Ömer Faruk: “Atıklarımızı dikkate almadığımız, atarken sonuçlarını düşünmediğimiz zaman attıklarımız bizi ele geçiriyor.”

Ağustos 3, 2022

Ömer Faruk: “Atıklarımızı dikkate almadığımız, atarken sonuçlarını düşünmediğimiz zaman attıklarımız bizi ele geçiriyor.”

Söyleşi: Aynur Kulak

Ömer Faruk’un uzun süre düşünerek yazı masasına oturduğu altı kitaplık serinin dördüncü kitabı olan Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp kitabı üzerine gerçekleştirdiğimiz kapsamlı söyleşi için buyurun lütfen.

Öncelikle sizden başlarsak, kitabınızın arka kapağının ilk cümlesinde yer alan; “Ömer Faruk yine ‘hamle’ yapıyor.” cümlesinden yola çıkıp yayıncılık dünyasındaki yolculuğunuzdan bahsetmenizi rica edeceğim. 

80 öncesi sol pratiğin içerisinden gelen biriyim. 12 Eylül askeri diktatörlüğüne maruz kaldım, havasını soludum. Yaklaşık yedi sekiz yıl da kaçak yaşadım. Şunu fark etmiştim: Mevcut sol örgütlenmeler ile hayat arasında bir mesafe vardı. Bizim savunduğumuz bazı kavramların ve terimlerin hayatta karşılıkları yoktu. Ben de ait olduğum grubun müktesebatı içerisinden söz almaktansa kendi adıma ve bütün yaşadıklarımı dikkate alarak söz almak istedim. Yayınevi böylesi bir kurgunun sonucunda oluştu. İki yoldaşım daha vardı. Benzer kaygılarla Ayrıntı Yayınları’nı kurduk. Tümüyle bir söz alma isteğiydi, bir tez inşa etme çabasıydı. 

Belirtmek isterim: Yayınevini kurduğumuz zaman Türkiye’de sözü edilen beş altı yayınevi vardı, –şimdiki gibi yüzlerce yayınevi yoktu. Çok büyük bir riskti yayınevi kurmak. Ayrıntı Yayınları bu perspektifle kuruldu. Adından amblemine, yayın programından hedef kitle seçimine kadar gerekli seçimlerin tümüne ben karar verdim. Kafamdaki kurgu da şuydu: Solun ’80 öncesinden gelen zaafları nasıl tamir edilebilirdi? Bir, feminizm üzerinden kadınlara kulak verilerek; iki, ekolojik hareket üzerinden doğayı dikkate alarak; üç, anarşist hareket üzerinden otoriter totaliter eğilimlere karşı çıkarak. Bunların hepsini veri alan, birbiriyle karşılaşmasına, konuşmasına zemin hazırlayan bir yayınevi tasavvur ettim ve bunu belli ölçülerde becerdiğimi zannediyorum. Black Rose’un, -ki özgürlükçü düşüncenin en etkili yayınevlerinden biridir- editörü İstanbul’a geldiğinde şunu söyledi: “Senden eski ve tecrübeliyim, ama ben böyle bir kurguyu yapamadım, seni kutluyorum!” 500 kitap yayımlandı. Yirmi yıl içerisinde bu kitapların toplam tirajı bir milyonu buldu. Yoruldum da. Bir süre içerisinde yoldaşlarımda ilişkimiz de yavaş yavaş ticarileşti, ortaklığa evrildi; anlaşamadık, ayrıldım. Fakat yayımladığım tüm kitaplara rağmen beni ikna edemeyen sorular peşimi bırakmadı. Bunun üzerine, “bari ben yazayım,” dedim.  Uzun süre düşündüm, çalıştım ve altı kitaplık bir seri hazırladım. İlk kitap Başkası Adına Konuşmanın Haysiyetsizliği, ikinci kitap Aşk ve Ereksiyon “Aşk”ı; üçüncü kitap Bir Yaratıcılık İmkânı Olarak Kaos; dördüncü kitap da Bir Aşağılama Aracı olarak Çöp oldu. Tümü, üzerinde ayrı ayrı düşünülmüş “hamlelerdir”. 

Çöp kitabındaki hamle ise şudur: Şimdiye kadar tüm meta anlatılar “üretim” ve “tüketim” üzerine düşündü, söz aldı. Sol’un bu sürece yaptığı katkı ise “paylaşım”dır; bunun ötesine geçememiştir. Oysa artık attıklarımıza bakmamız gerek. Çünkü, atıklarımızı dikkate almadığımız, atarken sonuçlarını düşünmediğimiz zaman attıklarımız bizi ele geçiriyor. Bu durum Sol literatürde neredeyse hiç dillendirilmemiş, üzerinde düşünülmemiş bir temadır: Oysa biz attıklarımız kadarızdır! Bu, söze hiç dökülmemiştir. Bu durumu dikkate alan bir kitap yoktu. Bu yüzden bu durumun bir “hamle metni” olarak tanımlanmasına karşı çıkmadım. Bir Aşağılama Aracı Olarak Çöp, bu tip tezlerin yayımlandığı, Türkçedeki ilk ve tek kitap. Çöp üzerine, atık üzerine, atma üzerine, dışarıda bırakma üzerine bundan sonra yazılacak her kitabın ister istemez göz atmak zorunda kalacağı bir kitap olacak, –umarım, sanırım. 

Kitabın açılışında bizi karşılayan, 1986 yılında gerçekleşen “Kimlik Bitte! Kimlik Lütfen!” vakasını konuşarak kitabın içeriğine doğru adım atmak istiyorum. Kimlik anlayışımızda, çöp ile olan ilişkimizde, aşağılama araçlarımız ile ilgili toplumsal olarak düşüncelerimizde, birbirimizle olan ilişkilerimizde, algılarımızda -aradan geçen 35 yıllık süre zarfında- nasıl değişiklikler oldu veya oldu mu?  

Der Spiegel, birkaç yıl önce, dünyayı domine eden otokratları gündeme taşıyarak “Otokratlar” başlıklı bir kapak dosyası yayımladı: ABD, Rusya, Çin ve Türkiye devlet başkanlarını işledi. Dünyanın yeni bir otokratikleşme, otokratların denetimine girme, otokratları destekleme dönemine geçtiğinden söz etti. Üstelik bu otokratlar seçilmiş kişilerdi.

Bu durum, Magna Carta’dan bu yana yasayla garanti altına alınmış bütün kazanımların zayıfladığı, seçenin seçilene, adına konuşma haklarını devrettiği yeni bir aşamaya işaret eder. 

Peki, bu noktaya nasıl gelindi? 

Bir otokrat bütün gücünü onu seçenlerden alır. Tek başına otokratları eleştirdiğimizde, ona bu gücü verenleri görmek istemediğimizde büyük bir hata yaparız. Bu sürecin nasıl biriktiğini anlatabilmek için 1986 yılında Cumhuriyet’te yayımlanan bu haber ile kitaba başlamak istedim. Nazi üniforması giymiş, kimileri kadın olan tiyatro oyuncularının İstiklal Caddesi’nde yürüyen birilerini rastgele seçerek kimlik sormaları ve her kimlik sorulanın kimliğini itiraz etmeden göstermesi nasıl bir toplumsallıkta yaşadığımızı göstermesi açısından çok ama çok önemliydi. “İtaatkâr ve uysal” olmanın nasıl oluştuğunu, nasıl biriktiğini anlamak için iyi bir kalkış noktası olabilir, diye düşünerek bu haberi kitabın başına aldım. Seçilmiş tek adam rejimleri geçmişten günümüze nasıl birikti? Bu soruyu anlamak için küçük bir adım atmak istedim. Bu haber hiç kimsenin itiraz edemeyeceği, kabul edeceği bir sosyal soruna işaret ediyordu. 

Çağrışımları bu denli güçlü bir haber/olay/olgu nedense akademinin, kanaat önderlerinin gündemine hiç girmemişti. Oysa bu haber, “itaatkâr ve uysal” bir toplumsallığın özelliklerini çözmek için kullanılabilecek verimli kalkış noktalarından biridir, –bence. 

Yarattığımız fakat görmediğimiz, hemen dışarı atmak istediğimiz çöp dağlarından önce Tanrı, sonra Dünya Devlet’lerinin yaratılmasına ve ileri aşama olarak “pan-kapitalizm” hususuna dikkat çekiyorsunuz. Pan-kapitalizm kavramını biraz açar mısınız?

“Pan-kapitalizm” kavramını bir sonsuz kötülük örgütlenmesi olarak ele almaktan yanayım. Ve bu örgütün başkanı, ulu önderi, reisi falan yok. Emperyalizm gibi kullanışsız kavramlar da bu durumu çözemiyor. Buna eşlik edecek tek kavram ise “Pan-İnsanlık”tır. Pan-kapitalizm ile bütün insanlar müşterileşmiştir artık. Şu an pan-kapitalizmin dünyada giremediği, nüfuz edemediği, etkisini gösteremediği hiçbir yer kalmamıştır. Bütün dünya pan-kapitalizmin piyasasıdır. Kişiler bu duruma hiç itiraz etmeden müşteri olmayı kabul ettikleri an düşünen, itiraz eden, haysiyet sahibi olan kişiler olmaktan vazgeçmişlerdir. Sırf müşteri olarak kendilerini benimsemeye başladıkları andan itibaren de pan-kapitalizmin piyasa kurallarının içerisinde yaşamaya başlarlar. 

Kitapta da örnek verdim; Apple’ın toplam piyasa değeri Birleşmiş Milletler’e üye 182 ülkenin yıllık bütçesinden daha fazla, –192 ülke var Birleşmiş Milletler’de. Pan-kapitalizm artık uluslararası şirketler tarafından yönetilen bir düzeyde varlığını çoğaltıyor. Ulus devlet başkanları da artık satış temsilcilerine dönüştü. 

Diğer taraftan, birçok sosyoloji kitabı 11 Eylül 2001 tarihinde Dünya Ticaret Merkezi’ne yapılan uçak saldırılarına sembolik bir önem atfeder. Çünkü teolojinin pan-kapitalizme karşı yapabileceği artık hiçbir şey yoktur, uçak saldırısı çaresizliğin itirafıdır. Teoloji artık pan-kapitalizmle hesaplaşma, ona itiraz etme, karşı çıkma, onun yerine başka bir şey önerme çabası içerisinde değildir. Tam aksine pan-kapitalizme ortak olmayı seçen bir söylemin içerisinden söz üretmektedir. Bu durumu netleştirebilmek için kullanışlı kavramlara ihtiyacım vardı: “Tanrı Devleti” ve “Dünya Devleti” kavramları bu yüzden kitaba girdi. Dünya Devleti gelmiş geçmiş en büyük imparatorluk olan Britanya’dan söz edilirken kullanılmış bir kavramsallaştırma. Tanrı Devleti ise Augustinus ve Nietzsche’de geçiyor. Günümüzü anlamak adına bu iki kavramın anahtar özelliklere sahip olduklarını düşünüyorum. Tanrı Devleti, Dünya Devleti’ne karşı bir varlık gösterememiştir. Tanrısal söylem pan-kapitalizm tarafından esir alınmıştır. Tanrı Devleti bu durumu itiraf edememiş, ama kabul etmiştir. Ve bence artık her küresel soruna bu çerçeveden bakmak gerekmektedir. 

Peki, “çöp”ü pan-kapitalizm kavramı üzerinden yeniden tanımlayabilir miyiz?

Çöpü böyle tanımlamaktan yana değilim. Çöp dışarıya atılandır, kendi dışına itilendir. İnsanlık tarihine baktığımızda en organize dışarı atma faaliyeti duvar yapımıdır. Duvar yapıldıktan sonra duvarın ötesi ve berisi oluşur. Duvarın dışarısına atmaya başladığınız zaman da attığınızı çöpleştirirsiniz. Tarihte ilk sistemli duvar faaliyeti Çin Seddi’dir. Ardından Berlin Duvarı, İsrail Duvarı, Meksika Duvarı ve Türkiye’de de şimdi Suriye Duvarı yapılıyor. Her ulus devlet duvar yaparak birilerini dışarıda bırakır. Çöp, içeri almanın ve dışarı atmanın kilit adıdır. Bugüne özgü bir şey değildir. Duvar yapan tüm devletli toplumsallıklar içeri alma ve dışarı atma mekanizmalarını kurarak kendilerini var etmişler, kendilerini kendilerine meşrulaştırmışlardır. 

Yok edilemez ve evcilleştirilemez. Bu yüzden çöp hem yaban ve hem de tekinsizdir.” Bu cümleler üzerinden kitapta önemli bir kurgu ile yer verdiğiniz Yer (Başlangıç), Yerüstü (Duvar), Yeryüzü (Sınır) meselelerini konuşmak isterim. Çöpün “tekinsizliği” üzerine özellikle konuşacak olursak; öngörülemez olduğu için mi tekinsiz? 

Son yıllarda binlerce insan teknelerde, herkesin gözü önünde Akdeniz’de boğuldu. Herkes mültecileri dışarıya attı. Bu dışarı atma faaliyeti kimsenin inkâr edemeyeceği örneklerle her gün artıyor. Kimse bu anlamda masum değil. Ya teknede, denizde ölmesine izin veriyorsun ya da toplama kamplarına kapatıp yavaş ölüme terk ediyorsun. 

Tekinsizlik şu demektir: İktidar varlığını her kişiyi öngörmekle sürdürür. Diğerini ele geçirebilmesi için onun ne yapacağını önceden bilmesi gerekir; ele geçirdiği zaman ona hükmedebilir çünkü. Bu iktidar mekanizmalarına karşı çıkan her kişi, –bir sonraki kitapta “Çok kalpli asi” olarak adlandıracak ve etraflıca açıklayacağım, – öngörülemez ve ele geçirilemez olmayı becermekle kendisini müşteri toplumunun dışına taşır. 

Öngörülemez olmak bütün iktidar mekanizmalarının nasıl işlediğini fark etmek ve bütün iktidar mekanizmalarının dışına çıkmayı becermekle mümkün olur. Yani kişinin kendi adına konuşması, kendisini dölleyerek yeniden doğurması, kendisine ait bir hikâyesi olması, “sır”lı olması ile mümkündür. Bir tek sana ait, kimsenin ele geçiremeyeceği bir “sır”ra sahipsen bütün tahakküm mekanizmalarının dışarısına çıkabilirsin. Kişinin bu anlamda yapabileceği biricik şey “sır”lı olmasıdır. “Sır”lı olmaya başladığın andan itibaren öngörülemez ve ele geçirilemez olmaya da başlarsın.

Kitaptaki beden konusu; bedenin dışarıyla olan ilişkisinin dışkılama üzerinden anlatılması konusuna değinerek devam edecek olursak; estetik operasyonlarla kişinin kendi bedenine tapındığı bedenin bu kadar tanrısallaştığı böyle bir çağda dışkılamalarımız ile ilgili bedenimizle olan bağımız, ilişkimiz aslında ne derece dürüst?  

Bedenin dışarıya attıklarına bakalım: Ter, gözyaşı, tükürük, sümük, sperm, salgı, idrar ve dışkı. Bunlar arasında da bir hiyerarşi var. Ter, yadırganmaz, gözyaşı ise hiç yadırganmaz. Öpüşürken tükürükler karışır ve bundan ayrıca haz duyulur. İdrar ve dışkı ise utanılacak ifrazatlardır. Bunları mahkûm etmeye başladığımız zaman bedenimizi dolayısıyla kendimizi kendimize kapatmış oluruz. 

Bunlar üzerine düşünürken aklıma “perine” geldi. Perine; penis, vajina ve anüsün arasındaki bölgenin adıdır. Öyle bir yerden her şeye yeniden bakmalıyız ki başlangıcı ve sonu, temizi ve kirliyi, doğumu ve ölümü aynı anda görebilmeliyiz, diye düşündüm. Böylece, kendimizi bir neden-sonuç ilişkisi içerisinde ele alabilir, sorunu dışarıda, başkasında aramayız. 

Vajina ve penis başlangıca, anüs ise sona işaret eder. Bir tek perine başlangıca ve sona, temize ve kirliye, doğuma ve ölüme aynı anda nüfuz edebileceğimiz, bakabileceğimiz, bize ait olan sorunları inkâr edemeyeceğimiz özellikleri aynı anda taşır. Sorunları başkasına devredemeyeceğimiz, kendimizi kendimizin nedeni ve sonucu olarak kabul edebileceğimiz tek yer perinedir. Bu yüzden perine, yeni bir düşünme perspektifi oluşturmak açısından önermeyi gerekli bulduğum bir yer oldu.

Pan-kapitalizm, küreselleşme; tüm bu sistemi oluşturan kavramların suç yaratma, suçun ta kendisi olması ve sizinle asıl konuşmak istediğim; “Atık insanlar”a yaptığınız vurgu. 

Kitabın, –umarım görmezden gelinmez–, çok önemsediğim bir tezi de şudur: Her toplumun bir biçimi vardır: O da duvardır. Herkes duvar yapıyor şimdi. Duvar yapılmayan yerler de duvar yapma isteğini barındırıyor. Çünkü devletli toplumların alt ve art anlamında hep duvar vardır. Fakat her duvar, duvarın hangi tarafında olduğuna göre anlam kazanır. Bu anlamda Almanlar Yahudileri, Yahudiler Arapları, Japonlar Çinlileri, Çinliler Moğolları, Türkler Kürtleri, Kürtler Zazaları, Fransızlar Korsikalıları… aşağılar. 

Bütün devletli toplumsallıkların alt paydası bir diğerini atığa ve çöpe dönüştürme ve dışarıya atmak üzerine kuruludur. Bir diğeri ile kendi arasındaki farkı duvar örecek kadar katı olan bir ideolojik kavrayıştan söz ediyoruz. Bütün devletli toplumsallıklar çağımızda (bir) mültecileri, (iki) çingeneleri, (üç) eşcinselleri aşağılar. “Atık insan” modern devletli toplumsallıklarda sürekli ama sürekli üretilir. Devletli toplumsallıklar birbirleriyle hiçbir konuda anlaşamadılar ama ortak mezarlıkta anlaştılar. 

Akdeniz, artık devletli toplumsallıkların kolektif mezarlığıdır.   

“Baharatlı Sohbetler Sofrası.” Yayıncılık dünyasından bahsedilen bu bölümde yayın dünyasının arka bahçesini anlatıyorsunuz. Bu bölüm nasıl oluştu?

Bir “sürekli ve çoklu kriz”den söz ediyoruz. Krizin en dolaysız sonucu hapishanelerdir. Bir toplumda hapishane varsa orada sorun var demektir. Türkiye, şu anda Avrupa hapishaneleri arasında en çok insanın kapatıldığı, özgürlüklerine el konulduğu ülke; krizleri en yüksek düzeyde seyreden bir ülkede yaşıyoruz. Bu yapının bir parçası da kültür-sanat camiası. Bu camia kendisini krizin bir parçası olarak pek ele almaz. Yayın yönetmenleri, köşe yazarları, editörler, haber spikerleri, yorumcular, akademisyenler sütten çıkmış ak kaşık gibi davranırlar. Halbuki her şey birleşik kaplar teorisindeki gibi seyreder. Bir yerde kriz varsa her yerde vardır. Fakat kültür-sanat camiası sözün çoğaltıldığı yer olduğu için kendisi bunun dışarısında kalır ve kendi neden olduğu sorunların üstünü örtmeyi tercih eder. Artık bu durumun da açığa çıkmasını istedim. Bildiğim, tanık olduğum küçük bir toplamı kitabın “baharatlı sohbetler sofrası” bölümüne aldım. Yer ve kişileri bir parça sakındım, ama anlatılan her şey doğrudur. 

Sembol bir örnek olarak da İlhan Selçuk’u seçtim. İlhan Selçuk tek kültür-sanat sayfası yapan Cumhuriyet gazetesinin en etkili köşe yazarıydı. Dünyaca ünlü Elias Canetti’nin yirmi dokuz dile çevrilmiş Körleşme adlı kitabını okuyamadığı için attığını, kitaba saldırma isteğini kontrol etmek istemediğini itiraf ediyordu yazısında. Bütün bunların ötesinde aklı başında, makul bir okur-yazar gibi kitabı neden beğenmediğini açıklamaktansa, Canetti’yi “Yahudi” olarak yaftalamayı tercih ediyordu. Bu feci bir şey. O dönemde çok dedikodusu yapıldı, ama kimse bu duruma dair söz almadı. Ben de artık bu suskunluğun paydaşı olmak istemedim. Kültür-sanat camiasının etkisi çok olan bir örneği olarak İlhan Selçuk’u ele almaya karar verdim. 

Pandemiden, ardından patlak veren sıcak savaştan ve dünyayı etkisine alan ekonomik krizden yola çıkarak dünya yenilenebilecek mi; bu kapsamda kültür-sanat dünyası da yenilenebilecek mi diye sormak isterim. 

Bir dipnotla etraflıca anlatmaya çalışmıştım: Sanatla hayat ilişkisinde, sanat hayatı taklit etmemeli. Sanatçı, hayatın her zaman önünde olmalı. Sanatçı, hayatı taklit etmeye başladığı zaman kendi mezarını da kazar. Adorno: “Sanatçı suç işlemelidir.” diyor. 

Eğer bir toplumda siyasi, kültürel ve ekonomik kriz varsa, sanatçı bu krizin kökenlerini hiç sakınmadan ifşa ettiği, bunu söyleme “suç”unu işlediği zaman sanatçı vasfını hak eder. Bunu söylemediği zaman söylediklerinin hepsi ya tekrar ya da kopyadır. Türkiye’de buna cüret eden çok az sanatçı var. Bu noktada bir yenilenme çok zor. Bu anlamda çok umutlu değilim.

Yeni bir çalışmanız var mı? 

Yarabıçak’ı genişletiyorum. Epeydir kitapçılarda yoktu. Teorik arka planı Rus Devrimi ile biçimlendirilmiş bir “devrimci” ile Gezi Ayaklanması’nın tanığı olmuş bir “Çok Kalpli Asi”nin dertleşme kitabı olacak. İki üç ay içerisinde elimden çıkarmayı hedefliyorum. Sonbahar programında da yayımlanması planlanıyor. 

edebiyathaber.net (3 Ağustos 2022)

Yorum yapın