Öykü: Dünyanın en mutlu çocuğu | Bengül Biroğlu Şahbaz

Aralık 7, 2021

Öykü: Dünyanın en mutlu çocuğu | Bengül Biroğlu Şahbaz

Şimdi, geriye dönüp bakınca çocukluk arkadaşlarım içinde en çok Erdem’i kıskandığımı hatırlıyorum. Yalnız ben değil, eminim ki bizim mahalledeki çocukların hemen hepsi en az bir kere onun yerinde olmak istemiştir.

Erdem, sokağın başındaki sarı boyalı, büyük evde otururdu. Evin tek çocuğu olduğundan anne ve babası onun üzerine titrerdi. Sanki Erdem kafesinin kapağı açık unutulmuş bir kuştu da en ufak bir seste ürküp kaçıverecekti. Annesinin şefkatle bezenmiş tedirgin bakışları sürekli izlerdi çocuğu. Okula giderken, okuldan dönerken, oyun oynarken…

İyi bir oyun arkadaşıydı Erdem. Kimseyi kırmak, üzmek istemez; mızıkçılık yapmazdı. Bazı ikindi vakitlerinde birlikte ders çalışalım diye beni evine davet ettiği olurdu. O zaman ceviz ağacının gölgesindeki büyük masaya otururduk. Bir yandan da annesi kekler, çörekler, meyve suları taşırdı bize. “Aferin size, ödevlerinizi bitirin sonra da oyun oynarsınız.” derdi. Ben, işte en çok Erdem’in oyuncaklarıyla oynayacağımız zamanları severdim. Hiçbirimizde olmayan uzaktan kumandalı arabalardan, rayları üzerinde tıkır tıkır giden kırmızı trenden ve renk renk toplardan hangisiyle oynayacağımı şaşırırdım. Erdem ise oyuncaklara pek heves etmez, ceviz ağacının dalına babasıyla birlikte kurdukları salıncağa binmekten hoşlanırdı daha çok. “Ne çok oyuncağın var senin. Dünyanın en mutlu çocuğu sen olmalısın.” derdim ona bazen. O da salladığı salıncağın ritmini bozmadan nazikçe gülümser, cevap vermezdi bana.

Erdem, daima temiz ve bakımlıydı. Açık kumral saçları düzgünce taranmış, kıyafetleri hep yeni ve ütülü; ayakkabıları pırıl pırıl olurdu. Onu bir kez olsun eski bir kıyafetle gördüğümü anımsamıyorum. Çok da kibardı üstelik. Hani annelerin parmakla gösterdiği o uslu çocuklardan… Belki de bu iyi huylarından ötürü annem onunla arkadaş olmama pek sevinirdi. Çoğunlukla iyi anlaşırdık çünkü Erdem kavga nedir pek bilmezdi. Belli ki tek çocuk olduğundan kavga etmesine gerek kalmıyordu. Herhangi bir şey için bağırıp çağırmak, öfkelenmek ya da mücadele etmek zorunda değildi. Zaten hayat tüm iyi şeyleri mis kokulu bir buket yapmış ve bu çocuğa sunmuştu.

Tüm iyi huylarına karşılık bazen Erdem’e sinirlendiğim de olurdu. Hiç şımarık değildi mesela. Bir kez olsun ağzından “Benim bisikletim daha güzel” lafını bile duymamıştık. Bir çocuk hem böyle imkânlar içinde olsun, el bebek gül bebek büyütülsün ama hiç kibirlenmesin, olacak şey miydi? Mutlaka onun da zayıf bir yanı olmalı diye düşünüyordum. Kimse bu kadar mükemmel olamazdı sonuçta.

Birkaç kez annemle komşu kadınları konuşurken duydum. Erdem ve ailesi hakkında konuşuyorlardı. “Birdenbire ortaya çıktı” diyorlardı fısıldayarak. Komşu teyze belki de söylediklerine pişman: “Aman çocukların haberi olmasın.” diyordu Benim onlara baktığımı fark edince hemen değiştirdiler konuyu.

Başka bir seferinde de “Ne adama benziyor ne de kadına.” dediklerini duydum. Bütün bunlara bir anlam verememiştim. Bir öğleden sonra okuldan dönerken Elif arkamdan hızlı adımlarla yetişip koluma girdi. Sanırım Erdemlerin evinin civarındaydık. Benim gayri ihtiyari o tarafa baktığımı fark etmiş olmalı.

-Biliyor musun, dedi. Erdem evlatlıkmış.

-Sakın duymadım deme, mahalledeki herkes biliyor. Annesine ya da babasına hiç benziyor mu? Baksana adamla kadın esmer; çocuk sarışın, mavi gözlü.

Ne diyeceğimi şaşırmıştım. Nasıl olurdu bu? Demek en yakın arkadaşım,  o gıpta ettiğimiz çocuk gerçek anne babasından uzakta, başka bir ailede mi büyümüştü? Hiçbir şey söylemeden Elif’in yanından uzaklaştım. Bir yandan da “Değildir.” diyordum. “Kesin Elif yarım yamalak bir şeyler duyup uydurmuştur” diye geçiriyordum aklımdan.  

O günden sonra kaç kere rüyalarıma girdi Erdem. Bahçedeki ceviz ağacına kurulmuş salıncakta öyle tek başına, mahzun sallanıp duruyordu.  Sırtı bana dönük, boynu bükük… İçimde arkadaşıma karşı garip bir acıma duygusu oluşmuştu. Artık gözümde ne renk renk oyuncakların ne de pırıl pırıl kıyafetlerin imrenilecek bir yanı kalmıştı. Oyunlarda istemsizce kayırıyordum Erdem’i. Sanki onu gerçek anne babasından koparan, başlarına ne geldiyse sebep olan benmişim gibi azap duyuyordum. Bizler öz anne babamızın yanında olduğumuz için Erdem’e karşı haksızlık ediyor, suç işliyorduk belki de.

Sokakta saklambaç oynadığımız bir gün nasıl olduysa Elif ve Erdem tartışmaya başladı.  Küçücük bir olay: “Yok efendim, sen beni görmeden ebeledin. Olmaz, kabul etmem, saymam.” Elif köpürdükçe köpürüyordu. Erdem’in soğukkanlılığına karşı Elif’in kızgınlığı artıyordu. Ne söylesek kâfi gelmiyordu. Elif, hepimizin “Yeter artık, hadi oyuna devam edelim. Bırakın şu kavgayı.” laflarını duymuyordu bile. Önlenemez bir fırtınanın yaklaştığını görür gibiydik. Elif onca söylediği yetmezmiş gibi bir çırpıda söyleyiverdi aklından geçenleri:

-Zaten seni de evlatlık almışlar, gerçek anne baban bile değil onlar.

O anda zaman durdu, her şey dondu sanki ve derin bir sessizlik oldu. Kimsenin ağzını bıçak açmıyordu. Elif, söylediklerine pişman olduysa da geri adım atamadı. Ağzından cam kırıkları gibi dökülen sözcükler etrafa saçılmıştı bir kere ve ellerimiz kanamadan o cam kırıklarını toplamak artık imkânsızdı. Yine de kendini ilk toparlayan Erdem oldu. Sesinin tonunda en ufak bir incinmişlik, kırgınlık ya da esef yoktu.

-Biliyorum, dedi.

Belki de bu anda söylenecek en ağır söz buydu.

edebiyathaber.net (7 Aralık 2021)

Yorum yapın