Dönüşen dünyanın anlatıcısı: Abdulrazak Gurnah | Feridun Andaç

Aralık 7, 2021

Dönüşen dünyanın anlatıcısı: Abdulrazak Gurnah | Feridun Andaç

Abdulrazak Gurnah, romanlarında bize değişeni ve dönüşeni anlatır. İnsanlığın sürükleniş, çatışma öyküleri vardır orada. Anlatıların coğrafyası Afrika olunca, o değişkenlik ister istemez karşımıza sömürgecilik döneminin, sonrası süreçlerin gerçeklerini getirir önümüze. İşte Gurnah’ın romanlarının dokusu bu süreçlerin hikâyesini taşır bize.  

Onun anlatılarını bir “kıta”nın, Afrika’ın hikâyesi olarak okuyabilir miyiz?

Kolonyalist bir sürecin yansıları, oluşagelen melez kültürün hayatın her alanına yansısı… Ve bu anlamdaki sürüklenişlerin ortaya çıkardığı kırılgan hayatların öyküsü…

Gurnah’ın o dünyalara içten ve dıştan bakması, bir bakıma kolonyalizmin yansıları, göç mülteciliğin insanlık dramı olan yanları neredeyse bütün anlatılarının ortak özelilğidir.

Nasıl Bakmalıyız?

Kuşkusuz, roman roman gibi okunur. İçerlek anlamının okura gösterdikleri  kayda değerdir. Tarihe, zamana, coğrafyaya göndermeleri de olsa; eninde sonunda kurgudur. Bizi asıl okuma güdümlüsü kılan okurluğumuzun biçimi >algısı ve beklentisidir. Bu da, bir romanı niçin okuruzdan, neden/niçin okumalıyıza taşır bizi. 

Önümüzdeki roman/romancı ister istemez bizim bu seyrimizin bakışını etkiler. 

“Deniz Kenarında”yı okurken Abdulrazak Gurnah’a, onun kimliğine bakmamız kaçınılmaz. Bu da bize, neyi/neden/nasıl anlattığının ipuçlarını verebilir. 1948 Zanzibar doğumlu yazar, 1968’den, yani 20 yaşından beri İngiltere’de yaşıyor. 

Afrika’daki sömürgecilik sonrası dönemi anlatan Gurnah, İngilizce yazıyor. Müslüman bir ailenin çocuğudur ve eğitimini İngiltere’de tamamlamıştır Bu onun için bir yüzleşme/keşif yolculuğudur. 

NOBEL’in ödül gerekçesi, onun anlatıcılığının ipuçlarını da vermektedir bize:

“basitleştirilmiş, klişe tasvirlerden kaçınması, hakikate bağlılığı ve karakterlerin iki medeniyet, iki kültür iki hayat arasındaki hikayesini indirgemeci bir karşıtlık içinde değil, başkalığa, farklılığa yer açarak yetkin bir anlatımla ortaya koyması.”

                                                   ***

Romanlarında sömürgeci dönem ve sonrasından söz eder. Zanzibar, 1963’te İngiltere’nin sömürgesinden çıkar, bağımsızlığını elde eder. 

1964’te devrim, monarşi yıkılır. 26 Nisan 1964’te Tanzanya ile birleşir. Şiraz’dan gelen İranlılar kurar, göçmenler:  “Zencilerin Sahili” anlamına gelir; Farsça  “Zangi bar”. 

1503 – 1698 Portekiz hâkimiyetinde kalır ada. 1698’de Umman Sultanlığı’nın denetimine geçer. 1840’da Umman Sultanı Seyid Said bin Sultan El Busaid sultanlığının başkentini Umman’daki Maskat’tan, adadaki Stone Town kentine taşır. 1856’da ölümü üzerine oğulları taht kavgasına düşer. 

1861’de Sultanık Zanzibar ve Umman diye ikiye bölünür.  6. oğul Seyid Mecid bin Said – (1834 – 1870) Zanzibar Sultanı, 3. oğul Seyid Tuvani ise Umman Sultanı olur. 

ADA Sultanlığı 1890 – 1963 arası İngiltere’nin atadığı vezirler ve valilerce yönetilir. 10 Aralık 1963’te bağımsızlığına kavuşur. Anayasal Krallık olur. 12 Ocak 1964’te yönetim devrilir. 26 Nisan 1964’te özerk bölge olarak Tanzanya’ya bağlanır. 

                                                             ***

Gurnah; “kültürler ve kıtalar arasındaki körfezde sömürgeciliğin etkilerine ve mültecinin kaderine nüfuz etmesinden” dolayı 2021 NOBEL’ine uygun görülür.

Postkolonyal edebiyat uzmanıdır. Yayımlanan romanları şunlardır:

1987 – Ayrılışın Haritası

1988 – Hac Yolu

1990 – Dottie

1994 – Cennet

2001 – Deniz Kenarında

2005 – Terkediş

2006 – Kumdan yürek

2011 – Son Hediye

2018 – Sessizliğe Hayranlık

2017 – Çakıl Kalp

2020 – Ölümden Sonraki Hayatlar

Kimlik / aidiyet / bellek / gök onun başlıca temalarıdır. 

                                                 ***

İnsan geçmişini gerçekten de geride bırakabilir mi?”

Romanlarındaki anlatıcılarına baktığımızda, kendi göç deneyiminin yansılarını buluruz. Doğu – Afrika sahilindeki Ada – Ülke onun imgeleminde derince yer eder. Gidenlerle kalanların öyküsüdür anlattığı. O coğrafyanın ticaret hayatı, gündelik yaşamı, insan ilişkileri romanlarına yansır. 

Gurnah, bir yerin, coğrafyanın, oradaki yakın tarihin ve bunlarla yaşamı biçimlenen insanlık gerçeğinin anlatıcısıdır. 

Şöyle diyor bir konuşmasında:

“Bir yer hakkında yazmak için orada bulunmanız gerekmiyor, o yer zaten sizi siz yapan her şeyin içine işlemiştir.”

İşte o işleyenlerin ne/nasıl olduğunu anlatır bize. 

Yazarak var ettiği dünya, kendi geçmişi ve bugünü içindeki dünyadır. Anlatıcı olarak kendini burada konumlandırır. 

Sömürgeciliğin getirdiği her türlü yıkım onun anlatılarının odağında yer alır. Özellikle geçmişle bugünde yaşayanların yabancılaşma/ötekileşme hallerinden söz eder. Konusunu odaklandıran bir anlatıcıdır. 

Seçtiği kahraman, anlatıcının çoklu bakışıyla göç/mültecilik/kimlik/aidiyet/varoluş sorgusuyla dünya ve insanlık hali olarak karşımıza çıkar. Gurnah, burada, her bir kahramanına tüm bu izleklerin taşıyıcısı “rolünü “ verir. Adeta, “anlat ki, anlaşılsın” der. 

Gurnah, dönüştüren bir hikâye anlatıcısı. Yaşamsal zenginlikler kadar, Doğu anlatılarının imgelemi de onu sarmalar. Hikâyesinde insanı, insanlık durumlarını önceler. 

“Önce çocuk. Adı Yusuf’tu ve on ikinci yaşında birden evinden ayrıldı. Bunun günlerin birbirine benzediği susuzluk mevsiminde olduğunu anımsıyordu.” (*) 

“Cennet” romanı böyle başlıyor. Yusuf’un öyküsüne takılıp giderken, dünle bugünün iç içeliğinde insanın sürüklenişi, Zanzibar gerçeğindeki kendini var etme/konumlandırma durumunu gözleriz.

Göç ve göçmenlik, mülteci olma hali ülkenin/adanın gerçekliğiyle yüzleştirir bizi. Terkedilmişliğin burukluğunu anlatan Gurnah; bir ülkenin belleğine, yerin tarihine yolculuğa çıkarıyor okurunu. Sömürge zihniyetinin egemenliğinin Afrika insanının hayatına nasıl  sızdığının, onlara ne tür travmalar yaşattığının öyküsünü “Cennet” romanı birçok yönüyle  yansıtır. 

Köle – efendi zihniyetinin toplumun genine nasıl işlediğinin öyküsüdür asıl anlatılan. Bir anlamda, gelen gideni aratmaz. Ve toplumdaki yozlaşma, çürüme bu anlatıların odağında yer alır. Romanlarının tarihsel arka planını sömürgecilik dönemi ve sonrası oluşturur. Kendinden kaçan insanın öyküsünü anlatır bir bakıma. “Son Hediye”, “Sessizliğe hayranlık”, “Deniz Kenarında” romanlarında bu izlek ön plandadır.

Ertelenen, savrulan, çözülen hayatlar. Sömürgecilik bitse de; sömürge ülkenin insanları onları sömürge kılan ülkeye dönerler yüzlerini. Bir kurtuluş, bir umut özlemiyle kendilerini İngiltere’ye taşırlar. 

İşte Gurnah’ın roman yolu/coğrafyası da bu kesişmeler ve ikilemler üzerine kurulur.

“Deniz Kenarında”dan Yansıyan

Romanın kahramanı Salih Ömer işte o umutlarla İngiltere’ye kaçak gelen biridir. Mülteciliği göze almıştır. Adım adım bu yolculuğuna yönelir… Kendini burada konumlandırmak, var olmak isterken karşısına çıkan Latif’le yeni bir sürüklenişe yönelir. Bu da kaçtığı, geride bıraktığı ülkesi ve yaşadıklarıdır.

Bugün, bir Gurnah okurunun yüzünü/ yönünü Afrika’ya, sömürgecilik tarihine dönmesi kaçınılmaz. Özellikle kolonyalist dönem ve sonrası ortaya konulan edebiyata baktığımızda; kıta Afrikası’nın birikimi gözardı edilmeyecek kadar zengindir. 

Tayeb Salih’tan başlayıp Coetzee’ye uzanan bir birikim var karşımızda. 

Gurnah, bu çizginin 1950 sonrası halkasında yer alır. 

Kıta Afrikası’nın ilk edebiyat Nobel’ini taşıyan Cezayir doğumlu Albert Camus’dür (1957). 1986’da Nijeryalı Wole Soyinka, 1988’de Mısırlı Necip Mahfuz, 1991’de Güney Afrikalı Nadine Gordimer, 2003’te gene Güney Afrikalı J. M. Coetzee Afrika’nın Nobelli edebiyatçıları oldu. Gurnah ise bu listenin yeni adı. Romanları hem kıtanın, hem de ülkesi (Tanzanya) Zanzibar’ın sömürge dönemine ve sonrasına tanıklığı getirir. 

Afrika gerçeği bir kez daha edebiyatın odağında yerini alır. 

Wole Soyinka, kıta Afrikasına bakışını şu düşünceleriyle temellendiriyordu:

“Afrika hem isteklerin gerçekleşmesi hem gerçeklik, hem varsayımlar hem tarihsel gerçeklikler, hem kurgu hem de anılardır. Afrika’nın genel olarak, kullanılmamış doğal kaynaklar deposu olarak tanındığı şüphesizdir. Afrika bazıları için bir arzu olarak var olsa da, aynı zamanda başkalarının uyanmak için dua ettikleri bir kabustur; dünyanın geri kalanı için kelimenin tam anlamıyla sökülebilecek ilmekleri olan tarih yelpazesinin bir parçasıdır. Yine de, diğer bir yandan, Afrika’nın hala sonsuz imkalara sahip ve potansiyelinin keşfedileceği günü bekleyen bir yer olduğuna inanmış birçok kişi bu davetkâr ama şaibeli ziyafete katılmak için istekli görünüyor. Bunlardan büyük bir kısmı bu keşfin bir parçası olmayı ve keşfedildiğinde orada bulunmayı istiyor.” (**) 

Abdulrazak Gurnah, ilk kez 1998’de “Cennet” romanı ile Türk okurunun karşısına çıktı.  Yazarın 1994’te yayımlanan beşinci romanıydı. İlk romanı “Ayrılışın Hikâyesi” 1987’de onu edebiyat dünyasına taşımıştır. 

Nobel’e giden yolu, ülkesinin ve ülke insanının yaşadığı dramın romanının dokusuna yansıyanların belirlediğini söyleyebiliriz. 

Eski bir kıta olsa da; 1960’larda sömürgecilikten kurtulmaya yönelen, bu yönde bağımsızlık savaşları veren Afrika ülkelerinin gerçeği dünya için hep yeni ve gündemde olan bir olgu. Ve her an, her durumda değişken bir kıtadır Afrika. 

Wole Soyinka’nın altını çizdiği Afrika gerçeği her dem “taze” güncel ve gündemde. Abdulrazak Gurnah romanları o güncelin ve gündemde olanın ne olduğunu görebilmemize kapı aralayacak diye düşünüyorum. 

(*) Cennet, Abdulrazak Gurnah; Çev.: Abbas Örmen, 1998, Adam Yay., 200 s.

(**) Afrika’ya Dair, Wole Soyinka; Çev.: Merve Yalçın, 2018 Hece Yay., 207 s.

edebiyathaber.net (7 Aralık 2021)

Yorum yapın