Öykü: Bez bebek | Selma Özhan

Ocak 20, 2024

Öykü: Bez bebek | Selma Özhan

Geçimini terzilik yaparak sağlıyordu İlkin. Bez bebek dikmek de hobisiydi. Kızının sevdiği renklerde türlü kumaşlar alıyor, yöresel giysileriyle bebekler dikiyordu.

Şimdi de Hintli bebeğe başörtüsü yapmaya uğraşıyordu ama kullandığı kumaş öyle kaygandı ki bir türlü düzgün kesemiyordu. Halbuki makas kullanmayı ta çocukluğundan bilirdi. Buna karşın parmak araları su toplamış, iğnenin dokunduğu yerler delik deşik olmuştu.

Zor da olsa sonunda bez bebeğe son şeklini verip bitirdi. Geriden tutarak eserine şöyle bir baktı. Bacaklarına biraz daha pamuk doldursa mıydı? “Hayır hayır yeterli,” dedi. “Eminim bunu daha çok sevecek.”

Düzgün iş çıkarmanın gururuyla sırtını duvara yasladı. Uzun soluklu bir “oh” çekti. Sonra da mutlu bir şekilde kızının yanına vardı.

“Güzel kızım benim. Ba ba bana bakar mısın? Sa sa sana, ye ye yepyeni bir be be be bebek daha bitirdim!”

Kendi halinde oynayan kız, kaşlarını çatarak annesine, sonra da bebeğe baktı.

“Bugün doğum günümdü anne!” dedi, arkasını döndü. Pencereye doğru yürüdü.

“Biliyorum kızım. Unuttum mu sandın? Bu özel gün için bu bu bunu yaptım sa sa sana.”

“Bez bebeklerle oynamak istemediğimi sana kaç kere söyledim anne! Artık bunları görmek istemiyorum!”

Sert bir hareketle annesinin elinden bebeği aldı, saklar gibi yaparak arkasına fırlattı.

İlkin, kızından bu davranışı beklemiyordu. Onun bu hareketi karşısında dondu kaldı.

“Ama! He he hepsiyle de oynuyordun. Senin içindi… Bunu da beğeneceğini um um umuyordum.”

“Yaptıklarının hiçbirini beğenmiyordum ki! Üzülürsün diye söyleyemiyordum.  İstemiyorum bunu, odamdakileri de!”

Kadın kızına sarılırken duygu yüklüydü. Sırtını sıvazladı. Onu sakinleştirmek için kızın karşısına geçip özel bir konuşma şekli aldı.  

“Peki, Peki. Üzülme. Söz veriyorum! Bu son. Artık bez bebek yapmayacağım,” derken, cümleler ağzından sağalıvermişti.

Kız, annesinin bir çırpıda konuşmasına şaşırdı. Kendisi de…

“Bekle biraz, ha ha hazırlanıp ge ge geliyorum!”

Heyecanlanınca tahtaya kalktığında da böyle olurdu. Sınıf arkadaşlarının alaylı bakışları arasında boğazından kurtulan her sözcük, acı çeker gibi çıkardı ağzından. Üstelik tam konuşacağı sırada boğuluyor gibi olur gözlerini tavana dikerdi. Durumuna hep üzülse de şu anki üzüntüsü bambaşkaydı.

Bu ay kendine ayakkabı almayı planlamıştı. “Tabanı hâlâ sağlam olan var. Şimdilik onunla idare ederim,” dedi, kendi kendine.

Çekmeceyi açtı. Annesinden kalan tek hatıra bez bebeği görünce onun acılı sesi kulaklarında yankılandı.

Her şey küçük bir çocukken sabahın ilk saatlerinde başlamıştı. Uyandığında evde kimse yoktu. Bebeğiyle oynarken kapı açılma sesini duyunca sevinmiş, annesini görünce koşup sarılmıştı.

Annesi, bozkırın sert yaşamında büyümüştü ama adı gibi narindi. Gündelik yaşam kendi ritminde dura kalka yol alırken o, ilk sabahını bir adım öne taşıyordu. Kocası, tarlaya gitmek için hazırlığını yapmış yola çıkacaktı. Vedalaşırken kapı eşiğinde durup kadının solgun yüzüne bakarak, “Allah’a emanet ol,” demişti. Kadınsa oğlan babası olmak isteyen eşinin gözlerine sessizce bakmıştı sadece. Bakışıyla çok şey anlatmıştı aslında. Bakmanın dili olsaydı ona şöyle derdi. “Kendi başıma bu çocuğu sağ salim doğurmayı becereceğime inansam da korkuyorum Seyit.”

O gece beline doğru yayılan ağrıları söylememiş sabahı sabah etmişti. İçeri girince uyuyan çocukların yanına oturdu. Bir süre sessizce onları izlerken büyük kızının varlığı yüreğini cesaretlendirdi. Küçük kızını kucaklayıp yavaşça kapıyı kapatıp evden çıktı. Kız kardeşine gitti. Avlu kapısına varınca seslendi. Durumuyla ilgili bir şey söylemeden çocuğu onun kucağına verip yürüdü. 

Eve dönerken ayakları birbirine dolaşıyordu. Odaya girdiğinde kızı uyanmış, bez bebeğiyle oynuyordu. Altı yaşındaki çocuğa durumunu nasıl anlatacağını bilemiyordu. Korkuyordu. Utanıyordu. Ama düşündüğünü yapmaktan başka çaresi yoktu. Kararını verdiğinde yalnız olmadığına sevinse de güç alacağı kişi henüz küçük bir çocuktu. Önüne iki bisküviyle bir lokum koyarken bir kardeşi olacağını anlatmalıydı ama nasıl anlatacaktı? Düşündü taşındı, karnı ağrıdığı için sesi çok çıksa bile ona adıyla çağırmadıkça arkasına dönüp bakmamasını söyleyebildi.

Kız, annesinin terli yüzüne bakarak söylediklerini dinlese de ne söylediğini tam anlayamamıştı. Boş bakışlarla yalnızca ‘evet’ anlamında başını sallamış, sonra da arkasını dönüp eteğindeki gül kokulu lokumu ağzına alıp biraz beklettikten sonra emerek yutmuştu. Tadı öyle güzeldi ki bir tane daha istese miydi? Vazgeçti. Gözlerini yumarak bisküviyi kokladı. “Oh, kokusu çok güzel!” dedi. Dudaklarına dokundurdu, sonra da bez bebeğin sabit kalemle çizilmiş ağzına yanaştırdı.

“Bak, eben ne verdi? Kokusu çok güzel, bunu da sen ye! Deden evde yok. Tarlada çalışıyo. Gelince çarşıya gidecek. Somun getirecek. Yumuşak yerinden bölüp biraz yağ sürerim… Üstüne şeker de ekerim. Oh! Onu da birlikte yeriz… Tamam mı?” demiş, yutkunmuştu.

Bu arada annesinin acılı sesini duydukça titriyor ama göz ucuyla bile ona bakamıyor, bebeğiyle konuşuyordu.

“Kulağını kapatayım mı? Hıh, böyle iyi olacak. Korkma bebeğim.” Sonra da yüksek fısıltılı sesle, “Of! Sen de yüzüme ne öyle bön bön bakıp duruyon? Yesene şunu!” demişti.

Bu defa kimseyi yanında istememişti Narin. Oğlan doğuramadığı için eltilerinin alay etmesine fırsat vermeyecekti. Sağ salim çocuğunu kucağına alsın da kız-oğlan, her ne olursa olsun önemi yoktu.

Sancılar sıklaştıkça duvardaki gölgeler bir o yana bir bu yana zıplıyordu. Derin nefes alarak gözlerini yumdu. Bu hâldeyken görüntüler kayboluyordu ama kızına bakmak için gözünü açınca odadaki eşyaların devinimi artıyor, gerisin geri sıkıca tekrar yumuyordu. Bacaklarına sızan akıntıyı hissedince korktu. Sendeleyerek ayağa kalktı. Kapıyı içeriden sürgüledi. Perdeyi kapattı. Sıcak su, leğen, makas, eski bir çarşaf hazırladı. Minderin üstüne yattı. Başını yukarı doğru kaldırdı. İki eliyle bir şey rendeliyormuş gibi ellerini karnının üzerinde bir aşağı bir yukarı oynatırken tüm ağırlığını bacaklarına doğru verdi, bedenini savururcasına öne doğru yekindi. “Haydi dayan, dayan!” dedi. Sesi odada tok bir şekilde yankılanırken sığındığı büyük güce yakarıyordu. Bütün gücünü toplayarak çarşafın bir ucunu düğüm yaptı. Yaptığı düğümü acılı sesini boğmak için dişlerinin arasına sıkıştırdı. Dudaklarını sıkıca kapattı. Elleriyle bel boşluklarına bastırırken boğuk sesiyle “Ikın da bitsin artık!” diyordu. Başını doğrultunca kendi canından kopan, sokulgan küçük varlığı gördü. Az evvel böğründe uykulu hâlde yumulan bir canlıdan başka bir şey olmayan can parçasını beyaz vücudunun üzerine kapadı. Doğumun taze kanından gelen keskin demir kokusunu solurken küçük el, elinin içindeydi. Sıcak, yumuşak bir şeydi avucunun şeklini alan. O, bu sıcaklığı bu yumuşaklığı düşünmüyor, parmakları arasında hapsolan teni seyrediyordu. Toprak rengi küçük el; aydınlık bedeninin üzerine şaşırtıcı bir biçimde kapanmıştı. Üstünü örtmek için elleriyle çevresini yokladı. Uygun bir şey bulamadı. Makasa uzandı, alamadı. Göz ucuyla yeni dokuduğu yaygıyı gördü. Bedenini kımıldatamayınca onu almaktan vazgeçip bir minder çekti, bacaklarının üstüne koydu. Sonra da el yordamıyla makası alıp titreyen elleriyle bebeğin göbek kordonunu kesti.

Kızı, tembihlediği gibi hâlâ arkası dönük oturuyor, omuzlarını boynuna doğru kasmış, bir o yana bir bu yana sallanıyordu. Tekrar seslendi ama kız onu duymadı.

Aynı şekilde oturmaktan ayakları uyuşmuştu kızın. Yavaş yavaş kıpırdanarak bacaklarını öne doğru uzattı. Üzerine bebeğini yatırdı. Ninni söyleyerek sallamaya başladı.

  “Yat uyu! E e… Dandini dandini dastana, danalar girmiş bostana…”

Bu arada omuzlarını kasarak çenesini iki eliyle desteklerken kulaklarını kapatsa da duyduğu seslerden korkuyor, gözlerinden yaşlar döküldükçe önündeki bez bebeğin sabit kalemle çizilmiş kaşı, gözü, gülümseyen dudak çizgisi dağılıyor, mor mavi harelere dönüşüyordu. Annesinin kendisine seslendiğini anlamıyor, bütün vücuduyla sağa sola, öne arkaya doğru sallanırken, “Hu hu hu…” diyordu. Çaput yığını hâline gelen bez bebeğe sıkıca sarıldığı sırada kendine seslenildiğini duyunca korkuyla döndü. Annesini ve küçük çıplak kanlı bedeni görünce ne yapacağını şaşırdı. Gözlerini yumdu. Bağrına bastığı bez bebek kucağında titredi, yere düştü. Ani bir hareketle onu yerden alıp gözlerini tekrar yumdu. O durumda sarsak adımlarla pencereye doğru yürürken kardeş bebeğin ağlama sesi odada yankılandı.

“Kork… Kork… Korkmadım anne, valla billah hiç korkmadım anne!”

Kadın pencere kenarında titreyerek ayakta duran kızına, “Yürü, git,” dedi. Erkek kardeşi olduğunu müjdelemesi için onu kayınvalidesine gönderdi.

Kapı sert bir şekilde açılıp kapanınca pencerenin perdesi köpürdü.

Ebesi haberi duyunca, “Ne? Vıy anam…” dedi, şalvarını tutarak koştu.

“Hiç ar… ar… arkamı dön… dön… dönüp bak… bakmadım Ebe. Valla billah hiç bak… bak… bakmadım Ebe!”

  Annesini ve kardeşini o durumda gördükten sonra söyleyecek çok şeyi vardı ama fazladan tek bir sözcük çıkmıyordu ağzından.

  “E… e… ebe” derken, boğazından kurtulmaya çabalayan sesler onu boğuyordu. Eve geldiklerinde annesinin gözleri açık, kıpırtısız tavana bakıyor, kardeşi de yerde hareketsiz yatıyordu.

  Aynaya tekrar baktı. Rengi solgun, gözleri kızarmıştı. Yüzünü yıkadı. Siyah kadife ceketini giyip zor da olsa gülümseyerek kızının yanına vardı.

  “Evet, canım… Ben ha ha hazırım! İstersen sen de ha hazırlan. Hemen evden çı çı çıkalım.”

  Kadın neşeli görünmeye çalışırken kız şaşkındı.

  “Nereye gidiyoruz anneciğim?”

  “Doğum gü gü günün için ne al al alalım?”

  “Hiç…” dedi kız. Omuz silkti. “Ahhh, Barbie bebek! Yaaa, anneciğim! İnanmıyorum! Gerçekten alacak mıyız anne?”

  Kadın, evet anlamında başını salladı.

  “Ole! Yaşasın, Barbie bebek almaya gidiyoruz! Canım annem benim. Ole! Ole!” 

edebiyathaber.net (20 Ocak 2024)

Yorum yapın