Thomas Mann’ın “Doktor Faustus” Romanında Alman(lık) ve Almanya | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

Kasım 4, 2015

Thomas Mann’ın “Doktor Faustus” Romanında Alman(lık) ve Almanya | Prof. Dr. Onur Bilge Kula

onur-bilge-kulaTürkiye’de sürekli yeniden hortlatılan ırkçılık ve buna bağlı olarak artarak süren ayrılıkçı terörü eleştirel değerlendirmenin yollarından biri de Türk(lük), Kürt(lük) kavramlarını eleştirel irdelemektir. Siyasal amaçlar uğruna ırkçı ve ayrılıkçı terörü araç olarak kullananların başvurduğu başlıca yöntem, ırkçı milliyetçiliği yüceltmek ve böylece bir toplumsal bilinci güdümlemektir.    

Almanya’da Hitler faşizmi, siyasal bir tavır olarak ırkçı ayrımcılığı en somut ve acımasız olarak uygulamıştır. Thomas Mann, Hitler faşizmini deneyimlemiş bir yazar olarak faşizmi kitleselleştirmek için araçsallaştırılan Alman(lık) ve Almanya kavramlarını Doktor Faustus[1] romanında eleştirel bir tavırla yazınsallaştırmıştır. Bir karşılaştırma yapma olanağı sunmak umuduyla, Thomas Mann’ın bu kavramları nasıl betimlediğini serimlemek istiyorum.

Alman ruhu olgunlaşmamıştır

Anılan romandaki anlatımla, “temiz yüreklilik, çabuk inanma, sadakat ve bağlılık gereksinmesi” Alman öz-yapısını niteler (s. 43). Her Alman kentinin “bir kültür merkezi” ve “tarihsel bir öz onuru” vardır (s. 47). Almanlara özgü bir “öz-antipati” söz konusudur ve bazı Almanlar “yaşam boyu Almanlıklarının acısını çeker” (s. 48). Romanın onuncu bölümünde bir öğrencinin ağzından Almanlar “çift hatlı ve izinsiz olarak bütünleştirici bir düşünme tarzı” sergileyen, “her şeye sahip olmak isteyen” insanlar olara tanımlanır. Almanlar aynı yerdeki anlatımla, “antetik düşünme ve var-olma ilkelerini büyük kişiliklerde cesaretle ortaya koyabilirler. Fakat daha sonra bunları uyumsuz şekilde bir birine karıştırırlar; düşünme tarzının belirgin özelliklerini, var-olma ilkeleri anlamında veya var-olma ilkelerini düşünme ilkeleri anlamında kullanırlar. Özgürlüğü, zarifliği, idealizmi ve doğaya özgü çocuksuluğu aynı kefeye koyabilirler” (s. 117).

Romandaki anlatımla, Alman ruhunun özelliklerinden biri “gençlik” kavramına yüklenen anlamda somutlaşır. Gençlik, “Alman halk zihniyetini temsil eder.” Alman ruhu/zihniyeti/tini, “genç ve gelecek dolu olduğu için olgunlaşmamıştır.” Almanların gerçekleştirdiği işler, “her zaman güçlü bir olgunlaşmamışlık” özelliği taşır. Almanların, “Reformasyonun halkı oluşu boşuna değildir.” Reformasyon, “olgunlaşmamışlığın eseridir”; çünkü Reformasyonun kuramcısı Luther “yeni, temiz bir inancı getirmek” için gerekli olan olgunluk düzeyine ulaşmamıştır (s. 159- 160).

Ulusalcılık, herhangi bir şeyi kanıtlamayı gereksinmez

Savaş sırasında özellikle de Nazilerce İkinci Dünya Savaşı sırasında halkçılık ya da ulusalcılık olarak Türkçeleştirilebilen Almanca “Volkstum” kavramı faşist propaganda amacıyla örselenmiş ve çok etkin bir güdümleme aracı olarak kullanılmıştır. Bu kavram böylece bireysel ve toplumsal bilinci zehirleyen bir etmene dönüştürülmüştür. Thomas Mann da “Doktor Faustus” romanında teologlar arasında geçen bir tartışma yoluyla bu kavramı sorgular. Bu romanın bir figürünün anlatımıyla, “bir iktisat toplumunda ulusalcılık oluşabilir mi” diye sorulmalıdır. Örneğin, Ruhr bölgesi, insanların toplandığı merkezlerden biridir. Böyle olmasına karşın, burada “işçilerin ortak etkinliğinden” halkçılığın/ulusalcılığın “yeni hücreleri” oluşmamıştır; çünkü romandaki anlatımla, iktisatta “çıplak bitimlilik” ilkesi geçerlidir.

doktor_faustusÖte yandan, halkçılık/ulusalcılık da “bitimlidir”; çünkü halk kavramı “ebedi bir varlık” değildir. Ulusalcılık kavramının özendirdiği “coşkulanım yeteneği iyi bir şeydir; inançlı olma gereksinmesi de doğaldır.” Fakat bütün bunlar bir “yolunu şaşır(t)ma” da olabilir. Dolayısıyla, “liberalizmin ölmekte olduğu bir zamanda her yerde sunulan yeni bağımlılıkların özünü” iyi irdelemek gerekir. Bağımlılık yaratan şeyin “gerçek olup olmadığı, nominalist bir yolla ideolojik nesneler yaratan yapısal bir romantizmin ürünü” olup olmadığı sorgulanmalıdır. Bu nedenlerle, “ilahlaştırılan ulusalıcılık ve ütopik gözle görülen devlet” bu tür “nominalist bağlılıklar/bağımlılıklar” yaratabilir. Bu tür bağımlılıklara ve “Almanya’ya inanmanın bağlayıcı olmayan yönleri vardır”; çünkü bu bağlayıcı olmayan öğelerin “kişisel öz ve nitelik kalıcılığı” ile herhangi bir ilgisi yoktur. “Almanya’yı kendi bağı(mlılığı)” olarak açıklayan bir kimsenin “her hangi bir şeyi kanıtlaması gerekmez.” Ayrıca, hiç kimse o kişinin “Almanlığı ne kadar” içinde taşıdığını veya “niteliksel anlamda gerçekleştirdiğini” ve “Alman yaşam biçiminin dünyada korunmasına ne ölçüde hizmet ettiğini” sorgulamaz. İşte “nominalizm” veya “ideolojik putperestlik olan ad fetişizmi” denilen şey tam da budur (s. 165).

Dincilik ve ulusalcılık, insanı bağımlılıklar arasında bir seçim yapmaya zorlar

Dincilik, dini; ulusalcılık ise, ulus kavramını ideolojiye indirger ve politik amaçları gerçekleştirmek için araçsallaştırır. Thomas Mann ulusalcılık ile ilgili tartışmayı, “Doktor Faustus” romanında din ve dinsellik ile ilişkilendirilir. Dinsel bağ(ım)lılık veya dinsel öğe, romandaki serimlemeye göre, “biçimselci bir şey, nesnesellikten yoksun bir şeydir”; içeriği, dünyasal ile doldurulmayan, “Tanrı’ya itaat etmede” tükenen bir şeydir. Sosyalizm ve ulusalcılık gibi, dincilik de bir bağımlılıktır. İnsanlar bu bağımlılıklar arasında “seçim” yapmaya zorlanmaktadır. Özgürlük kavramının içi boşaltılıdğı için, “dinsel itaat” ve “ulusala” bağımlılık başlıca seçenekler olarak sunulmaktadır; ancak “ciddi tehlikeleri” olan ve “törensel nedenlerle” öne çıkarılan bu seçenekler “kişisel yaşam biçimlendirimi” bakımından “hiçbir anlam” taşımamaktadır (s. 166).

Romandaki anlatımla, Almanların “keşfetme/bulgulama” yeterlililiği hoşnutluk vericidir; ancak “hala çok sayıda geri gidişi önlemeyen ulusal beceriklilik” söz konusudur. Almanları savaşlara sürükleyen de “entelektüellerin düşü olan Avrupalı Almanya’yı” yerle bir eden ve onun yerine “dünya için katlanılmaz olan Alman Avrupa’yı” koyan da budur (s. 231).

Bu belirlemeyi, Türkiye’ye uyarlayalım: Aydınların, özgür düşüncellerin ülküsü, düşü, Türk Avrupa değil, Avrupalı Türkiye olmalıdır. Özgür düşünceli Türkiyeliler, Avrupa’yı Türkleştirmek için değil, Türkiye’yi Avrupalılaştırmak için uğraşmalıdır.

Thomas Mann’ın anlatımıyla, Almanya’nın İkinci Dünya Savaşı’nı yitirmesi, “ekonomik, politik, ahlaksal ve tinsel bakımdan çöküşüdür”; Almanların “yitirmesi” demektir: Bir başka anlatımla, Almanların “ruhlarını, inançlarını, tarihlerini” yitirmesi demektir. 1933’te “ulusalcı yeniden doğuş”, bu çöküşün başlangıcıdır. “Sahtelik, yıkıcı barbarlık, vur-öldür-aşağılıklığı, tecavüz etmeden duyulan haz, acı çektirme, aşağılama” gibi uygulamalar, söz konusu ulusalcı yeniden doğuşun belirtileri olmuştur.

Bütün bunlar için “inanca, ulusal coşkuya, tarihsel ‘yaşasın’ duyugusuna korkunç yatırımlar” yapılmıştır. Bugün, “yıkıcı bir tavırla aklı küçümseme, günahkârca hakikate direnme, arka merdiven mitosuna abartılı tapınç, eski ve saf olanın, değerli olanın- emanet olanın, Alman’a özgü en eski öğelerin arsızca istismarı yoluyla, yalancılar ve utanmazlar, her türlü içeriği yok eden bir zehirli içecek” hazırlamaktadır (s. 235).

Hitler faşizmi, Almanlığı, Alman’a özgü her şeyi, dünya için katlanılmaz duruma getirmiştir

“Doktor Faustus” adlı romanın bir başka bölümünde, Bismarck’ın “Bir Alman’ın doğal doruğuna yükselmesi için, ona bir şişe şampanya yeter” sözüyle Almanların kolay coşkuya kapıldıklarını dile getirdiği belirtilir (s. 308). Romandaki anlatımla, öz-haz ve öz-yüceltim eğilimi, her türlü “taşkınlık” için uygun bir zemin oluşturur. Öyle ki, bu öz-yüceltim taşkınlığıyla “Türklere karşı sefere çıkmak isteyenler” bile ortaya çıkar (s. 311). Thomas Mann “Türklere karşı sefere çıkma” sözüyle, Orta Çağda Almanya’da başat olan bir söyleme ve bu söylemin Almanya’da hala varlığını sürdüren başat Türk imgesine gönderme yapmaktadır.

Almanlar, Thomas Mann’ın deyişiyle, bu öz-yüceltim eğiliminden ötürü dünyanın büyük bölümünün “nefretini” kazanırlar; propaganda aracına indirgedikleri “kutsal Alman topraklarını savaş alanına” dönüştürürler. Öyle ki, Hitler faşizmi sırasında “akıl almaz hukuksuzluk” ve benzeri uygulamalardan ötürü, “Alman topraklarında kutsallıktan bir zerre kalmadığını pek kimse görmek istemez. Hitler faşizmi Almanya’yı yıkıma sürüklemiştir; “Almanlığı, Alman’a özgü her şeyi, dünya için katlanılmaz duruma getirmiştir” (s. 449- 450).

Almanya, 1918’de imparatoru tahtından indirip cumhuriyeti ilan ettiğinde “umut” uyandırmıştır; ancak 1933’ten sonra “dünyayla alay eden”, “dünya için korkuya” dönüşen kötülük yığınını, “en inanılmazı, hiç olası görülmeyeni” gündeme getirmiştir. 1918- 1933 Weimar Cumhuriyeti olarak adlandırılan dönem, romandaki anlatımla, “yabancılarda”, diyesi, dış dünyada umut uyandırmıştır. “Umut” uyandıran o dönem, Almanya’nın “kendi Avrupalılaşması veya ‘demokratikleşmesi’ anlamında normalleşmesine, tinsel bakımdan halkların toplumsal yaşamına katılmasına yönelik bir deneme” niteliği taşımıştır (s. 514- 515).

Thomas Mann’ın yazınsallaştırdığı bu umut denemesi başarıyla sürdürülememiş, 1933- 1945 arasında Hitler faşizmi Almanya’da egemenleşmiş, çıkardığı dünya savaşıyla hem dünyaya hem de Almanya’ya yıkım getirmiştir. Irkçı faşizm, kökenleri, siyasal düşünceleri, fiziksel görünümleri ve her türlü farklılıkları nedeniyle, milyonlarca insanı toplama kamplarında ve savaş meydanlarında yok etmiştir. Bu yıkım ve yok edim savaşının sonucunda, romandaki anlatımla, “bir Transatlantikli General Weimar halkını bu kentteki toplama kampının yakım fırınlarının önünde geçit resmi yaptırır.” Bunlar, bir zamanlar “göstermelik bir onurla işini gücünü yapan ve rüzgâr, yakılan insan etinin kokusunu burunlarına üflemesine karşın, hiçbir şey bilmeye uğraşmayan” insanlardır. Artık “kalın duvarlı işkence haneler” ortaya çıkmıştır ve Almanların “utancı” bütün dünyanın ve “yabancı komisyonların” gözleri önüne serilmiştir. Bu yabancı komisyonlar şimdi gördükleri “iğrençlikte insanın tasavvur gücünün bile tasarımlayamayacağı bu inanılmaz görüntüleri” dünyaya duyurmaktadır.

Romandaki anlatıcının nitelemesiyle, bu durum Almanların “utancıdır”; çünkü “Alman tini de dâhil her türlü Almanlık, Alman sözcüğünün bu onur kırıcı teşhir etmeden etkilenmediğini, sorunlu duruma düşmediğini” söylemek hastalıklı bir durum değil midir? Gelecekte “Almanya’nın her hangi bir görünüş tarzıyla, insani konularda ağzını açabileceğini” düşünmek hastalıklı bir tutum değil midir? (s. 634- 635). Biz de soralım: Thomas Mann’ın Alman(lık) ve Almanya için söyledikleri, güncel Türkiye için de bir uyarı değil midir?

Prof. Dr. Onur Bilge Kula – edebiyathaber.net (4 Kasım 2015)

[1] Thomas Mann: “Doktor Faustus”, Fischer Verlag, Frankfurt am Main, 32 Auflage 2012. Bu notlar, romanın Almanca baskısının hemen başında yer alır. “Doktor Faustus”, Türkiye’de Can Yayınları (İstanbul 2013) tarafından yayımlanmıştır.

Yorum yapın