Adeta bir “kadınlar tapınağı” | Berrin Yelkenbiçer

Kasım 1, 2022

Adeta bir “kadınlar tapınağı” | Berrin Yelkenbiçer

1938 doğumlu değerli yazarımız Ayla Kutlu, iğne oyalarına tutku derecesinde meraklıymış ve evinde Türkiye’nin dört bir yanından topladığı yüzlerce iğne oyasından oluşan bir koleksiyonu varmış. Bu bilgiye kitabı okuduktan sonra eriştim ve hiç şaşırmadım. 

Ayla Kutlu, iğne oyasının, kullanılan renkler, motifler ve malzemelerle kadının bir çeşit kendini ifade ediş şekli olduğunu söylemiş. Demek ki bu coğrafyanın kırlarında, köylerinde, kasabalarında, hatta büyük şehirlerinde, başka türlü dile gelemeyen, var olamayan, görülmeyen kadınlarının elleriyle attığı çığlıkların, oya oya işlenmesiyle ortaya çıkan sesleri biriktiriyor.

Mekruh Kadınlar Mezarlığı, 1995’te yayımlanmış ve 1996 Yunus Nadi Öykü Ödülü’nü almış. 

Kadın olmaya dair yedi öykü var kitapta. 

İlk Öykü Bir Varmış’ta adı er beğenmeze çıkmış Bahubike’nin Ebubekir’e kaçması, yaman bir gelin olduğunun anlaşılması, göçe koyulmaları, onca sıkıntının ortasında iki oğul bir kız doğurması, Ebubekir’ini sele, iki oğlunu Yemen’deki savaşa vermesi, Devlet-i Âli Osman’dan gelecek kan parasını reddedişini tüm köye haykırması, gelinleri Mücevher’le Zübeydat’ı kızı Setenay’dan ayırmadan sevmesi, “oğlunun belinden kalan tek andaç” torun Aybike’yi bağrına basması nasıl da güzel anlatılıyor. Bahubike aşkının özlemini, evlatlarının acısını göğsünde taşıyıp hep dimdik ayakta duruyor.

İkinci öykü Mekruh Kadınlar Mezarlığı, kitaba da adını veriyor. Ayşad Bahu ölüm döşeğinde hatırlıyor. Genç yaşta dul kalan güzeller güzeli Hediye, akılları onda elleri apış aralarında köyün erkeklerine yüz vermeyince, hevesleri kursaklarında, arzuları kasıklarında kalan bu adamlar, kardeş Şahid’i zehirleriyle dolduruyorlar. Eline bir tabanca verip “tiyatora” seyrettiği için kirlenen namusunu temizlesin diye ablasını öldürtüyorlar. Kızışmışlıklarını köye tiyatora yapmaya gelmiş kızın üzerinde gidermeye çalışıyor ve onun da ölümüne sebep oluyorlar. Köyün imamı, bütün bu kadınların mekruh olduğunu ve cenaze namazlarının kılınamayacağını söylüyor. Hediye’nin cansız bedenini Ayşad Bahu yıkıyor. Köyün kadınları, tiyatoracı kızla Hediye’yi uzakta bir selvi ağacının altına gömüyorlar. Hediye’nin anası “Zül sayarım sizlerle aynı yerde yatmayı. Tanrım emanetini aldığında, ben de mekruh kadınlar mezarlığında yatmak isterim. Vasiyetim sizedir.” diye haykırıyor imama. Yıllar sonra, 90’ını geçeli çok olmuş Ayşad Bahu da aynı şeyi istiyor: Beni mekruh kadınlar mezarlığına gömün!

Üçüncü öykü Süsen Gitti’de postallılar tarafından yakılan köyün, anası ve babasıyla sağ kalan kişilerinden biri oluyor çocuk Süsen. En yakın arkadaşı Sabahat’ın ölmesiyle aklını yitiriyor. Dama çıkıyor, Sabahat’i bekliyor, dama çıkıyor, askerler tarafından götürülmüş babasını bekliyor. Süsen hep bekliyor. İçine cinlerin girdiğini söylüyorlar. “İçimde fazlalık yoktur, içimde eksiklik vardır. Korkumu yitirmişim ben…” diyor. Sonra gidiyor Süsen. Uzaklardan koparak gelen toz bulutuna karışıyor, bir taya atlayıp gidiyor. Arıyorlar tarıyorlar, Süsen’i bulamıyorlar. 

Dördüncü öykü Mercan’a Güzelleme, güzelliği başına dert olan Mercan’ın hikâyesi. Yılan doğurmaktan korkan Fehime, kızını doğururken ölüyor. Kırkı çıktığında babasının boynuna taktığı mercan kolyeyle ismi Mercan kalıyor. Büyüdükçe az konuşuyor, bir o kadar da güzelleşiyor. Öyle ki “teni şeftalinin ağustos on beşinden sonraki rengine dönen” kızına meyletmekten korkan babası günlerce kaçıyor. Köyün bütün erkekleri evlerinin etrafında dört dönmeye başlıyorlar. Bulaşıcı hastalık gibi ünü yayılıyor. Babası ölünce, yaşlı bir adama ikinin üzerine kuma gidiyor Mercan. Karalara bürünmüş iki kadınla Ağa Maruf’un hanesine de evine de renk oluyor, hayat oluyor. Seviyorlar Mercan’ı, en çok da Ağa Maruf. Seviyor sevmesine de ona döl veremeyen iki kadından sonra Mercan’da çok ama çok bekliyor. Erkek adamın çocuğunun olmamasını konduramıyor. Çocuk güzelliğinden kadın güzelliğine geçen karısını korumak için cinayet bile işliyor. İşte o zaman Mercan, koynunu daha bir arzuyla kocasına açıyor, “Tamam”, diyor, “bu defa döl tuttum ağam!”

Beşinci öykü Ormanda Bir Deniz Kabuğu Gibi, annesi intihar eden küçük kız Nurdan’la ayyaş balıkçı Petros’un oğlu Hanna’nın hikâyesi. Çocuk Nurdan “annem babam ölsün ki…” diye ettiği yeminlerin gerçekleştiğini, bunun bağışlanamayacak kadar büyük bir günah olduğunu, Tanrı’nın artık onu hiç bağışlamayacağını sanıyor. Hanna’yla sınıfta herkes alay ediyor. Nurdan cevizini paylaşıyor. Hanna’nın annesiyle babası ayrılmış. Annesinin yarısını cinlere vermek zorunda kalmışlar. Balıkçı Petros hep çok üzgün, çok pişman. Sonra bir gün sandalı geri dönmüyor. Hanna, Hasan oluyor, sonra gidiyor. Yıllar sonra hastanede karşılaşıyorlar. Biri yalnız ve acılı bir hasta yakını, diğeri gözlüklü, ciddi bir doktor. Cevizler meğer çürük çıkmışlar.

Altıncı öykü Yılanlar Yıldızlar, bir aşk hikâyesi. Yazdan kışa geçilen bir mevsimde, rüzgârlı bir göl kıyısında, toprak yollarda, şaraplı kuru yemişli otel odasında, karşılıklı duran aynalarda, yıldızların yağdığı bir gecede yaşanan bir aşk hikâyesi. “O yanı başımda” diyor kadın, “Bir an uzaklaşmasını istemediğim, hemen özlediğim. Birlikte olduğumuzda eksik neyim varsa tamamlayan. O, tenimde büyür, çoğalır. Titreşimler, ürpermeler, seğirmeler, sıçramalar oluşturur. Bunlar, yaşamak demektir!”

Son öykü Solgun Bir Sarı Gül, rehber Tuğrul’un hikâyesi ve kitabın en uzun öyküsü. Tuğrul, etrafındaki kadınlarda terk edilmiş çocukluğunu tekrar tekrar yaşıyor. Yalnız kalmak istiyor ama yalnız kalamıyor.  Artık yıkılıp gitmiş bir imparatorluğun son pırıltıları, o zaman ait eşyalarda son demlerini yaşıyorlar. Tuğrul, tüm o antika eşyalarda çocukluk aşkının peşine düşüyor. 

İlk bakışta birbirinden bağımsız gibi görünen bu yedi öykü, aslında bütünsel bir akış oluşturur, tarihsel, uzamsal ve sanatsal bakımlardan.19.yüzyıldan günümüze, Kafkasya’dan Akdeniz’e, feodaliteden tüketim kapitalizmine, destansılıktan çağcıl kurmacaya, masalsılıktan gerçekliğe, yalın çocuksu tümcelerde, yoğun eğretilemelerle örülmüş şiirselliğe, tüm katılığıyla ve en küçük ayrıntılarına dek betimlenmiş gerçeklikten düşselliğe…” diyor Erendüz Atasü ve kitabı “kadınlar tapınağı” olarak betimliyor. 

Ağustos 2022’de Oksijen Gazetesi’ne verdiği röportajda şöyle demiş Ayla Kutlu: “O kitap gerçekten ürkütücü bir kitaptır. Bu kadar sert yazacağımı sanmıyordum. Ama her hikâyenin ardındaki bireysel, ailesel, sosyal, resmi, tarihi, duygusal ve öznel acıları işleme amacındaydım. Başardım. Çok incindim, okuru da çok incittim. Bilgisayar klavyemi gözümün yaşıyla ıslattım. Yine de bitirebildim. Yazdıklarıma karşı çıkan tek bir kadına rastlamadım. Erkeklerden kızanlar oldu. Akıllı olanlar ise sustular. “

Bir erkek hikâyesi gibi görünse de yine kadınların anlatıldığı son öykü de dahil olmak üzere tüm öyküler, açık uçlu bitirilmiş. Ölen, öldürülen, tecavüz edilen, yalnız bırakılan, yok sayılan, evlat acısıyla yanan ama hiç pes etmeyen, vazgeçmeyen, kararlarından dönmeyen, aşklarının peşinden giden, geleneğe göreneğe, feodal düzene direnen, içlerindeki cinlerle barışık, yaşadıkları acıların bilgeleştirdiği kadınların hikâyelerini artık okurlar sonlandıracaktır. 

edebiyathaber.net (1 Kasım 2022)

Yorum yapın