Öykü: Hüznü | Mehmet Akif Çeçen

Ekim 11, 2022

Öykü: Hüznü | Mehmet Akif Çeçen

Sayın Genel Yayın Yönetmeni,

Bu mektubu gazetenizin 2 Eylül günkü sayısında çıkan bir haber üzerine yazıyorum. Konuya geçmeden önce sizinle bir hatıramı paylaşmak istiyorum. Daha doğrusu konuya bu şekilde giriş yapmış olacağım.

Bundan yıllar önce yazdığım bir yazı dolayısıyla, yani siyasi bir nedenle tutuklanmıştım. Beni tek kişilik bir koğuşa koydular. Suçsuz olduğuma inandığım için birkaç gün içinde hatta ertesi günü çıkacağıma inanıyordum. Avukatım, tutukluluğuma yaptığı itirazın reddedildiğini ancak gelecek ay yapılacak aylık tutukluluk değerlendirmesinde muhakkak tahliye edileceğimi söylediğinde canım sıkılmış olsa da çok sorun etmemeye çalıştım. Ne yazık ki birçok aydının, düşünürün, yazarın yolu cezaevinden geçmişti. Benim için de farklı bir deneyim olurdu. Hem biraz kafa dinlerdim. Evden birkaç kitap isteyip bu arada onları okur, bazı notlar alırım, diye düşündüm. O yüzden tek başıma kalıyor olmayı da dert etmedim. Bağırarak da olsa yan koğuşlardakilerle konuşma fırsatım oluyordu nasılsa. Koğuşun parmaklıklı penceresinin baktığı havalandırmaya çıkanları da görebiliyordum, onlar beni göremese de. Tabii ben havalandırmaya çıktığımda da onlar beni görüyordu. Böylece platonik görüşmeler yapma olanağı buluyorduk. Yani günler iyi kötü geçiyordu.

Günler geçiyordu geçmesine ancak aylık değerlendirmede tutukluluğuma devam kararı çıktı. Birkaç ay böyle geçti, bu arada iddianame hazırlandı. Avukatım kesinlikle beraat edeceğimi net bir dille ifade edince biraz daha dayanabileceğimi düşündüm. Hem artık ilk günlerdeki gibi dışarıdaki işleri düşünmüyordum, tek tasam çocuklarımın ve eşimin üzüntüsüydü. O da yakında geçecekti nasılsa. Tahmin edeceğiniz gibi öyle olmadı.

(Bu arada Pardon ya da Bayrampaşa filmini hatırladığınızı zihninizden okur gibiyim. Bilmem izlerken güldünüz mü. Ben cezaevinin sinema kanalından izlemiş ve kendi hâlime kahkahalarla gülmüştüm. Ama suçsuz olup da içeri girmeyene komik gelmemiş olabilir. Zira anlamsız gelmiştir. Neyse… Bence en komik iki sahne: Birinde kahramanın, çay teklifini nazikçe geri çevirip çok kalmayacağını söylediği, diğeri de oyunculardan birinin bugün yarın çıkacaklarını düşündükleri için almadıkları televizyonu beş yıl sonra alma düşüncesini ifade ettiği sahne. Ben de aylarca buzdolabı ve televizyon almamıştım. On saat uyuyup on saat de okuyarak günler geçmeyince televizyonu, kantinden aldığım kahvaltılıklar, sebze meyveler bozulmaya başlayınca da buzdolabını almaya mecbur olmuştum.)

Birkaç duruşma geçtikten sonra işin rengi değişti. Mahkemedeki ortamdan ceza çıkabileceği anlaşılıyordu. Avukatım düzenli olarak ziyaretime geliyor, ceza çıksa bile tahliye edilmem gerektiğini, çünkü çıkması muhtemel cezanın “yatar”ı kadar süreyi zaten cezaevinde geçirdiğimi anlatıyordu. Karar duruşmasının olduğu gün ailemin, avukatımın ve bekleneceği gibi benim nasıl şok geçirdiğimizi anlatarak ayrıntıları uzatmak istemiyorum. Tutukluluğumun devamına karar verildi. Mahkemeden sonra ziyaretime gelen avukatım, tutuklulukla ilgili üst mahkemeye itiraz edeceğini, buradan da ümitli olmakla birlikte en kötü ihtimalle kararın yüksek mahkemeden döneceğiyle ilgili beni teselli etmeye çalışsa da artık sözlerine inanmıyordum. Kötüsü artık hiç çıkamayacağımı düşünüyordum. Ama öyle olmadı. Yatarı üç ay olan iki buçuk yıllık cezam, üç yıl sonra bitti. Küçük bir el çantasıyla girdiğim hapishaneden elimde üç adet battal boy çöp poşetiyle çıktım.

(Filmlerde valizle çıktıklarına bakmayın. Cezaevinde valiz bulunmaz, hele de koğuşlarda. Girerken varsa emanete kaldırılır. En kısa zamanda ziyaretçine teslim edilir. Ziyaretçin de filmlerdeki gibi her canı istediğinde ziyarete gelemez. Haftada bir. Ayda bir açık, diğer haftalar kapalı. Film yapımcılarının hapishane sahneleriyle ilgili danışman bulundurması lazım. Sizin yayın grubunun televizyon kanalına iletebilirsiniz. Gerekirse yardımcı olurum.)

Mektubumun başında tek kişilik koğuşta yani “müşahede”de (‘hücre’ dersem daha iyi anlarsınız) kaldığımı belirtmiştim. Tutuklandıktan birkaç ay sonra, mahkemeye kadar idare ederim, desem de tek başıma kalmaktan bunaldığım için beni müşahededen koğuşa almalarını istemek üzere müdür görüşüne çıktım. Müdür beni anlayışla karşıladı. Ama benim suç grubuma ait bir koğuş olmadığı için sorunumu çözemeyeceğini nazikçe anlattı. Gerçi istersem siyasi suçlulardan bir grubun koğuşuna verebileceğini söyledi ama dünya görüşlerimiz ve yaşam tarzlarımız çok farklı olduğu için onların arasında yapamam diye kabul etmedim. Sonra zaten müşahedeye de alıştım. Psikolog, cezaevine iki yıldan sonra alışıldığını söylemişti. İlk zamanlar şartlar ağır gelse de bir süre sonra normalleşiyor, yaşam biçimine dönüşüyor. Gerçekten benim alışmam da yaklaşık iki yıl sürmüştü.  

Eskiden cezaevinden çıkan hırsızlık hükümlüsünün tekrar çalmasına, cinayetten suçlu bulunanın yine birini vurmasına çok şaşırırdım. Hapisten kurtulmuşken tekrar girmeyi nasıl göze aldıklarına hayret ederdim. Benim gördüğüm, iki yıldan sonra cezaevinin ıslah edici özelliği kalmıyor. Orası adamın evi gibi oluyor. Galiba dışarıya alışmak daha kolay, birkaç ayda benimseniyor. İşin nirengi noktası o birkaç ay. O süre zarfında rehabilitasyon sürecinin çok iyi işletilmesi gerekiyor. Sıcak bir ortam, ilgi vs. Dışarıya çıkanın işi gücü, sıcak bir aile ortamı varsa dışarıya uyumu daha hızlı olacağı için tekrar suç işleme olasılığı azalır. Ancak iyi bir çevresi, hele de bir ailesi yoksa -bilinç dışı da olsa- geri dönmek için bir fırsat kollayabilir. Tahliye olduktan sonra tekrar suç işleyenlerle ilgili bir istatistik var mı bilmiyorum ama geri dönenlerin büyük çoğunluğunun çıktıktan sonraki birkaç ay içinde döndüğünü düşünüyorum. (Bununla ilgili bir yazı dizisi hazırlanabilir.)

Benim bulunduğum müşahedenin olduğu katta öyle biri vardı. On dört yıldır içerdeymiş. Açığa çıkmasına az kalmıştı. Çıkınca işlemeyi düşündüğü cinayetleri anlatıyordu. Vazgeçirmek için çok dil döktüm. İkna olmuş gibi de duruyordu ama çıktıktan birkaç hafta sonra dediğini yaptığını haberlerden öğrendim. Maalesef yukarıdaki teorim yalnızca genel kanaatlere değil, aynı zamanda gözlemlere dayanıyor.

Müşahedelerde genellikle çeşitli suçlardan yatan ağır müebbetlikler bulunuyordu. Ya katiller ya da uyuşturucu baronları. Bir istisnası bendim, diğeri de hasta bir genç. Belsoğukluğu varmış, sürekli sonda takılı olduğundan oraya vermişler. Öyle çileli bir hayat ki anlatmak için kitap yazılır. Beni geç de olsa saldılar, o kaldı. Sonra ne yaptı bilmiyorum. Çıksa ne yapacaktı, o da ayrı bir mesele. Zor.

En garibi, diğerlerinin ‘hoca’ dediği, orta yaşın üstündeki biriydi. Havalandırma saatinde başı sürekli önde, sigara içerdi. Kıyafetleri de kendisi gibi yıpranmış duruyordu. Boz bulanık bir yüz, adeta sigaradan sarılaşmaya başlamış beyaz saçlar. Bana sanki “hüzün” kavramının somutlaşmış hâli gibi gelen Hüsnü adındaki bu adama ben Hüznü (Hüznî) diyordum. Nerdeyse hiç konuşmayan bu adamın hangi suçtan içerde olduğunu da kesin olarak bilen yoktu. Kendisi anlatmadığı sürece hangi suçtan girdiğini sormamak, mahkûmlar arasındaki yazılı olmayan kuralların başında geliyordu.

İlk zamanlar bana da diğerleri gibi soğuk davranıyordu. Aslında sonra da öyle devam etti ama az da olsa değişmişti. Bunda sanırım benim düşüncemden dolayı içerde olduğumu öğrenmesinin etkisi vardı. Havalandırmaya çıktığında “günaydın” dememe baş sallamaktan teşekkür etme aşamasına gelmiştik. Elbette sonrası pek olmuyordu. Bir keresinde utana sıkıla bana okuyabileceği kitap olup olmadığını sormuştu. Ben de bu vesileyle lafı uzatıp iletişimi artırmaya çalışmıştım. Nazik bir tavırla karşılaşınca kendisine diğer mahkûmların neden “hoca” dediklerini sordum. Sigarasından derin bir nefes çektikten sonra “eskiden öğretmendim” deyiverdi. Bunu söylerken gözleri doldu, ağlamamak, içindeki yangını belli etmemek için göz kaslarının gerildiğini görebiliyordum.

Verdiğim kitapları bitirip getirdiğinde ağzından yalnızca bir “eyvallah” dökülüyordu. Bu işlemi elbette odamın havalandırmaya bakan penceresinin mazgalının altındaki küçük boşluktan yapabiliyorduk. Birinde kitabı verdiğinde kısaca duraksadı. Fırsattan istifade çay teklif ettim. Başını sallarken yüzünde ilk kez gördüğüm, ıstırabı dağılmış gibi olan ifadeden semaveri veya ketılı olmadığını anladım. Yıllardır gülmediği gibi belki uzun zamandır çay da içmemişti. Yüzündeki mutluluk, sevinç kasları zaten kaybolmuştu. Çayı bir pet şişeye koyup büzünce mazgalın arasından geçirebildim. Bahçe kapısının önündeki taşa oturup içti. Her yudumdan sonra sırtını kapıya yaslayıp başını yukarı kaldırıyordu. Kristal bardaklardan içenler o tadı bilmezler.

Bir gün yine havalandırmada yürürken nöbetçi gardiyan gelip müdür görüşüne çıkacağını haber verdi. O, böyle bir talebi olmadığını geveledi ancak gardiyan kendisinin bilemeyeceğini, hazırlanıp gelmesini söyledi. Zihnimden saniyeler içinde, acaba bir yakını öldü de onu mu haber verecekler, bu adam öyle bir acıyı nasıl kaldırır, çay içmeye parası yoksa hesabında cenazeye gidecek parası var mıdır gibi acı düşünceler geçti. Hemen hücresine dönüp hazırlandı, az sonra da görevli eşliğinde gitti. Yaklaşık yarım saat sonra döndüğünü gardiyanın ve açılan kapının sesinden anladım. Merak içindeydim ama onunla kapıdan bağırarak hiç konuşmamıştık. Ne olduğunu bilemediğimden nasıl tepki vereceğini de kestiremiyordum. Sonrasında da bir hareketlilik olmayınca bir ölüm durumu olmadığı, olduysa da gitmeyeceği anlaşılmıştı. Belki de cezaevi idaresi, durumuyla ilgili görüşmek istemişti. Artık ertesi günü havalandırmaya çıkarsa ya yüz ifadesinden anlamaya çalışacaktım ya da bir yolunu bulup neler olduğunu öğrenmeye çalışacaktım.

Sabah sayımı bittikten sonra yatağıma uzanıp Hüznü’nün havalandırmaya çıkmasını bekliyordum. O ara ilk sıra onundu, dokuz on arası. Hafiften dalmış olmalıyım ki bahçe kapısının açıldığını fark etmemişim. Birden garip bir “oohh” sesi duydum. Ses, Hüznü’nün sesiydi ama ondan öyle bir ses beklemediğim için kulaklarıma inanamadım. Sesin sahibini görmek için yataktan fırlayıp pencereye yöneldim. Mazgalın deliklerinden görünen, “hoca”dan başkası değildi. Beden, onun bedeni olsa da “yüz” onun yüzü değildi. Karşımda bambaşka bir çehre vardı. Hüznü, bir günde Hüsnü olmuştu. Bir gün önce yaptığım cenaze tahminlerini unutmuştum bile. Voltada benim pencerenin altından geçmesini bekledim. Onun voltası da diğer mahkûmlardan farklıydı. Normalde aynı rota üzerinde gidip gelinirken o, duvar dibinden yürüyerek tur atıyordu. Pencereme yaklaştığı sırada seslendim. İlk defa “buyurun” diye karşılık verdi. Hüsnü beyle karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Tavrından cesaret alarak içine doğru bir kapı aralamaya çalıştım.

-Bugün biraz farklı gördüm sizi.

-Evet.

(Duraksıyor ama konuşmak ister gibi.)

-Güzel bir şey oldu herhalde. … Anlatmak ister misiniz?

(Gözleri doldu, bu kez ağlıyor. Sakinleşmesini bekledim.)

-Benim davayla ilgili.

-Bozuldu mu yoksa?

-Yok, öyle değil. Yıllar önce onanmıştı zaten.

-Anladım.

-İlk defa birine suçsuz olduğumu söyleyebildim. Yani ilk kez biri masum olduğuma inandı.

-Nasıl yani?

-Size anlatmak istiyorum ama kimseye anlatmayacaksınız. Cidden birine açılmaya ihtiyacım var çünkü.

-O konuda rahat olabilirsiniz. Siz istemediğiniz sürece kimseyle paylaşmam.

-Öldüğümü duyarsanız anlatabilirsiniz, hatta isterseniz yazabilirsiniz de. Ama ben yaşarken yapmayın lütfen.

-Emin olabilirsiniz.

-Dün, belki görmüşsünüzdür, beni müdür görüşüne çağırdılar.

-Evet, hatırlıyorum.

-Aslında müdür çağırtmamış. Bir müfettiş görüşmek istemiş. Eskiden benim davaya bakan hâkimmiş. Kendi söyledi, yoksa ben tanımadım. Dosyaları incelerken benimki denk gelmiş, hatırlamış. Konuşmak istediği bir husus varmış. Artık dosyanın kapandığından, o yüzden benimle ilgili yapılacak bir şey olmadığından bahsetti. Sonra samimi olarak cevap vereceğimi düşündüğü için o suçu gerçekten işleyip işlemediğimi öğrenmek istediğini söyledi. Ben de “kararı zaten siz vermişsiniz, neden bana soruyorsunuz” dedim. Bir sebeple benden, bu şartlarda duymak istiyormuş. Ben de zaten cezamın bitmesine çok kalmadığını, o yüzden açık ve samimi konuşabileceğimi belirttim ve “ister inanın ister inanmayın ama ben yapmadım” şeklinde karşılık verdim. Ben öyle deyince başını önüne eğdi, “keşke böyle olmasaydı” diye mırıldandı. Bana inandığını anlayınca cesaret geldi. Oysa mahkemede hiç konuşamamıştım. “Nasıl yani” diye sordum. Anlattı. Aslında benim yaptığıma dair kesin delil yokmuş, sadece eşimin dolaylı ifadesi, bir de benim kendimi savunmamam. Üst mahkemeden döner diye cezayı vermişler. Tabii dönmedi. Olan oldu. Bunca sene kimseye masum olduğumu anlatamamıştım. Dün bir, aha bugün iki.

-Peki, anlatmak isterseniz tabii, olay neydi?

-Biz ailece bir pikniğe gitmiştik. Şimdi unuttum ne olduğunu, bir şeyler eksikti. Oradan bulurum diye yakındaki bir köye gittim. Döndükten bir süre sonra jandarma geldi. Bize oradan ayrılıp ayrılmadığımızı falan sordular, herhalde köyden söylemişler, anlattık. O ara eşim benim köyden geç döndüğümü söyleyiverdi. Demek oyalanmışım biraz. Meğerse köyün dışında bir kadının ölüsü bulunmuş. Çok çirkin bir cinayet olmuş. Öyle üstüme kaldı.

-İyi ama kendinizi savunmadınız mı, “ben yapmadım” demediniz mi?

-Hocam, insan “o kadar iğrençliği ben yapmadım” demeye utanıyor. Öyle bir ithamı kabullenemedim, kendime yakıştıramadım, ne bileyim. Yani cezaevine girip suç nedir, mahkeme nedir öğrendikten sonra anladım tabii hâkimin savcının seni tanıyamayacağını, kendini ifade etmek gerektiğini ama o zaman çok zoruma gitmişti öyle bir şeyle suçlanmak. … Hâlâ da ağrıma gidiyor ama elden bir şey gelmiyor.

O an donup kaldım. Masum bir adamın hayatının mahvolmasına mı üzülecektim, bütün bunları yaşadıktan sonra bile kimseye kızmayan bu adamın yüreğinin genişliğine mi şaşıracaktım, doğrusu bilemedim. Sonrasında bir süre daha sıcak bir iletişimimiz oldu, ardından benim sürem bitti. Çıkarken yine tembihledi, o sağken kimseye anlatmayacaktım. Bu kez “beni tez saldılar o kaldı içerde”. Ahmet Kaya tanısa bir de Hüsnü bey için söylerdi herhalde.

İşte o Hüsnü bey, sizin haberini yaptığınız Hüsnü Dildar. Gerçekte sizin başlığa çektiğiniz gibi iğrenç bir katil değil. Suçu kabahati olmayan biriydi. Kullandığınız dilin haber dili olmadığını siz de en az benim kadar biliyorsunuz ama derdim o değil. Hüsnü beyin masum olduğunu mutlaka yazmak istiyordum ama söz verdiğim için o yaşarken yapamıyor, ölmesini bekliyordum. Size garip geleceğini biliyorum ama bu nedenle içten içe benden önce ölmesini arzuluyordum. Vefatını bana oğlu haber vermişti, zaten cenazesine de gittim. Şimdi sıra sırrını anlatmaya gelmişti. Gazetenizde haberi görünce nerede nasıl yazacağımın cevabını bulmuş oldum. Bu yazıyı dürüst gazetecilik gereği yayımlayacağınıza inanıyorum. Bu aynı zamanda vicdani bir sorumluluktur. En azından yıllarca bir katilin oğlu olarak bilinen oğlunun buna hakkı var.

Dilerseniz baştaki hitap ifadesini ya da girişteki ayrıntıları çıkarabilirsiniz. Özünü bozmadan kısaltabilirsiniz de. Ancak basılmadan önceki hâlini görmek isterim. Selam ve sevgilerimle…

edebiyathaber.net (11 Ekim 2022)

Yorum yapın