Öykü: Devrim | Erdal Güreş

Temmuz 25, 2021

Öykü: Devrim | Erdal Güreş

O sırada ailemle beraber, Antep’de işçi evlerinde, sarı boyalı evde oturuyorduk. Semt camisiyle duvar komşusuyduk. Her sabah ezan sesiyle uyanmanın ayrıcalığını hissediyordum. Civardaki en yüksek bina bizimkiydi. Çok sayıda işçi ailesiyle beraber yaşayıp gidiyorduk. Adres sorduklarında ‘’işçi evleri’’ deyip kestirip atardı annem. Babam sürekli grevdeki işyerinde kâtiplik yapıyordu. Her sabah erkenden uyanıyorduk. Babam koşturarak grev çadırına nöbeti devralmaya gidiyordu. Eve geldiğinde çadırı, giydiği önlüğü, kafasına taktığı şapkayı heyecanla anlatıyordu. Akşamları pek bir şey yapmıyorduk. Ne ailemin ne de benim bir yere gidecek paramız vardı. Diğer evlerin ışıkları geç saatlere kadar yanıyordu. Ama bizim evimiz erkenden kendi kabuğuna çekiliyordu.

Henüz okullar açılmamıştı. Arkadaşlarımın çoğu şehir dışındaydı. Ya köylerinde ya da sayfiye yerlerinde vakit öldürüyorlardı. Caminin hemen yanı başında bulunan küçük, minicik okulda hazırlıklar başlamıştı. Tahta sıralar bahçeye dizilmiş, tek tek elden geçirilip verniklenerek içeriye alınıyordu. Geçerken eksildiklerini görebiliyordum. Hiç sıra kalmayıncaya kadar sevinçle takip etmeye karar vermiştim.

Büyükçe kapıyı ve okulu çevreleyen demir korkulukları boyayan Necip Amca’yla her sabah selamlaşıyorduk. Kendisine boz bir çoban köpeği eşlik ediyordu. Beni görünce anında havlamaya başlıyordu. Sokakta in cin top oynuyordu. Evlerin çoğunun perdeleri çekilmişti. Tanıyordum hepsini. Kendi ayak seslerimden ve köpeğin havlamasından başka hiç bir şey duymuyordum. Sınıfların pencereleri sürekli açık duruyordu. İçeriden sızan keskin yağlı boya kokusu etrafı kaplıyordu. Okul kederli yalnızlığından kurtulmaya çalışıyordu. Necip Amca selam verdiği elini indirdikten sonra, ‘’ Gözün aydın, bak az kaldı, yakında sende kavuşacaksın okuluna,’’ diyordu. Fabrika servisini beklediğim noktaya koşuyordum.

Annem güzel kadındı. Alt dudağında mor et beni vardı. Yüzündeki gamzesi her daim canlıydı. Saçlarına düşen kırlar onu daha da güzelleştiriyordu. Böyle dediğimde, ‘’Dalga geçme, bizim güzelliğimiz eskilerde kaldı,’’ diyordu. Sürekli konuşurdu. Ama hep parasızlıktan bahsederdi. Kiradan, borçlardan, en çok da babamın içkisinden. ‘’Dert içsin, ona gelince parayı nasıl buluyor, anlamıyorum.’’Ben anlıyordum. Hatta biliyordum. Her akşam Vitamin Bakkala uğradığını arkadaşlarımdan duyuyordum. Uzun süren bu konuşmaların sonu hep kavgayla bitiyordu. Babam sehpanın üzerindeki rakı kadehini başına diker, elinin tersiyle dudağını siler, sinirli adımlarla yatmaya giderdi. Çoğu zaman kendi hazırladığı salatalık tabağı hiç dokunulmamış halde öylece kalırdı. Armut dibine düşermiş. Dedemin fotoğraflarına baktığımda anlıyordum. Tıpkısının aynısıydı. Dımdızlak bir kafa, arkaya limonla yatırılan iki üç tel saç. Ufak tefek kendi halinde bir adamdı. Konuşmazdık hiç. Günaydın sözcüğü bizim eve uğramazdı mesela. Babam da hiç öğrenemedi bu kelimeyi.

Babamdan sonra annem de balkona geçerdi hemen. Sessizce ağlardı. Bana duyurmamaya çalışırdı ama ben hissederdim. Ne de olsa bu evde yaşıyordum. İç çekiçleri aralık kapıdan sızar, salonun orta yerine düşerdi. Işıkları solgunlaştırırdı. Balkonun sineklik kapısı aralanınca hafiften cayırtı kopardı. Anlardım ki annem de yatacak.

Çoğu zaman onlar yatmaya gittikten sonra, kendimi dışarı atardım. Kavakların bulunduğu mesire yolunun kenarında yürürdüm. İçinden geçen Alleben deresinin güçsüz sesini duyar, yüzümü yalayan ılık gece rüzgârıyla içim ürperirdi. On dört yaşındaydım. Karanlıktan çok korkmama rağmen, erkekliğime bok sürdürmek istemezdim. Bazen yol kenarından ayrılıp içeriye ağaçların arasına dalardım. Nefes nefese kalıncaya kadar yürürdüm. Sonra durur sırtımı ağaç gövdesine dayar, sessizce ağlardım. Yüzümü sarı binaya dönerdim. Korkuyla karışık duyguları yüreğimde biriktirirdim. Bir an önce okulum açılsın diye yalvarırdım. Hışırdayan yapraklar, arada sırada havlayan köpekler dışında kimsecikler olmazdı. Ayağıma çimenler dolanırdı bazen. Düşerdim. Toprağın serin kokusunu içime çekerdim. Sonra da hızlıca yeniden geldiğim yola dönerdim. On dakika yürüdükten sonra top oynadığımız alana gelirdim. On dakika hesabım adımlarımla birebir ilişkiliydi. İçimden adımlarımı sayardım hep. Beş yüz doksan bir, doksan iki. Sürer giderdi. Elektrik direğinden yansıyan ışık sahayı gündüz gibi aydınlatırdı. Burada biraz oyalanırdım. Kale taşının üzerine oturur düşünür, dereden akan cılız suyun sesini dinlerdim. Hızlı adımlarla eve dönerdim sonra. Binamız uzaktan sessizliğe gömülmüş beni beklerdi. Sessizce eve girer, hemen uyurdum.

Abim İstanbul’da yaşıyordu. Hukuk okuyordu. Sürekli mektuplaşırdık. Annemin iyi olduğunu, babamın içkiyi bıraktığını yazıyordum. Arada içki içecek para mı var, nasıl içsin anlamına gelen cümleler kurunca, mektup bittiğinde hemen pişman olurdum. Morali bozulmasın diye üzerini karalardım. Sarı saman kâğıdı ışığa tutup karalanan cümleleri çözmesinden korkmuyor değildim, ama sorduğunda kılıfımın hazır olduğunu biliyordum. Dört gözle cevap beklerdim. Arada içinden fotoğraflar çıkıyordu. Siyah, beyaz. Renksiz ve soluk görünüyordu. Yüzünü kaplayan sakallarını kıskanıyordum, yalan yok. Hemen büyümek istiyordum. Sarı binadan, bu işçi evinden kaçıp kurtulmak tek çareydi. Okullar açılsın, yeniden kapansın. Hızlıca sürsün gitsin ve sonlansın istiyordum.

Bazen babama İstanbul’u soruyordum. Sirkeci’yi ve oranın otellerini anlatıyordu. Sonra da dili kitleniyordu. Bu şehirden pek nadir çıkmışlardı. Hatta çıkmayı hiç arzulamamışlardı. İpek yolundan geçen arabaların uzak hışırtısı onlara hiç bir şey ifade etmiyordu. Herkes kötü ve bencildi. Yoksuldular, aynı zamanda işçiydiler. Bende Başpınar’dan öteye geçememiştim. Her sabah bindiğim Bedford kamyonun o sapaktan dönmeden, sola içeri fabrikaların olduğu bölüme girmeden uzaklara gitmesini istiyordum. Her gün kamyonun arkasında sallanarak işe gidip geliyordum. On dört yaşımın getirdiği avantajlarımı biliyordum. Okullar açılınca sallantı bitecekti. Karşımda bağdaş kurmuş sırtını dorseye dayamış uykulu gözler gidip gelecekti. Ama ben okullar açılınca inecektim. Onlara baktıkça yüreğim acıyor, gözlerim yanıyordu.

 Abim en son yazdığı mektubunu sonlandırırken iki hafta sonra görüşürüz, diye yazmıştı. İçimizi ailecek tuhaf bir sevinç kaplamıştı. Babam iki hafta boyunca her seferde sevinçten içti. İlk defa dikkatlice gözlerine baktım. Gözlerinden akan yaşların ne anlama geldiğini anladım. Annem artık ağlamıyordu, sadece hazırlık yapıyordu.

Abim eve o gece mola yerinden telefon ettikten yaklaşık üç saat sonra geldi. Vakit gece yarısına yaklaşmıştı. Annemle balkonda oturmuş çay içiyorduk. Babam televizyonun karşısına geçmişti. Neşeli çalan müziğe eşlik ediyor, kendi halinde rakısını içiyordu. Bana seslendi. Televizyonun önünde duran sarı plakayı kaldırmamı istedi. ‘’Kaldır şunu ya. Gözümü alıyor, siyah beyaz daha iyi.’’ Kaldırdığımda, bağdaş kurduğu ayağını gevşetip, ‘’ Oldu işte. Kafalar ufaldı ya. Neydi öyle,’’ dedi. Ailecek abimden medet umuyorduk. O geldiğinde her şeyin düzeleceğini inanmıştık sanki. Umuttu bizimkisi. Sadece umut. Öyle olmasa bu saatlerde çoktan kavga etmiş ve yatmış olurduk. Abim çoktan gelmişti. Hatta mektubunun son cümlesini okuduğumda tüm bedeniyle aramızdaydı artık.

Sonunda elinde bir bavulla çıkageldi. İşittiğim ilk şey merdivenlerdeki ayak sesleri oldu. Adımları genç ve hırs doluydu. Saçları adam akıllı uzamış, sakal bıyık birbirine karışmıştı. Herkesle tek tek kucaklaştı. Sürekli kafamı okşuyordu. ‘’Büyümüşsün, kocaman adam olmuşsun,’’ diyordu. Balkondaki ışık cılızdı, salondan da az ışık geliyordu. Başta onu düzgün göremedim. Gözlerim alışınca heybetli duruşundan gururum okşandı. Erkek gibi konuşuyordu. Annem sürekli mutfaktaydı. Yarım kalan sohbetler tamamlanıyordu. O gece herkes çok geç uyudu.

Birkaç gün sonra beraberce çarşıya giden ana caddeye yürüdük. Yol boyunca annem ve babam hakkında konuştuk. ‘’Buralar çok değişmiş,’’ dedi. ’’Babamlar grev yapıyor ama kimsenin umurunda değil. Herkes herkesi ezmeye çalışıyor. Nereye baksam paraya tapan insanlar görüyorum. Bu dünya değişmeyecek. ’’ Yumruğunu sıkıyordu, yol kenarında duran taşa sinirlice tekme salladığını gördüm. ‘’Şu evlere bak,’’ dedi. Eliyle işaret ettiği evlere çevirdim bakışlarımı. Anlam vermeye çalışıyordum. O sırada Antep’in en zengin caddesini yarılamıştık. Caddenin iki yanına dizilmiş zengin evlerini gösterdi. Yüksekçe duvarlarını işaret etti. ‘’ Ne kadar da korunaklı.’’ Evler karanlığa gömülmüştü. Kapıları ve pencereleri ahşap panjurlarla kapatılmıştı. ‘’ Bu tür evler midemi bulandırıyor. ‘’ Durdu, gözlerini kısıp dikkatlice baktı. Kafasını salladı. Aklıma İstanbul geldi nedense. ‘’İstanbul’da durum nasıl?’’ diyebildim sadece. Orasını farklı hayal ediyordum. ‘’Sistem aynı. Burada da aynı, orada da aynı. Büyük balık küçük balığı daima yutuyor.’’ Sessizce yürüdük. Trafik canlanmaya, insanlar kalabalıklaşmaya başlamıştı. Başkarakol’ a gelince, ‘’Ben buradan ayrılıyorum,’’dedim. Yüzümü okşadı.’’Paran var mı?’’ , diye sordu. ‘’Var, var.’’ Hızlıca elini cebine sokup avucuma para sıkıştırdı.  Paranın sıcaklığını hissettim avucumda. Yürüdüğü adım attığı her yeri ben de adımladım arkasından. Gizlice takip ettim. Kırkayak’da bulunan kır kahvesine gidiyordu. Gövdeleri beyaza boyanmış ağaçların altında saatlerce konuşup sanırım devrim yapacaklardı. Büyük balığı öldüreceklerdi belliydi.

O günden sonra abim günlerce yok oldu. Eve de gelmedi. Hayaletlere inanmaya başlamıştım. Evin içinde sessizce dolaşıyordum. Küçük balkon camına ulaşıyordum sonra. Gözlerimi bomboş sokağa dikiyordum Askerler gibi yerlerde sürünüyordum. Abimi arıyordum gizli bölmelerde. Sonra vazgeçiyordum. Alleben’e koşuyordum. Kurtuluşumdu o benim. Kendimi akan sularına bırakmalıydım. Bırakıyordum da. Zalim insanları, acımasız yönetenleri elimi daldırdığım soğuk suyun altında arıyordum. Yokladığım, ulaştığım soğukluk yüzü yosun tutmuş çakmak taşlarıydı. Avucumdaki taşları sımsıkı tutuyordum. Sol elimi göğe doğru kaldırıp taştan sızan suyun bileklerimden aşağıya inişini seyrediyordum. Sonra gözlerimi çok uzaklara dikiyordum. Kollarını açmış bir kadın beyazlar içinde havada asılı kalmış, rüzgârın etkisiyle dalgalanıyordu. Gözümü açtığımda gün ışıyordu. Alnımda sadece biriken ter damlaları vardı. Abim elindeki tabancayı uzatıyordu. Daha önce hiç kullanmadın biliyorum ama yastığının altında kalsın, diyordu. Dedi mi, demedi mi ayırdında değildim. Kendimi, yağmura aldanma sonunda hep güneş açar diyen adamın söylediklerini tekrarlayarak avutuyordum.

Birkaç gün sonra abim çıkageldi. Koltuğunun altına bir iki kitap sıkıştırmıştı. Yorgun görünüyordu, çok yorgun. Bunları sana getirdim diyerek kitapları masanın üzerine bıraktı. Hemen koşup kitapları incelemeye başladım. Bazılarını tanıyordum. En ilgincini elime alıp sayfalarını karıştırmaya başladım. ‘’Mektuplarla ilgili,’’ dedi, abim.’’Ama bizimkilerden farklı.’’ Marks ve Engels’in mektuplarıymış. ‘’Tüm şehirler hareketli. Sokaklardayız. Bu iyi haber. Sona yaklaşıyoruz.’’ Neyin sonuna yaklaşıyorduk. Niçin herkes sokaklara dökülüyordu. Anlamıyordum. Babam dikkatlice bizi izliyordu. Rakı bardağına uzanıp kafasına diktiğini gördüm. Gözlerinden ateş fırlayacaktı. Bardağı sertçe sehpaya bıraktı. ‘’Biz iki yıldır çadırdayız. Değişen ne? Boş, hepsi boş,’’ diye sertçe söylendi. ‘’Bu iş böyle sürüp gitmez. Bu adaletsiz dünya değişecek. Er ya da geç,’’dedi abim. Uzun konuşacak sandım ama kısa kesti. Beraberce uyuduğumuz küçük odaya geçti hızlıca. Kendinle konuşuyordu. Pijamasını giymiş halde geldi. Annemin ısrarlarına dayanamayıp yemek masasına oturdu. ‘’Aç değilim ama senin dolmalarını özlemişim.’’ Yüzü gülmeye başlamıştı. Annemin et beniyle oynuyordu. Annemin kaç gündür nerelerdeydin sorusuna gülerek geçiştirdi. ‘’Her şey gençlere bağlı. Siz fakirlikten başka bir şey tanımadınız. Ama biz değiştireceğiz. Eşit bölüşeceğiz.’’ Bana dönerek konuşuyordu, sesi ölçülü ve güvenliydi. Babam dudak kıvırıyordu. Annem anlamadığı için susuyordu. Sofrayı toplarken, ‘’ Sokaklara kıran girsin. Her gün masum gençler ölüyor. Yetmedi mi? ‘’ diyordu.

Sabah herkesi uyanmış halde buldum. Bir an işe geç kalmaktan korktum. Duvardaki saate baktım. Tuhaflık göremedim. Hızlıca hazırlandım. Abim babama akşamki toplantıdan bahsediyordu. ‘’Belkıs Düğün Salonu’nda yapılacak.’’ Çıkarken annem elime bir şey tutuşturuyordu. Dışarı çıktığımda elimdekinin peynir dürümü olduğunu anladım. Hem de ev ekmeğine yapılmıştı. İştahla yemeye başladım.

Servis noktasına geldiğimde şehir çok sessizleşmişti. Bedfordun homurtular çıkartarak geldiği yöne gözlerimi dikmiştim. Her zamanki saati on dakika geçirmişti. Caddeden ne araç, ne de insan geçiyordu. Yarım saatten fazla bekledikten sonra önümden askeri bir cemsenin geçtiğini gördüm. Manoğlu Köprüsü’nün tam ortasında sertçe fren yaparak durdu. Askerlerin ahenk içinde atladıklarını gördüm. Komutan sürekli talimatlar veriyordu. Postal sesleri kulağıma kadar geliyordu. Köprü boyunca dizildiler. Komutanın işaretiyle bir askerin bana doğru koşturduğunu gördüm. Şaşırmıştım. Neler oluyordu anlam veremiyordum. ‘’ Ne bekliyorsun burada böyle?’’ dedi yanıma gelen asker. Yüzü güneşten kararmıştı. Elleri tüfeğin kabzasını sıkıca kavramıştı. ‘’Servis bekliyorum.’’ Sesim titriyordu. Uzaktan komutana durumu seslice rapor etti. Kimliğimi istedi. Bakarken diğer gözüyle de beni takip ediyordu. ‘’ Altmış altılısın. Kardeşim gibi. O da senin gibi on dört yaşında.’’ Tüfeğini hafifçe gevşetti. Ağırlığı altında eziliyordu.’’Nerede oturuyorsun?’’ diye sordu. Az ilerde işçi evlerinde diyebildim. Annemin yaptığı gibi kestirip atamadım. Heyecanımı gizleyemiyordum.  ‘’Servis falan gelmez. Haydi, evine,’’ dedi kimliğimi uzatırken.

Koşar adım eve yürümeye başladım. İçimi anlam veremediğim gizli sevinç kaplamıştı. İşe gitmeyecek olmama seviniyordum sanırım. Okul bahçesinde tek bir sıra bile kalmamıştı. Pencereler sıkı sıkıya kapanmıştı. Eve vardığımda abim balkonda ayakta durmuş sokağa bakıyordu.  Televizyonun sesi sonuna kadar açılmıştı. Bayram günlerinde olduğu gibi askeri marşlar çalıyordu. Benden az sonra babam da geri geldi. Suratı kireç gibi olmuştu. Balkon kapısına yaklaşınca,‘’Devrim diyordunuz. Al sana devrim,’’ dedi sertçe.

edebiyathaber.net (25 Temmuz 2021)

Yorum yapın