
Tam içirdiğini zannederken ilacı tükürmüştü Muhtar. Kardiyomiyopati var, demişti veteriner hekim. Kan pompalanması gerektiği gibi pompalanmıyordu. Kalbinde sıkıntı vardı.
Rahmetli anneannesinin içtiği ilaçlardan içiyordu Muhtar; Tensinor, Plavix, Cibatrex. Tansiyon ilaçları, pıhtı atmasını engelleyen ilaçları vardı her gün içirmesi gereken. Bazısını dörde, bazısını sekize bölüyor, kimi zaman un ufak edip ziyan ediyordu ilaçları. Rahatlamıştı Muhtar; nefesi olması gerektiği gibi yavaşlamış, hareketlenmişti.
İlacı yeniden içirmeyi denediği sırada Muhtar sağ patisiyle sol eline tırmık attı. Serçeparmağının kalkan derisinin altından incecik bir kan sızıyordu şimdi. “Neyse, sever de tırmalar da.” dedi Leyla, Muhtar’ın kafasını okşayarak.
Hadi kediler neyse de en son bir insan için sevgisine de nefretine de eyvallah dediğinde kan, kaşından sızıyordu; böyle ince ince de değildi üstelik. Haşarı, çığırtkan, kötücül bir yaraydı o. Sanki kâinatın tüm kötülüklerini kusmak istercesine kanayıp durmuştu kaşı. “Kalk hastaneye gidelim.” demişti kocası. Utanmıştı Leyla; kocasından, kendisinden, patlayan kaşına rağmen orada kalışından, kendini savunamayışından, bir tane vuramayışından, boş yere umutlanışından, biçareliğinden, kanına karışan gözyaşından. Nihayet kan durmuştu; tütün basmışlardı, sonra pansuman yapmışlardı ama izi… Önce siyahtı rengi, sonra mor. Günlerce soluk mor ve yeşil birbirine karıştı. Günlerce unutturmadı kendini o yara. Kocası, her gün kaşındaki ize kamuflaj makyajı elleriyle yaptı. Binbir özürle ve binbir sözle. Kendinden utanarak, bazen de kendine lanetler yağdırarak. Leyla teselli ediyordu onu. “İsteyerek olmadı biliyorum,” diyordu, “hem ben de hatalıydım, çok vardım üstüne. Artık sen de üzülme.”
O sırada Muhtar, bir bacağını kaldırıp yalamaya başladı. Ne esnekti şu hayvanlar. Oysa gittiği yoga derslerinde nasıl zorlanırdı pozlarda. En çok dağ duruşunu severdi, sosyetik adıyla tadasana. Bir de ceset pozunu, yani savasana… Öylece durduğu, nefes alıp verdiği, bir nebze dinlendiği, nadasa bırakılmış gibi hissettiği… İyileşmek için neler neler yapmıştı Leyla. Onulmaz yaralara olmadık yara bantları seçmişti. Sevildiğine ikna olmak için, bir daha öylesine çok sevilemeyeceğine inandırıldığı için, birincisinin de ikincisinin ve hatta üçüncüsünün de hata olduğuna inanmak için ne çok uğraşmıştı. Ah Leyla, sorunun kendisinde olduğuna inanmak için ne savaşlar vermişti içinde. Yüreğindeki o kallavi sıkıntıyı bastırmak için yoga derslerine, nefes atölyelerine ne paralar dökmüştü. Öfkelenmesin, bağırmasın, deliye dönmesin ama en çok da vurmasın diye diye, yumurta kabuklarının üzerinde yürür gibi ne yol kat etmişti kendince.
Yavru bir kedinin boş yere kuyruğunu kovalayışı gibi, ne çok kovalamıştı mutluluğu, huzuru. Sonunun yaşama mı ölüme mi varacağını bilmediği komadaki bir sevdiğini beklemek gibi ne çok beklemişti canının yanmayacağı günleri.
Sonra bir gün güneşi selamladığı yogalar, içini ferahlatması gereken mantralar, bir çöl gibi ıssızlaşması için zihninin yaptığı meditasyonlar, her güne bir mucizeymiş gibi başlayışları sona erdi Leyla’nın. Krepler ve börekler, kurabiyeler ve kekler, pastalar ve çörekler yapmaya başladı.
Önce beş, sonra altı, nihayetinde on yedi kilo aldı.
Ve dördüncüsü geldi. Bu sefer sağ elinin bileğini çatlattı kocası. Sudan sebeplerle, incir çekirdeğini doldurmayan nedenlerle, pire için yorganlar yaktı kocası yine. Tombulluktan sarkmış kollarına, yağ bağlamış göbeğine, hafifçe sarkmış gıdısına Leyla’nın küçümser bir bakış attı, çarptı kapıyı çıktı. Ne bir özür vardı bu sefer ne bir pansuman.
Sonra anladı Leyla.
Sevildiğine ikna etmeye çalışmaktan vazgeçti kendini, bir daha öylesine sevilmek istemedi, birincisinin de ikincisinin ve hatta üçüncüsünün de hata olmadığını anladı. Hele dördüncüsü hiç değildi. Üstelik dördüncüsünün pişmanlığı, ağlayıp sızlamaları, gitmesin diye yalvarışları, şifa olma çabası da yoktu.
Fırındaki keki çıkarmıştı Leyla. Damla çikolatalı kekin nefis kokusuna kapılmadan. Muhtar’a bakıp, bir tek onun için bir çanta hazırlamıştı. Hepsini sol eliyle, ona kalan tek eliyle üstelik…
Muhtar, söylenerek salona doğru giderken Leyla da tartılmaya gitti. On yedi kilonun dördü kalmıştı geriye.
edebiyathaber.net (17 Haziran 2025)