Öykü: Albatros | Göral Erinç

Şubat 20, 2024

Öykü: Albatros | Göral Erinç

Size, mendebur bir kuşun hayatımı nasıl mahvettiğini anlatacağım. Kocaman bir kuş. Dev bir kuş. Tuhaf bir adalet anlayışı olan, korkunç bir kuş. Aynı zamanda size, bilge bir kuşun hayatımı nasıl kurtardığını da anlatacağım. Bir türlü peşimi bırakmayan, tuhaf, ısrarcı bir kuş. Benim lanetim.

Bir Kasım gecesiydi. Ben biraz sarhoştum. Denizden esen rüzgar, yağmurdan ıslanmış saçlarımı ısrarla gözlerimin önüne savuruyordu. Birkaç saat önce, kız arkadaşımla her zamanki kavgalarımızdan birini yarım bırakarak hışımla çıkmıştım evden. Sahilde biraz içmiş, kendi öfkeme ve haksızlığa uğradığıma dair o lezzetli inancıma kapılıp batan güneşi, denizin üzerinde toplanarak yıldızların üzerini örten bulutları, yalpalayarak yürümeme neden olacak kadar şiddetlenen rüzgarı fark etmemiştim.

Kendimi zar zor evin önüne attım ve kapıyı açıp içeri girdim. Tüm yol boyunca, kavgadan galip çıkmamı sağlayacağından emin olarak kafamda arka arkaya dizdiğim süslü cümlelerin hepsi, mutfakta gördüğüm manzara karşısında uçup gidiverdi. Hafifçe boğazımı temizleyip, “Çağla?” diye fısıldadım dehşet içinde.

Dışarıda şiddetini giderek artıran fırtına camları döverken, mutfağın ortasında devasa bir albatros dolaşıyordu. Beni gördüğü zaman sırtını dikleştirip, kanatlarını kocaman açarak çırpmaya başladı. Kanatlarını açtığında, neredeyse küçük mutfağın tamamını kaplıyor, kanatlarının uçları masanın üzerindeki bardaklara tehlikeli bir biçimde yaklaşıyordu.

Geriye doğru bir adım attım. “Çağla?” dedim biraz daha yüksek sesle. Çağla yüzünde öfkeli bir ifadeyle içeri girdi. Kıpkırmızı gözlerle yüzüme bakarak “neredesin sen?” diye sordu bir solukta. Kendimi içinde bulduğum beklenmedik sahneyle karşılaştırıldığında bana sorduğu sorunun saçmalığı yeniden öfkelenmeme neden oldu. Şimdi kanatlarını daha hızlı çırpmaya başlamış olan dev kuşu işaret ederek, “ne demek neredesin sen? Şu anda cevabını bulmamız gereken soru sence gerçekten bu mu? Asıl sen cevap ver Çağla, bu ne?” diye bağırdım. “Görmüyor musun, kuş işte!” diye bağırarak cevap verdi. “Telefonunu evde bırakmışsın. Peşinden seni aramaya çıktım. Sahil yolunda buldum. Kanadı yaralı, uçamıyor. Ne yapsaydım?”

Albatros birden kanatlarını çırpmayı bırakınca tuhaf bir sessizlik oldu. Mendebur kuş dik dik suratıma baktı. Ardından kuyruğunu titreterek mutfağın ortasına pisleyiverdi.

“Pes Çağla,” diyebildim sadece. “Hızına yetişemiyorum artık ben senin!”

Zaman uzayıp, genişledi. Kendi kalp atışlarımı duyabiliyordum. Çağla’nın kıpırtısız gözlerinde, bunca zamandır kaçmak için amansızca çabaladığım gerçeği gördüm. Daha önce söylenmemiş olan tüm o sözler, içerdikleri tüm o korkunç olasılıkları da yanlarına katarak gelip, tüm acımasızlıklarıyla döküldüler o güne kadar hınçla sıktığımız dişlerimizin arasından. Affedilmez cümleler ve kindar gözyaşlarından oluşan bir havai fişek gösterisi başladı küçük mutfağımızda. Aynı anda hem ne kadar muhteşem, hem de ne kadar korkunç olduğunu görmeliydiniz.

Kozlarımızı paylaşmayı bitirdiğimizde güneş doğmak üzereydi. Yeni günün mavisi tüm sükunetiyle eve dolarken Çağla yüzüme baktı ve “umarım bir gün, hayatında ters giden her şeyin tek sorumlusu olduğunu anlarsın,” dedi. “Mutsuzluğun için, harekete geçemeyişin için, uğradığına inandığın tüm haksızlıklar ve seni yolundan alıkoyduğuna inandığın tüm yanlışlar için başkalarını suçlamayı bırakıp, önündeki tek engelin sen olduğunu öğrenmek zorundasın”. Ne saçmalık!

Cevap veremeyecek kadar yorgundum, tükenmiştim, kafam karışıktı. Çağla albatrosu kucaklayıp başını sol omzuna yerleştirdi. Sağ eline bavulunu aldı ve arkasını dönüp çıktı. Kapı arkalarından kapanırken gördüğüm son şey, Çağla’nın omzunun üzerinden beni inceleyen albatrosun gözleriydi. 

Mutfağın ortasındaki dev kuş pisliğiyle başbaşa kalmıştım. Sarhoşluğum geçmişti. Başım ağrıyordu. Salondaki kanepeye uzanıp uyuyakaldım.

Akşama doğru uyandığımda fırtına yeniden şiddetlenmiş, ev neredeyse tamamen karanlığa gömülmüştü. Çağla’nın aylardır tamir etmem için başımın etini yediği yamuk bahçe kapısı şiddetle çarpıyor, sonra gıcırdayarak açılıyor ve gerilimli bir sessizliğin ardından, yeniden dehşetli bir çarpma sesi duyuluyordu. Orada öylece uzanıp tavana bakarak dışarıdan gelen gürültüyü dinledim. Bahçe kapısının o güne kadar beni hiç rahatsız etmeyen sesi, şimdi dayanılmaz bir hal almıştı. Uzadıkça uzayan her gıcırtının ardından tüm sinirlerim gerilerek yankısı kafatasımın içine yayılırmış gibi hissettiren çarpma sesini bekliyordum. Takip eden gıcırtıysa, sanki bir keman yayıyla omurgamdaki bir sinire dokunulmuş gibi tüm vücudumun dalga dalga ürpermesine sebep oluyordu. Sonunda dayanamayarak ayağa kalktım. Bu yağmurda kapıyı tamir etmem mümkün değildi elbette. Ama en azından ses için bir şey yapmazsam çıldıracaktım. Elime işe yaramaz bir şemsiye alıp aşağıya inerek bahçe kapısını kalın bir iple bağladım.

Eve dönüp kurulandıktan sonra kendime bir kahve yaptım ve kanepeye oturup sakince düşünmeye başladım. Çağla’yla bir süredir sorunlar yaşadığımız doğruydu. Ama basit bir kavganın ayrılmamız için gerçek bir sebep oluşturamayacağı kadar uzun zamandır bir aradaydık. Hem zaten biz hep basit şeyler yüzünden kavga ediyorduk. Tamir edilmemiş bahçe kapıları mesela, ya da yıkanmamış çamaşırlar. Akşama ne yiyelim, hangi filme gidelim, ışığı kim kapatacak gibi incir çekirdeğini doldurmayacak meseleler. Bu küçük mevzulardan, odanın ortasında bomba patlamış gibi bir etki yaratan kavgalar çıkarmayı başarıyorduk. En büyük ortak noktamız buydu belki de. Bizi birbirimize bağlayan, bir elmanın iki yarısı gibi olmamızı sağlayan o yıkıcı yaratıcılığımız. Son derece sıradan bir soruya bozuk ya da iğneleyici bir ses tonuyla verilen ters bir cevap. Her zaman haklı olduğumuza dair ikimizin de sahip olduğu o sarsılmaz inanç ve onunla birlikte gelen daimi bir gücenmişlik hissi. Hep anlaşılmak istememiz, ama bu anlayışı birbirimizden adeta kıskançlıkla esirgememiz. Almak istediklerimizin yarısını bile vermeyi reddetmemiz. Tüm bunlardaki kendi payımı şimdi görebiliyorum elbette. Ama o Kasım günü, hala aynı döngünün bir parçası, kendi bencilliğimin acınası kurbanıydım. Çağla’nın sudan bir sebeple kavga çıkardığını, tüm bunları dikkat çekmek için yaptığını, az sonra kapıyı açıp içeri gireceğini düşünüyordum.

Haftasonunu evden hiç çıkmadan geçirdim. Birbirimize söylediğimiz, kırıcılığı doğruluğundan kaynaklanan her cümleyi takılmış bir plak gibi kendi kendime tekrar ettim. Elim defalarca telefona gitti ama hep son anda aramaktan vazgeçtim. Düşündükçe öfkelendim. Öfkelendikçe, çarpık hafızamın içinde gerçek suçluyu aradığım bir cadı avına çıktım. Oturma odamda hiç seyircisi olmayan bir engizisyon mahkemesi kurup, suçlu olarak albatrosu ilan ettim. O güne kadar yaşadığımız tüm sorunlar, Çağla’nın hayatımdaki varlığıyla birlikte gözden yitmiş gibiydi. Albatrosun kapı kapanırken yüzüme bakışı aklımdan hiç çıkmıyordu. Başını tembelce Çağla’nın omzuna yaslayıp gözlerini bilgiç bilgiç kırpışını her hatırladığımda midem buruluyor, sanki adımımı boşluğa atmışım gibi tüm vücudum sarsılıyordu. Nereden çıkmıştı, neden girmişti hayatımıza bu korkunç hayvan? İlişkimizin içine, evimizin ortasına bırakıvermişti pisliğini, ama Çağla gene de onu bana tercih etmişti. Bu nasıl mümkün olabilirdi? Çıldıracak gibi oluyordum. Aksi gibi yağmur da durmak bilmiyor, sonu gelmeyen tekdüze tıkırtısıyla sefaletime eşlik ediyordu.

Asıl suçlunun albatros olduğuna dair şüphelerimde haklı olduğum birkaç hafta sonra, Çağla’yı aramaya karar verdiğim gece kanıtlandı. Yalnızlığın verdiği dehşet, gururuma üstün gelmişti. Kalbim o kadar şiddetli atıyordu ki sanki ağzımdan fırlayıp çıkıverecek, o hızla karşıdaki duvara çarpıp paramparça olacaktı. Fakat onun yerine, Çağla’nın numarasının artık kullanılmadığını bildiren mesajı dinledim. Çağla’nın gerçekten hayatımdan çıkıp gitmiş olduğu gerçeğini hazmetmeye çalışırken, boş boş karşımdaki duvara bakıyordum. Bir süre sonra yeniden sinirlendim ve her eski sevgilinin bir noktada yapacağı gibi, telefonumda duran fotoğraflarımızı silmeye karar verdim. Yaklaşık altı ay önce deniz kenarında çekilmiş bir fotoğrafımıza geldiğimde, içimde tuhaf bir hisle duraksadım. İlk bakışta sıradan bir fotoğraf gibi görünüyordu. Bankta oturuyorduk, Çağla’nın saçları rüzgarla savruluyordu, birbirimize sarılmıştık, ben gülümsüyordum. Ama yine de fotoğrafta son derece yanlış bir şey olduğu hissini içimden atamıyordum. Fotoğrafı yakınlaştırıp daha dikkatli incelemeye karar verdim ve… işte oradaydı! Lanet olasıca kuş bütün uğursuzluğuyla arkamızdaki ağacın dalına tünemiş, doğruca kameraya bakıyordu. Ürperdim. Midem bulanıyor, soğuk soğuk terliyordum. Telefonu elimden atıp ayağa kalktım ve odanın içinde dolaşmaya başladım. Ne yapacağımı bilemiyordum. Kalp atışlarım giderek hızlanırken oturup telefonu yeniden elime aldım ve fotoğraflara bakmaya devam ettim. Evet, hiç şüphe yoktu. Oydu. İlk başta birkaç haftalık aralıklarla görünüyor, sonra fotoğraflara girme sıklığı giderek artıyor, her fotoğrafta bize bir parça daha yakın duruyordu. Sonlara doğru, adeta her adımımızı takip etmeye başlamıştı. Pazar kahvaltısında, gün batımını izlerken, yürüyüş yaparken… Sonra giderek yüzsüzleşiyordu. Çağla’nın üzerinde pijamalarıyla kanepede uzanıp, bana kızarak yüzünü kapattığı bir fotoğrafta perdenin aralığından evin içine, yo, hayır, dosdoğru bana bakıyordu. Loş fotoğraflarda aralık kapılardan başını uzatıyor, bir başka fotoğrafta pencereden kanadının ucunu sokuyordu.

Mendebur hayvan, resmen hayatımız üzerinde bir imha planı kurgulamış ve başarıyla yürütmüştü. Benimle ne gibi bir ilgisi olabileceği hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Hayatım boyunca bir hayvana zarar vermiş değildim. Son derece sıradan bir yaşamı olan, son derece sıradan bir adamdım. Hatta sıradan demek hafif kalır. Sıkıcı herifin tekiydim. Ama o, beni seçmişti. Bu, savaş demekti. Buraya kadardı. Onu bulacaktım. O kopasıca gagasını hayatıma soktuğu güne pişman edecektim!

İntikam ateşi ruhumun en karanlık noktasında tutuşmuştu bir kere. Hem de ne ateş! Dışarıdaki dondurucu soğuğa rağmen benim damarlarım kaynayan kanımla kavruluyor, yüzüm, yanaklarım alev alev yanıyordu. Bütün gece uyumadım. Kendi kendime sayıkladığım yarım yamalak cümlelerle salonda bir aşağı bir yukarı dolaşırken, albatrosu nasıl bulacağımı, onu bu yaptıklarına nasıl pişman edeceğimi düşündüm. Güneş doğarken paltomu kaptığım gibi evden fırladım ve doğruca sahil yoluna saptım.

Puslu kış güneşi denizin üzerinde yükselmiş, gökyüzüne suyun yüzeyinden yansıyan dingin bir mavilik yayılmıştı. Şehir hala uyuyor, yaralı, topallayan, hasta sokak kedileri yiyecek bir şey bulma umuduyla çöplerin etrafında dolaşıyordu. Neredeydi, neredeydi bu hayvan? Çılgınca etrafıma bakınıyor, bir o tarafa bir bu tarafa koşturuyordum. Sonra birden kanat sesleri duydum. Kalbim göğsümde çırpınarak dönüp baktığımda, dört beş tane martıyla karşılaştım. Boyunlarını eğmiş, dalga geçer gibi bana bakıyorlardı. Heyecanım kursağımda kalmıştı. Öfkeyle onlara doğru yürüdüğümde aniden havalandılar. Arkalarından “İşte böyle kaçarsınız! Korkaklar sizi! Söyleyin o mendebur kuşa, o da ayağını denk alacak, karşıma çıkmasın sakın!” diye bağırdım. Sesim boş kaldırımlara çarpıp yankılanarak bana geri döndü. Ürperdim. Neye dönüşüyordum ben böyle? Bir kuşu rakibim olarak görüyordum, olacak şey miydi? Kendimi bu kadar mı kaybetmiştim? Gerçeklikle, mantıkla bağım bu kadar mı incelmişti? Bir süre yüzüm ellerimin arasında, alnımı ovuşturarak durdum. Fena halde uykusuz ve yorgun olduğumu fark ediyordum. Yapmam gereken şey eve dönmek, güzel bir kahvaltı yaptıktan sonra yatıp akşama kadar uyumaktı. Derin bir nefes alıp omuzlarımı dikleştirdim ve yürümeye başladım.

Tam karşıdan karşıya geçmek üzere adımımı yola atmıştım ki, sessizliği yarıp geçen bir çığlık duyuldu – şüphesiz bir albatros çığlığı! – ve aynı anda dört geniş tekerleğin asfalta karşı koyarken çıkardığı o içler acısı ses. Korkuyla nefesimi tutarak gözlerimi yumdum. Aynı çığlığı tekrar duyduğumda gözlerimi açıp etrafıma bakındım. Son model, siyah bir arabanın ön tamponu, bacaklarımdan bir karış ötede duruyordu. Şimdi çığlığın sahibi olduğu anlaşılan kadın, sapsarı bir yüzle beceriksizce arabadan çıkıp yanıma koştu. Koluma yapışarak incecik, tiz bir sesle “İyi misiniz, iyi misiniz beyefendi?” dedikten sonra, cümleleri ardı ardına sıralamaya başladı. “Ah, çok ama çok özür dilerim! Ama gördünüz mü? O kocaman, dev gibi kuşu gördünüz mü? Nereden çıktığını anlamadım, doğrudan ön cama doğru uçuyordu, çıldırmış gibiydi! Neydi o? Dev bir martı mı? Sonra sizi gördüm! Yemin ederim daha önce sizi görmemiştim. Yolun bomboş olduğuna yemin edebilirim! Ah, ah, ah! Ya duramasaydım? Ama siz iyisiniz değil mi? Gerçekten çok özür dilerim! İnanılır gibi değil, ellerime bakın nasıl da titriyorlar! Nereden çıktı o kocaman kuş, nereden?”. Sonra susup kocaman gözlerle yüzüme baktı. Konuşmak için ağzımı açtım, ama kelimeler kaybolmuştu sanki. Ağzımı kapattım. Ah, demek doğruydu, demek gerçekten derdi benimleydi, demek gerçekten savaş istiyordu, üstelik canıma kast edecek kadar da ileri gitmişti öyle mi? Peki öyleyse, istediğini alacaktı.

Kolumu kadının kıskacından kurtarıp koşmaya başladım. Nereye gittiğim hakkında en ufak bir fikrim yoktu. Bir yandan da acı çığlıklar atıyor, gülüyordum. Neden sonra ayaklarımın beni Çağla’nın evine götürmekte olduklarını fark ettim. Evet, tabii ya, işte bu! Neler olup bittiğini Çağla’ya anlatacaktım. Telefondaki fotoğrafları gösterecek, tüm bunların, o meşum kavganın, bu saçma sapan ayrılığın en başından beridir bana tercih ettiği albatrosun planı olduğunu anlatacaktım. Bu sabah yaşanan olayı da anlattığım zaman, eh, beni affetmekten, sonra da albatrosa karşı benim yanımda durmaktan başka şansı kalmayacaktı elbette. Kanıtlar böyle apaçıkken! Apartmanın bahçesine girdiğimde, birden donakaldım. Meymenetsiz yaratık apartman kapısının önünde dimdik durmuş, yüzüme bakıyordu. Tanrım, ne kadar büyük olduğunu unutmuştum! Sanki düşüncelerimi duymuş ve bana gerçekten neyle karşı karşıya olduğumu iyice göstermek istermiş gibi kanatlarını iki yana açarak sırtını tehditkarca öne eğdi. Gözlerini gözlerimden bir an olsun ayırmamıştı. Birbirimize doğru birer adım attık. “Çekil önümden, mendebur hayvan,” dedim tıslar gibi. “Çağla’ya her şeyi anlatacağım, bakalım o zaman ne yapacaksın?” Kuyruğunu titreterek bana doğru bir adım daha attı. Silah olarak kullanabileceğim bir şey bulmaya çalışarak etrafıma bakındım. Yerde duran kırık bir dal parçasını iki elimle kavrayarak döndüğüm anda apartmanın kapısı açıldı. Okul üniformalı iki küçük kız, babalarıyla birlikte gülüşerek kapıdan çıkıyorlardı ve albatros ortadan kaybolmuştu. Kızlar gülüşmeyi bırakıp şaşkınlıkla sıkıca kavradığım dal parçasına baktılar. Babaları kızlarının bakışlarını takip ederek bana döndü ve “Hop, ne oluyor?!” diyerek bana doğru yürümeye başladı. Aynı anda ikinci katta bir kapı açıldı ve Çağla’nın sesi duyuldu. Telefonda konuşuyor olmalıydı. Birden elimdeki dalı fırlatarak gerisingeri döndüm ve koşmaya başladım.

Eve vardığımda nefes nefeseydim. İçimde acı bir dehşet hissiyle tüm panjurları sıkıca kapatıp, pencereleri ve kapıları kilitleyip karanlığın ortasında, ayakta durdum. Kendi boğuk nefesim ve kalp atışlarım dışında hiç bir şey duymuyordum. Orada öylece dururken, sırtımda ürpertilerle yaşadığım sabahı yeniden gözden geçirdim. Daha birkaç saat önce bir kuştan, Tanrım, şu anda yazarken bile inanılmaz geliyor, kocaman, kendi halinde bir kuştan intikam almaya yemin etmiştim. Çıldırmış gibi koşmuş, bağırmış, onu aramıştım. Deliriyor olmalıydım. Evet, içinde bulunduğum bu gerçeküstü durumun bundan başka bir açıklaması olamazdı. En mantıklı açıklama, en mantıksız olanıydı. Ben kafayı üşütmüştüm. Tırlatmıştım. Çağla’sızlık başıma vurmuştu. Bende gurur diye bir şey kalmamıştı. Acınası bir haldeydim. Ama sonra, o beni bulmuştu. Yoksa… yoksa bulmamış mıydı? Yoksa apartman kapısının önündeki karşılaşmamız da karmakarışık zihnimin bana oynadığı bir oyun muydu? Bu iki seçenekten hangisinin gerçek olmasını istediğimden emin değildim. Kafayı üşütmüş olmam, şüphesiz korkunç bir ihtimaldi. Kendi yapabileceklerimden, olmayan bir varlığa karşı ilan ettiğim bu büyük savaşta ne kadar ileriye gidebileceğimden, kendime ya da başkalarına zarar verme ihtimalimden korkuyordum. Öte yandan… ya gerçekse? Bu düşünce de beni buz gibi bir hisle ürpertiyor, tüylerimin diken diken olmasına neden oluyordu. Ne demişti kadın? Önce kuşu, sonra beni görmüştü. Şüphesiz kuş bana saldırmak için gelmiş, arabayı görünce vazgeçmişti. Hatta belki istemeden bir hata yaparak hayatımı kurtarmış bile sayılabilirdi! Bu durumda, belki de kuştan korkmalıydım? Neler planladığını bilmemin yolu yoktu. Bir kuş nasıl düşünür bilmiyordum. Benimle kişisel bir sorunu olan dev bir albatrosun neler yapabileceğiyle ilgili fikir yürütemiyordum. Sonunda biraz dinlenmeye, sonra da işleri oluruna bırakmaya karar verdim. Albatrosun gerçek olup olmadığından emin oluncaya kadar, hiç bir şey yapmayacaktım.

Sonraki birkaç haftayı, bilinçaltımın bana bir oyunu olduğuna giderek inandığım dev kuşu kafamın içindeki küçük, hayali bir kutuya tıkıp kutunun kapağını kilitlemeye çalışarak geçirdim. Açıkçası, bu iş göründüğünden daha zordu. Her köşebaşında gölgesini gördüğümü sanıyor, sürekli yolumu değiştiriyordum. Her sabah evden çıktığımda, arabamın kuş pisliğiyle kaplı olduğunu görüyor, eskiden de böyle olup olmadığından emin olamıyordum. Ofiste çalışırken pencereden baktığımda, pencere pervazından havalanmadan hemen önce, saniyelik bir görüntüsünü yakalayarak titremeye başlıyordum. Doğru düzgün yiyip içemez, uyuyamaz olmuştum. Gittiğim kafedeki muhabbet kuşları bile beni göz hapsinde tutuyormuş gibiydi. Duyduğum her küçük sesle yerimden sıçramaya hazırdım. Aynaya baktığımda, solgun ve zayıflamış yüzümde kocaman açılmış, kıpırdanıp duran gözlerimi, kurumuş, etleri yenmiş dudaklarımı görüyor, hemen gözlerimi kaçırıyordum. 

Sonunda, birileriyle konuşmazsam gerçekten çıldıracağıma karar verdim. Hayali bir albatrosla, ya da belki gerçek bir albatrosa atfettiğim hayali bir niyetle kavga edecek kadar aklımı yitirmiş olduğumu birilerine anlatmazsam, kendi kafamın içindeki kaynar cehennem sularının girdabında boğularak ölüp gidecektim. Yaşadıklarımı anlatacak doğru kelimeleri bulup, onları dinleyecek herhangi bir kulağa doğru savurarak duymam, kulaklarım kendi ağzımdan çıkan kelimeleri zihnimde bir kez daha anlamlı bir bütün haline getirmeye çalışırken saçmalıklarını fark edip gülerek tüm güçlerini ellerinden almam gerekiyordu.

Ellerim ceplerimde, başım önümde, omuzlarımı neredeyse kulaklarıma kadar çekmiş, rüzgarı yararak yürürken arkadaşımla buluşacağımız kafenin bulunduğu sokağa girdiğimde, kimi gördüm dersiniz sevgili okuyucu? Belki inanmayacaksınız ama, Çağla, haftalardır ne gerçek hayatta, ne kafamın içinde ulaşamadığım Çağla, en son albatrosu kucaklamış, kapıdan çıkıp giderken gördüğüm Çağla, kafenin önünde durmuş, bir eliyle rüzgarın yüzüne savurduğu saçlarını kontrol altına almaya çalışırken arkadaşımla konuşuyordu. Bir işaret! Bu bir işaret olmalıydı! Haftalarca adeta inzivaya çekildikten sonra ani bir ilhamla arkadaşımı aramam, onunla tam da bugün, bu saatte, bu kafede buluşmaya karar vermiş olmamız… Hepsi, hepsi, Çağla’yla yeniden karşılaşmamız içindi! Ah, kader! Hasta, takıntılı zihnimin içinde bağlantısızca yüzüp duran son mantıklı düşünce parçacıklarını da soğuk havaya savurdum ve Çağla’ya doğru koştum.

Beni fark ettiğinde yüzünden bir gölge geçti. Adımlarımı hızlandırarak “Çağla! Çağla!” diye seslenmeye başladım. Arkadaşıma bir şeyler söyleyerek arkasını döndü ve uçarcasına ters yöne doğru ilerlemeye başladı. Hızlandım. Onu bir kez daha kaçıramazdım. Aramızda yaşananların gerçek suçlusunun kim olduğunu ona söylemeden, en büyük kanıtım olan fotoğrafları göstermeden, ilişkimizin işgüzar bir hayvan tarafından titizlikle sonlandırıldığına onu ikna etmeden gitmesine izin veremezdim. Beni durdurmaya çalışan arkadaşımı sertçe itip Çağla’yı kolundan yakaladım. Döndü. Gözlerinde yaşlar vardı. “Ne istiyorsun, ne?” diye bağırdı. “Bırak kolumu. Bırak peşimi. Konuşmak istemiyorum işte seninle. Hala ne istiyorsun benden?!” Sözcükleri aramızda bir duvar oldu, çarptım, sendeledim. Sonra derin bir nefes alıp birbirine karışan anlamsız, yarım kalmış, yönünü kaybetmiş cümlelerle anlatmaya başladım. Albatrosu, bana karşı başlatmış olduğu amansız savaşı, fotoğrafları, bana neredeyse çarpacak olan arabayı, martılarla albatrosa haber salışımı, ondan nasıl da korkmadığımı ve aynı zamanda nasıl dehşete düşürdüğünü beni, evine gidişimi, albatrosun içeriye girmeme izin vermeyişini, Çağla’yla nasıl birbirimize ait olduğumuzu, aramıza mendebur bir kuşun girmesine izin vermememiz gerektiğini, haftalardır tutarsız zihnimde besleyip büyüttüğüm tüm o şeyleri. Dinlerken gözleri büyüdü, büyüdü, sanki yüzü kaybolmuş, sadece bir çift göz kalmıştı karşımda ve o gözlerdeki korkuyla karışık acımayı görebiliyordum. Sesim giderek azaldı, ard arda dizdiğim cümleler yavaşladı, ağırlaşıp ayaklarımın dibine döküldü, sessizlik asılı kaldı aramızda. Bir saniye, iki saniye, beş saniye, on saniye, bir an, sonsuzluk… Çağla’nın öfkeli fısıltısını duydum sonra, “delirmişsin sen, sakın arama beni, evime gelme, yolda karşılaşırsak arkanı dön ve git, dokunma, dokunma bana, bırak kolumu!”

Kendini parmaklarımın kıskacından kurtarıp yürümeye, benden uzaklaşmaya başladı. Hiç bir şey yapamadan gidişini, sokağın köşesinden dönüp kayboluşunu, yok oluşunu, hiç oluşunu izledim. Öylesine bir hiçlik ki, hiç olmamış gibi olabilirdi, eğer hayatımda Çağla boyunda, Çağla şeklinde bir ağırlık bırakmasaydı. Tıpkı sürekli oturulan bir koltukta bırakılan ve bir başkasının oraya oturmasını adeta sessizce men eden yıpranmış bir iz gibi. Yokluğun, boşluğun, sıfır sayısının, hatta koltuktaki izlerin bir ağırlığı olduğunu ilk defa fark ediyordum.

Arkadaşım kolumdan tuttu. “Haydi,” dedi, “gel, içeri girelim, bir kahve ısmarlayayım sana.” Tam onun sesindeki sıcak buyurganlığın iradesine kendimi bırakmış dönüyordum ki, onu gördüm – albatrosu. Çağla’nın az önce kaybolduğu sokağın köşesinde durmuş beni izliyordu.

Eh, sevgili okuyucu, şimdi geldik en heyecanlı kısıma. Benim sıkıcı hayatımdan bir roman çıkmaz belki, ama hayatım kötü ışıklandırmalı, kötü müzikli ikinci sınıf bir gerilim filmine dönüşmüşse eğer, filmimin ışıl ışıl, benek benek yanarak koptuğu yer, işte tam da burasıydı. Arkadaşımın sesi, kanımın tüm gücüyle hücum ettiği kulaklarıma boğuk bir uğultu olarak ulaşıyordu. Beni tutmaya çalıştığının farkındaydım. Tek kolumla onu iterek koşmaya başladım. Bir kuşun – dev ve sinsi bir kuş olsa bile – gözleri korkuyla büyüyebilir mi? Ona doğru koşarken gözlerinde keyifle gördüğüm şey korkuydu, emindim bundan. Yakalanmıştı artık, yakalanmıştı ve bunun farkındaydı. Birden dönüp az önce Çağla’nın gözden yittiği köşede kayboldu. Önemli değildi. Nereye gittiğini biliyordum.

Rüzgarın, insanın zar zor ayakta duracağı kadar şiddetlendiği sahile varıncaya kadar arkasından koşmaya devam ettim. Kıyıda eski, boyası dökülmüş, küçük bir sandal gördüm. Hiç düşünmeden sandalı çevirdim, hızla suya ittim ve içine atlayarak küreklere yapıştım. İleride, denizin üzerinde toplanan, soğuk beyaz bir ışıkla çevrelenmiş gri bulutları görebiliyordum. Bir şimşek, şiddetli bir gürültüyle bulutları boydan boya kat ederek parlayıp söndü. Sahip olduğum tüm güçle asıldım küreklere. Sandal tehlikeli bir şekilde sallanıyor, dalgalarla karşılaştıkça o kadar geniş bir şekilde yalpalıyordu ki, her yan dönüşünde omuzlarım neredeyse suya değiyordu. Denizin tuzuyla yanan gözlerimi kısmış, dikkatle etrafıma bakıyordum. Sonra onu gördüm… Devasa kanatlarını açmış, bana doğru uçuyordu. Ah, sadece bana ait olan o manzarayı bir görmeliydiniz. Arkada hızla toplanan, koyulaşan, kararan, dönen, dans eden bulutlar, bulutların ardından denize düşen ışık halesi ve o ışık halesinden kopup gelen muazzam bir yaratık. Göksel bir haberci gibi. Albatros. Hayatımda böyle muhteşem bir şey görmemiştim. Sendeleyerek ayağa kalktım. Kollarımı albatrosa doğru uzattım. Bir şimşek, bir çığlık. Sandal bir kez daha yalpalarken dengemi kaybederek suya düştüm.

Boğuluyordum. Tıpkı son haftalarda olduğu gibi, son aylarda, hatta şimdi düşününce Çağla’nın gidişinden bile önce olduğu gibi, boğuluyordum. Debeleniyor, tam olarak nerede olduğunu bilemediğim suyun yüzüne can havliyle uzanıyor, lanet ediyor, nefes alamıyordum. Soğuk su, tuzla buz olmuş cam parçaları gibi tenimi kesiyor, parçalıyor, hissizleştiriyordu. İşte oradaydım. Yapayalnızdım. Suyun altında. Sorun yoktu. Olduğum gibi olmakta. Yalnız olmakta. Kafamın içindeki sıcak, davetkar ve korkunç denizde. Şu anda içinde olduğum soğuk, acımasız ve öldürücü güzellikteki denizde. Umutsuzca, çaresizce, muhteşem bir şekilde boğuluyordum – tek başıma, tek başıma, tek başıma. İşin komik tarafı, artık bunun, ya da herhangi bir şeyin, hatta albatrosun bile, beni neden rahatsız ettiğini hatırlayamamamdı. Orada, o kusursuz anda, her şey yolundaydı. Haftalardır beni boğan, yoran, ciğerlerime batan o hayali, deli suyun sonunda dışarıya taşarak gerçek bedenimin etrafını böyle mükemmel bir güçle sarmış olması o denli şairaneydi ki, ölüyor olmasam keyifle kahkaha atabilirdim.

Birden yakamdan yukarıya doğru çekiştirildiğimi hissettim. Karanlık inceldi, ışık geri geldi, başımı kaldırdım ve tüm hücrelerime can veren derin bir nefes aldım. Albatros beni paltomun yakasından tutmuş, kanatlarını muazzam bir güçle çırpıyor, kafamı suyun üzerinde tutmama yardımcı oluyordu. Artık dibin nerede olduğunu, suyun nerede bittiğini biliyor, çok da uzaklaşmamış olduğum kıyıyı görebiliyordum. Yüzmeye başladım. Arkamda fırtınayı taşıyan bulutlar, önümde insansız, martısız, Çağla’sız ve bensiz sahil, kulaklarımda albatrosun kanat sesleri.        

Yağmur yağmaya başlarken güç bela sahile vardım. Ağzıma, burnuma ıslak kumlar dolarken bedenimi sürükleyerek denizden uzaklaştım, sırt üstü dönerek uzandım, gözlerimi kapattım ve uzun, derin nefesler aldım. İçimde öfke ve neşe birbirine karışıyor, her nefes bana hayatta olduğumu, hayatta olduğumu, hayatta olduğumu söylüyordu. Gözlerimi açtım, başımı yana çevirdim. Karşımdaydı. Yağmur damlaları üzerine düşerken, bir heykel gibi dimdik, yüce ve kıpırtısız, bana bakıyordu.

Kahkahalarla gülmeye başlarken, “Allah belasını versin senin gibi kuşun,” dedim.

Başını yana eğip gözlerini kırptı.

Mendebur kuş hayatımı kurtarmıştı.

edebiyathaber.net (20 Şubat 2024)

Yorum yapın