehmet Amca. Dikişleri patlamış kasketini elinde sıkıyordu, başını gecenin çiçek açan göğüne çevirdi, dakikalarca o çiçekten diğerine gezindi durdu gözleri. Akşam ezanı okununca hışımla aşağı inmişti. Daha önce de açılmıştı gurbet konusu. Günlerce oğluyla konuşup ikna edebilmişti en sonunda. Fakat Yakup bu sefer kararlıydı. Kimseden izin istemiyordu, sadece gideceğini bilmelerini istiyordu. Birkaç gün sonra elinde bavulu ile gurbetin yolunu tutmuştu Yakup. Evden ayrılmadan önce babasının elini öpüp helallik almak istemişti. Babası bırak elini öpmesini, yüzüne bile bakmamıştı. Gittikten sonra da tek satır olsun bir şey yazmamıştı ailesine. Tam üç yıl önce güneş kavururken ortalığı postacı bir mektup getirmişti Mehmet Amca’ya. Renkten renge giren Mehmet Amca, olduğu yere çöküvermişti hemen. Soğuk terler inmişti sırtından. Daha Yakup’un köyden ayrıldığı gün yemin etmişti, ondan gelecek mektupları açmayacağına. Ama eli de varmamıştı yırtıp atmaya. O günden beri açmadığı bu mektubu cebinde taşır dururdu. Oğlu ile tek bağının kenarları eprimiş, sararmış, hala içinde ne olduğunu bilmediği bu mektup olduğunu biliyordu. Bazen böyle geçmişe ya da hüzünlü bir anıya dalmışken elinde olmadan iç cebinden çıkarırdı mektubu. Mütemadiyen de köyden birileri bu duruma şahit olur ve dalga geçerlerdi. Onların bu sözleri canını sıkmasına sıkardı ya kulak arkası ederdi hep.

‘’Sen öyle mektuba derin derin bakınca içinden Yakup çıkmayacak,’’ dedi bir ses, ardından kahveyi inleten kahkahalar duyuldu. Sinirden ayağa fırlayan Mehmet Amca, ağız dolusu galiz küfürler saçmak istedi kahvenin orta yerine. Ancak fırlaması ile pişman olması bir oldu, dut yemiş bülbüle döndü, süklüm püklüm sandalyesine oturdu tekrar. Ahali ilk defa böyle bir tepkiyle karşılaşınca sus pus oldu. Sessizlik kahvecinin çayları tazelemesi ile kahveyi terk etti. Kahve, yavaş yavaş dolmaya, yan masalardan duyulan fısıltılar büyümeye başlayınca çayın parasını masaya bıraktı, köyün dışına doğru yürümeye başladı Mehmet Amca. Silik bir gölge halinde akşama kadar dağ bayır dolaştı durdu.

Tandır dumanının kapladığı, yağmur sonrası vıcık vıcık olmuş avluda, havanın kararması ile yuvalarından çıkmaya başlayan yarasaları izliyordu Nazlı. Avluyu kaplayan dumanı çize çize uçuyorlardı. Tandırda pişen ekmeğin kokusu, avlunun her köşesini dolaşıp evin sınırlarını aşarak köy meydanına kadar indi. Bu koku, sokak köpeklerinin, elektrik tellerine tüneyen kuşların ve cümle mahlûkatın nefsini gıdıkladı. Yağmur sonrası tertemizdi doğa, ağaçlar yazın üzerlerine yapışan tozu toprağı silkeleyip atmıştı. Güneş batmak üzereydi, köy kalın bir yorgan çekecekti üzerine birazdan. Bahçe çitlerine yaklaştı, önünde uzanan ova uçsuz bucaksızdı. Ağaçlardan kuş sevinçleri damlıyordu. Köyün duman tüten damlarına, pencerelerine, yollarına ve günbatımının son kızıllığına baktı. İçinden her şeye dokunmak geçti. Kararını vermişti, gün ışıyıp Gâvur Müslüman belli olunca annesine derdini açacaktı.

Az sonra öfkeli bir tespih şıkırtısı duydu, kapkara suratı ile gelip tandırın önünde durdu Mehmet Amca. Nazlı, koşarak yanlarına geldi, başını önüne eğerek babasının diyeceklerini bekledi. Kısa bir sessizlik oldu, yanan çalı çırpının çıtırtıları olmasa dünya bir süreliğine dondu sanırdı insan. ‘’Yarın akşam misafirlerimiz gelecek,’’ deyince dünya dönmeye devam etmedi, daha da bir dondu sanki. Bir şey demelerini beklemeden eve yöneldi, avlu kapısına varınca durdu. ‘’Hayırlı bir iş için,’’ diye de ekledi az önce söylediklerine. Kaskatı kesilen kızına hüzünle baktı Remziye Teyze. Dipsiz, suyu çekilmiş, karanlık bir kuyuya benziyordu. Usulca yaklaştı kızına, şefkatle kurak bir göl yatağına dönen yanaklarına dokundu, alev alevdi. Sittinsene uyuyan bir kötülüğün kendisini bulduğunu anladı Nazlı. İçine birbirinden aç kaygı ve korku kurtları dolmaya, her yerini kemirmeye başladılar. Çökmekte olan karanlığın kendisini yutmasını, izini kaybettirmesini diledi.

Koca bir köy, sabahın ilk ışıkları ile gerinerek uyandı. Annesi hamur yoğururken, o da tandıra çalı çırpı taşıyordu. Topladığı çalı çırpıyı içindeki harlanmış ateşe atıyordu sanki büyüdükçe büyüyordu korkusu. Uzaktan kötü niyetli nal sesleri işitti, az sonra birkaç yaşlı baston gölgesi doluştu içeri, ardından tespih şıkırtıları sevinçli sevinçli. Gelenler oturduktan sonra kahveleri yapması için Nazlı’yı çağırdı annesi. Nazlı, elindekilerle öylece duruyordu, kıpırtısızdı. Kızının bu haline için için yandı, canından can koptu. Çaresiz kendi yaptı kahveleri, açılan kapıdan uzattı hemencecik. Konuşulanları duyabilmek için iyice yaslandı kapıya. Kısa bir müddet sonra kafasını kaldırıp annesine baktı Nazlı. Annesi eşikte durmuş dudaklarını ısırıyordu, belli ki kapalı kapılar iyi şeyler için açılmayacaktı. Kucağına doldurduğu çalı çırpıyı bırakmadan tandırın yanına çömeldi. Bulutlanmaya başlayan gözlerini nefretle dikti kapıya. Misafirler taş kalpli kahkahalar eşliğinde teker teker avluya çıktı. Yüzlerine yürüyen memnuniyet, bir fenalığın ayak izlerini bırakıyordu arkasında. Tandırın yanında donmuş gibi kalakaldı. Kucağındaki çalı çırpı ile iyice bulutlanan gözlerini ovaya çevirdi. Kara bir ürperti ruhunda estikten sonra ovaya doğru aktı. Ağaçlar akşamdan sabaha sararmıştı, kuşların sesi göç etmişti kulaklarından. Ova, kapkara bir gelinlik giymiş gibiydi.

Gece bir türlü bitmek bitmemişti. Zaman, kırk tandır ekmeği yemiş gibi genişlemişti. Ağır ağır, geviş getire getire ilerliyordu. Islık çalarak mesaiye çıkan rüzgâr, bacalardan, kapı altlarından ve rengi pörsümüş pencerelerden içeri sızmaya çalışıyordu. Köyün meşhur cevizleri kokuyordu ortalık. Rüzgâr geçtiği her yere bu kokunun izini bırakıyordu. Sokakların karanlığına, evlere, ahırlara, avluların sessizliğine bırakıyordu kokuyu. Nazlı, korkudan kireç gibi olmuş yüzü ile doğruldu yatağından. Evdeki her canlı ve cansızın uyuduğunu anladığı an, akşamdan hazırladığı bohçayı eline alıp kapıya yöneldi. Parmak uçlarına basa basa vardı kapıya. Pabucunu son kez giyiyormuş hissine kapıldı. Kapı inleyerek açıldı. Bir an uyanacaklar diye korktu. Yıllardır yattığı odaya göz gezdirdi. Minderlerin, sobanın, dün geceki isteme merasiminden kalan yıkanmamış kahve fincanlarının ve abisinin evdeki tek fotoğrafının kendisine baktığını hissetti. Gitmeliydi hemen; yoksa evdeki her şey kendisini engellemek için canlanacaktı. Avlu kapısından çıkan Nazlı arkasına bakmadı, karanlığa karışarak gözden kayboldu. Bunu gören rüzgâr, elindeki kokuyu bıraktı, bu haberi büyük keyifle köyün üzerine serpmeye başladı. Yarın tüm köyün bunu konuşacağını düşünen rüzgâr, sevinçten sertçe esmeye başladı.

Kuru soğuktan ibaret bir sabahtı, kıpırtısızdı. Dallarından ayrılan yapraklar, ağaçların dibinde öylece canları çekilmiş halde yatıyorlardı. Güneş, yaşanacakları sezmiş gibi doğmamıştı bu sabah. Gök, kocaman ekşi bir elma yemiş gibi buruşturmuştu yüzünü. Rüzgâr, ağaçların boş kovuklarına, ıssız ve soğuk mağaralara, unutulmuş dağ köylerine sürmüştü atını. Rüzgâr yapacağını keyifle yapmıştı, gerisi kemiği olmayan dillerdeydi. Tüm köyü saran sessizliği orta yerinden yırtan, açılan kapının gıcırtısı oldu. Remziye Teyze, soğuktan donan evi uyandırmak için sobayı yakacaktı. Geceden kalan külü çıkarmak için kürekle içeri geçti. Evin diğer odasının önünde durdu, kızı Nazlı’yı uyandırmak için kapıyı usulca tıklattı. İçeriden ses gelmeyince açtı kapıyı yavaşça. Nazlı, oda dolusu dert bırakıp gitmişti. Her kış durmadan yağan kar, şimdi de tüm karanlık soğuğu ile içine yağmaktaydı. Duvara tutunarak minderin kenarına ilişiverdi, yaşlar gözünden akmak için sıraya girerken kapıyı açan kocasını fark etmedi. Mehmet Amca, ne olduğunu anlamak için karısının önünde diz çöktü. ‘’Yaşadıklarımızın hepsi senin yüzünden,’’ der gibi baktı kocasına. Anlayacağını anlayan Mehmet Amca, arkasını dönüp dışarı seğirtti. Ayağa kalkmaya çalışan Remziye Teyze, odaya göz gezdirdi. Duvarda oğlunun fotoğrafı ona acı acı bakmaktaydı. Pencerelerin rengi solmuş, minderlerin yüzü kararmıştı. Dün geceki isteme merasiminden kalan kahve fincanları yıkanmamış bir şekilde sehpanın üzerinde bekliyorlardı. Kahve fincanlarına kiminin derdi, kiminin günahı kiminin de sevinci bulaşmıştı. Onlara baktıkça dünkü kahkahalar kulağında çınladı. Buna dayanamayacağını anlayan Remziye Teyze, gözünden akan boncuk boncuk yaşları silerek her şeyin üzerine kapıyı kapattı.

Mehmet Amca, soğuğa aldırmadan bir kütüğün üstüne oturmuş, karşısındaki dağların heybetli yalnızlığına bakıyordu. Oraya bakarken hiçbir şey düşünmüyordu aslında. Ne o kışın kar yağdığı zaman duyduğu mutluluk ne de baharın ilk zamanlarında eline çapayı alıp girdiği küçük bahçe umurundaydı. Kuzuların sesi, kuşların cıvıldaması ruhunun derinlerinde bir yerleri harekete geçirmiyordu uzun zamandır. Remziye Teyze de kapıyı açıp dışarı çıktı. Açık bıraktığı kapıdan, evin her yanına bulaşan Nazlı’nın yokluğu önce avluya, ardından hemen avlu dışındaki tandırın çevresini dolanıp tüm köye yayıldı. Remziye Teyze, üzüntüyle odunları kucağına alırken gri bir öfke yumağı ile kocasına baktı. Ömrü boyunca düşünceler ile boğuşmaktan başka bir şey yapmayacaktı. Bundan emindi. Kucağındaki odunlarla içeri girmeden nasırlı ellerine bir mektup bıraktı kocasının.

Ellerine bir köz parçası bırakılmış gibi yerinden sıçradı. Ellerini yakan beyazlık yere düştü. Ürkekçe etrafını kolaçan eden Mehmet Amca, çaresizce mektuba bakmaya başladı. Kaç zaman öyle kaldı, bilmiyordu. Eğilip mektubu aldıktan sonra kütüğe oturdu tekrar. Evirip çevirdi mektubu titrek elleri ile. Sinirlenip açmayacağına yemin etti içinden. İç cebine gitti eli, küflenmeye yüz tutmuş bir hasretin kokusu burnunun direğini sızlattı. İki mektuptan ziyade, iki mezar taşıyordu artık. Bulutlar yükünü boşaltmaya başlıyordu, ince ince atıştırıyordu yağmur. Başını göğe kaldırdı, yüzünü ıslatan damlalara aldırmadı. Ellerini başının arasına aldı, biri duyacak diye hiç çekinmeden hüngür hüngür ağlamaya başladı.

edebiyathaber.net (1 Kasım 2022)

Yorum yapın