Öykü: Kalbimin Usu | Beyhan Özer

Aralık 31, 2019

Öykü: Kalbimin Usu | Beyhan Özer

Bazen sabrımı yitirmemi bekliyor gibi. Suskunluğum gitgide ağırlaşıyor, katılaşıyor sanki. Pusuya düşmüş bir hayvanın ürkekliğiyle titriyorum. Burada, bu evde, sesi çınıltıya dönüşüyordu her adımında. – Elimden tut. Kendini tüketmenin ne sana ne bana faydası var.- diyemedim. Dudakları kuru ve gergin, kendisinin bile bilmek istemeyeceği bir huzursuzluk hakim ayaklarında. Koltuğun bir tarafına abanmış bedeni, aynadan yansıyan yüz sinirlerinin kontrolsüzlüğünü onaylıyor. Onun uçurumu, asla ilgilenmediği şimdiki zamanıydı. Çayını yudumlarken göz ucuyla süzüyor beni. Sehpanın üstünde baba yadigarı kol saatine uzanıyor eli. Mutfağa doğru yarı uykulu yalpalayarak ilerliyor, bir viski koyuyor kendine. Bu bir ritüeldi artık. Alkol, yapmak istediği ama yapamadığı her ne varsa unutturuyordu işte. Bu, bir anda başlamadı. Damla damla içine işleyen sığıntısıydı içki. Kafamı dizlerimin arasına gömüyorum. Hem gereksiz, hem de elzem bir sevgi miydi bu? Kapının yanında duvara yaslanarak durdu. Bakışları bu kez viski bardağına odaklandı. Elini kayıtsızca yüzüme sürttü –sen okula gitmiyor musun öğretmenim- dedi. O sigaradan sararmış parmakları, boğazımı sıkacakmış gibi geldi bir an. Boynumdaki fuların anneme ait olduğunu bile bile –bu şey sana hiç yakışmamış- diye fısıldadı. Ne kadar kaldım orada dizlerime kenetlenmiş bilmiyorum; kafamı kaldırdığımda, beynime yakıcı bir sıcaklık yayıldığını hissettim. Koltukta sızmıştı.

Kimi kez o kazadan niye kurtuldu diye düşünmüyor değilim. Kopuşlar, savrulmalar, alıp başını gitmeler; o gölgeli bakışları beni kendi yüreğine mühür gibi bağlıyor. Herkes bilirdi bu yanını. Düşünce biçimini yansıtırken; yer değiştiren, çarpışan duygularında tetikte olurdunuz. Aynıydı yara izlerimiz oysa ki… Umutsuzdu. Ağabeyimdi. Çocukluğumdu. Dört yanı aşılmaz duvarlarla çevrili bir çıkmazdaydı, bir anda başka bir seyre yönelen durumlara katlanması onun için daha zordu.

Başka seslerle yüzleşmekti bir başına hayat. Zamanın çıkışına dur der gibi…

Giden zaman aralığından, ağabeyimin dünyasına baktığımda tanımsızdım. Karmaşık ruh halimin ortasında kalakaldım. Annemi ve babamı trafik kazasında kaybedişimizin 5. ölüm yılıydı. Kazadan hafif sıyrıklarla sağ kurtulan ağabeyimdi. Kendimi eşit derecede yas tutmayı umarken, dünyayı benim için anlaşılması güç hale getiren onu her defasında anlamaya çalışmaktan yoruldum.

Bir buhrandı zihnini kemiren. Herşeyini kaybetti, işsiz güçsüzdü şimdi. Babamın emekli maaşı da yetmiyor, beni sömürüyor. Sıkça evime geliyor, üstelik para vermeyince tehdit ediyordu. Tedavi olması için çok çabaladım. Ama nafile. Bu kadar yorucu bir rol üstlenişimi annem görseydi çok üzülürdü herhalde.Hiç kimse yaşadıklarımı yaşayamaz, duyduklarımı duyamazdı. Öfke nöbetlerindeki çaresizliğim, tarifsiz… Aynı evin içerisinde dokunulmazlıkları olan sendin. Kararlarında arkanda duran babamı; bütün zayıflığına rağmen ve bu kadar azken etkilemeyi başarabilen de sen… Borsada kendi paran yetmezmiş gibi annemlerin parasını da batırman, bağımsız yaşamının kaderiydi elbet. Okul yıllarında farkına vardıkları ele avuca sığmayan davranışların ve çilekeş annemi sana daima sabırlı olmayı tembihlemiş gönlünü;haddini aşan olayları sineye çekişini mi yoksa senden 4 yaş küçük olmamama rağmen olgunluğumu, oto kontrolümü, sorumluluklarını alışımı mı hatırlatmalıyım geçip giden zamanda bilemedim… Şimdilerde kinci ve kendine eziyet edişinden haz alıyordu. Geçen gece yine kapı ziline her daim yaptığı gibi elini hiç durmadan bastırmıştı arka arkaya. Daha zile nasıl basılır onu bile bilmiyordu, ya da zaten önemsemiyordu. Gecenin sessizliğinde böğürüyordu zil sesi. İçeri girdiğinde soyut ve öfkeli ses tonu, telaşla nefes alıp verdiğim odayı tamamen ele geçirmişti. Perişan görünen çehresi yalandan bir gülümsemeyle aydınlanmıştı. Kız arkadaşıyla sorunlarının olduğunu; kızmayla tebessüm arasında yakaladığım ifadesinde anlamıştım, ya da sanmışım. Kızgınlığını muhatapsız bir tavırla bastırmaya çalıştım. Kocaman nasihatler verecek değildim. Ama sessizliğim uzayınca, kapıyı göstermiş gitmesini istemiştim.Anlamsızca sarf ettiği onca kelimelerin, dağılmış kalbinde bir yer edinemeyişinin farkındaydı. İkimizden başka kimsenin anlamaya gücünün yetemeyeceği küçük hayatlarımızda; huzur ihtimaline karşı endişe hakimdi.

Yaşama devam etmek, acılara direnmenin dilini bulmak gerekti. Katlanmaktan bahsetmiyorum. Çekip gitmekten de değil. Neyi aramızda bıraktığımızı; o ince tele takılıp düşmeden nasıl yürüyeceğimizi bilmiyorduk belki de…

Ben aile reisi değilim. Onun küçük kız kardeşiydim. Ondan vazgeçemezdim. Yalnız olmak istiyordum. Ama hiçbir zaman tek başıma dingin değildim.  Zayıf yanım paraydı.  Sadece bir süreliğine saygınlık uyandırıyordum onda. Batıp, her seferinde bana tutunmanın ömrü nereye kadardı? O gece birazda alttan alarak bende kalmak istediğini belirtmiş, gidip uyumaya devam etmemi salık vermişti küstahça. –neyin var?- dediğimde, -sen bunları boş ver kırmızı şapkalı kız- demişti, sırıtarak. Bir an, masal kahramanının başına gelenleri düşünüp korkmadım değil. Bir eli pantolonunun cebindeydi. Israrla ışığı kapatmamı söyledi. Eksilmeyen bir kuşkuyla bana bakıyordu. İri eli aniden elimi tuttu. –su getirir misin? dedi. Sanki kimseler duymasın diye kısık sesle konuşuyor; göz göze gelmemeye özen gösterirken, paltosunu da fevri bir şekilde çıkarıp masanın üstüne fırlatması aklımı karıştırıyor. Çok üşüdüğünü alçak sesle söyledi. Dudakları titriyor, hızlı hızlı nefes alıyordu. Ancak bir şeyler gizlediği zaman mimiklerini bu şekilde kontrolsüzce kullanırdı. Yatmak için odama çekildim. Odamın kapı aralığından sızan ışığa takılı kaldı gözlerim. Uyuyamıyordum. Hırıltılı soluk alış verişi, sabit ışıkla tezattı. Merak edip, kapıyı aralıyorum. Ay ışığı doldurmuş odayı.Kırmızı şalıma sarılmış, sanki her an fırlayacakmış gibi tedirgin bir halde kıvrılmıştı koltuğa. Tuhaf geliyor bu hali. Bana çocukluğumdan bu yana hiç sarılmamış ama şalımı özenle sımsıkı kucaklamıştı. İnsan uyurken ne kadar da masum görünüyor… Ayağında siyah bir kot, üzerinde tanıdık buruşuk bir gömlek… Muhtemelen babamın olabilir. Ölümünden sonra bazı giysilerini kendisi için ayırmıştı. Bir ara dudaklarını oynatarak bir şeyler mırıldandı.Cümleler yokuş aşağı kayar gibi bir hızlıca dökülüyordu dudaklarından. Ses sanki mağaranın derinliklerinden geliyordu. Artık gizemli bir ıssızlık içindeydim. Söylediklerini anlamak için daha da yaklaştım. Sesimi alçaltarak -neler oluyor- diye sordum. Derin bir uykudaydı. Birden telefonuna mesaj geldi. Paltosunun iç cebindeydi telefonu. Karanlıkta el yordamıyla çıkardım telefonu. Ağabeyimin gürültülü horlaması heyecanla alıkoydu bir anlık beni. Karanlıkta olduğum yerde durup bekledim. Sonra tekrar telefondaki mesaja yöneldim. Terlemişti ellerim. Tuş kilidi vardı. Birkaç denemeden sonra buldum şifreyi. Doğum tarihimi kodlamış, çok şaşırdım. Ahmet diye biri. –Oğlum adam ölmüş- yazıyor, -neden yaptın? Bıçakladın- diyordu. Boğucu bir karanlığın içinde yuvarlanıyordum. Dışarıdan gelen ani korna sesiyle irkildim. Soğuk sarmıştı her yanımı. Bu sefer ben üşüyordum. Tekrar tekrar okudum mesajları. Hatta bana gelirken yazdığı diğer mesajları da. Birden kıpırdandığını hissettim. Telefon elimden düştü. Yakalanmıştım. Dışarının ışığından görebildiğim kadar, gözlerini bana dikmiş, inceliyordu. Yüzleşir gibi bakıştık öylece. O gözlerde pişmanlık yoktu. Endişem bu kez öfkeye dönüşmüştü. Tekrar uykuya daldı. Belki de rahatladı.Artık benim gözümde başka bir insandı. Dilim varmıyor ama katildi. Okuduklarımdan ölen kişinin tefeci olduğu anlaşılıyordu. Tehdit, şantaj gibi iğrenç yazışmalara tanık olmuştum. Göğsümdeki sıkışma dayanılacak gibi değildi. O kanepeye uzanmış; belki çaresizlikten olabilir, beklide ruhsuz bir nesne gibi teslimiyetini kabul etmişti. Kendi kafesine çekilmiş bir kaplanın yenilgisini çağrıştırıyordu. Çabuk tüketmiştik, uzaklaşmıştık annemlerin vedasıyla birbirimizden. İçimizdeki körelmenin, eksilerek yaşamanın zavallı bir örneğiydik. Pencereden sızan ölgün ışık, silip yok etmek ister gibi sızıları yüzüme vuruyordu. Nafile. Kolum kanadım kırılmıştı. Bedeninin dilini süzmüştüm o gece. Kırmızı şalıma sarılışı, aslında bana hiç gösteremediği sevgisiydi. Kaçırdığı gözleri ise beni hiçbir zaman korumadığını, ağabeylik yapamadığını gösteriyordu. Güvensizdi hayata karşı. Daralıyor gitgide umutsuzluğum.

Hep giden, bir sızı bırakıyordu ardında. Giden kurtuluyor muydu yoksa? Her şeyi silen gecenin diline, üzerime üzerime gelen sıkıntıya; aykırı olanın çektiği acıya vicdanım mola vermişti. O suçluluk hissi ele geçirmişti benliğimi. Beni özleten, yok olan bir aileden bana kalan derin hüzün birikip taşmıştı. Geçmiş sevinçlere kaymıştı gönlüm. Eğilip çiçek toplar gibi; tek tek özlemlerimi koparıp, defterimin arasında saklamak istiyorum. Hiç değilse koklar, dokunurdum ihtiyacım olduğu an. Tarumar olan bir bedendeyim şimdi. Rüzgarın yönü belliydi. Yakınımda bir katilin, sır gibi hamlesiz yatışını izliyordum.Doğan güneşi ayakta karşıladım. Dizlerimin feri sönmüş, beni saç diplerime kadar terletmişti bilinç tutulması. Sokağın başından siren sesi duyuldu. Ağabeyime baktım. Gelip sığındığı koltuktaydı, hala gözleri kapalı. Yaklaşıp saçlarını okşadım. Tökezlediğimi hissettim. Elim yanında bulunan su bardağına çarpmıştı. Tam o anda kapı ısrarla vuruldu. İçimi titreten sesi – Geldiler mi? – dedi. Çocukluğum canlanmıştı gözümde. Annemin, ağabeyime seslenişini duyar gibi oldum. – Okulda kız kardeşini koru, kolla. Öğretmeninle tanış – Dokunan gece, acılarımızı çözüyordu bir bir. Yer edinemedi bağımız… Elleri kelepçeli giderken sığınacak bir bakış aradı, gözlerimde. Hayatın saflığına kavuşmak ister gibi, ilk kez -seni özleyeceğim- demişti. Tek bir bakışın sözün esiri olmuştum. Soluksuz bir kopuştu bizimkisi. Bu kez yaramızı saklamıyoruz. Zaman devriyesi sözlerdi bizi bağlayan artık. Hayata yeniden, buradan başlayacaktık. Gözlerinin nemini içimde hissettim. – Doğru olanı yaptın- dedi, giderayak. Kalbimin usu, sesin sesime yetişti, demişti de…

Beyhan Özer kimdir?

5.02.197O İstanbul doğumluyum. İş hayatım oldukça renkliydi. Kabin hostesliği ve ardından uçak içi  reklam ajansında yönetici olarak çalıştım.Çalışma hayatımı noktaladıktan sonra yapmak istediklerime odaklandım. Okumak, yaşamımı dolduran, keyif veren sevinç benim için.Yazmak da elbette. İlk, yaratıcı yazarlık atölyesinde Feridun Andaç’ın öğrencisi olmakla başladım yazma serüvenime. Atilla Birkiye’nin  Sabahattin Ali okuma atölyesi ile devam ettim. Yazı blog sayfası açtım, daha çok yeni. Yazdıklarımı buradan da paylaşıyorum. Martı Dergisi ve Kil-Tab-Let dergilerinde öykülerim Aralık ayı içerisinde yer alacak. Durmak yok. Kendimi edebiyatla ifade edebilmek huzur verici.

edebiyathaber.net (31 Aralık 2019)

Yorum yapın