Nazlı Kırcı: “Huzurlu hayatımız bir anlığına sarsıldığında nelerden ödün veririz, kişiliğimizin hangi yönü esner?”

Nisan 16, 2021

Nazlı Kırcı: “Huzurlu hayatımız bir anlığına sarsıldığında nelerden ödün veririz, kişiliğimizin hangi yönü esner?”

Söyleşi: Demet Aksu

Nazlı Kırcı’nın ilk öykü kitabı Denize Doğru (Everest Yayınları) geçtiğimiz aylarda okuyucusuyla buluştu. Kırcı, öykülerinde yaralı çocukluklar ve bunun kaçınılmaz sonu olan parçalı ailelere odaklanıyor. Çocukların gözlerinden yetişkinlere akıveriyor öyküler. Bunu yaparken de usul usul, sadelikle ilerliyor. Öykülerindeki  karakterleri iyi tanıyor Kırcı, ne kızıyor ne de savunuyor adeta hepsine aynı mesafede. Nazlı Kırcı’yla Denize Doğru’yu ve dahasını konuştuk.

Denize Doğru ilk öykü kitabın. Yedi görünümlü sekiz öyküden oluşuyor.  Her bir öykün yaralı çocuklukları, yaralı çocukların ebeveyn olamamış hallerini, bir duvarı yıkık aileleri konu alıyor. Denize Doğru’nun doğuşu, yolculuğu hakkında neler söylemek istersin?

Kitap yaklaşık beş yıllık bir çalışmanın ürünü. Başta ne üstüne yazacağım, ne tip karakterler yaratacağım hakkında hiçbir fikrim yoktu. Elinde anlatmak istediği hikâyeleri olan ve masaya bunlarla oturan bir yazar değilim. Sadece izlediğim filmlerin, okuduğum kitapların tetiklediği güzel bir öykü yaratma arzusuna kapıldım. Bir yerden başladım. Zaman geçtikçe yazdıklarım değişti, bölündü, birleşti, farklı kollardan beslenerek büyüdü ve bir yatakta akmaya başladı.

Öykülerinin birçoğu çocuk gözünden aktarılıyor, diğerlerinde de mutlaka ön plana çıkan bir çocuk karakter var. Öykülerinde başköşede tuttuğun çocuklarla ilgili düşüncelerini merak ediyorum.

Yazarken hiçbir zaman karakterden yola çıkmıyorum. Odağımda çoğunlukla kurgu oluyor ve karakterler de onunla birlikte şekilleniyor. Ama kafamın içinde bir şeyleri evirip çevirirken öyle bir an geliyor ki bir çocuk karakter bütün ayrıntılarıyla beliriveriyor. Sanırım benim için onları bu kadar çekici yapan, olaylara, şeylere doğrudan bakışı, düşündüklerini olduğu gibi ifade etmeleri. Bir çocuk benimle ilgili hoşuma gitmeyecek bir eleştiride bulunuyorsa durup bir düşünürüm. Böylesi keskin bir dürüstlük yaş ilerledikçe kaybedilen bir özellik. Yakın arkadaşınız yeni saç modelinizin berbat göründüğünü söylemez, sorarsanız lafı dolandırır, olmadı yalan söyler. Ama bir çocuğa fikrini soruyorsanız en kötüsünü duymaya hazır olmanız gerekir.

Çocuk karakterlerin öyküye kattığı olumlu havayı da yıkıcı gücü de seviyorum. Ergenler için de benzer hislerim var.

Denize Doğru, kitaba ismini veren öykün. İçindekiler bölümünde ismi yok ama diğer yedi öyküyü sarıp sarmalıyor, öykülerin arasına girip çıkıyor. Oldukça değişik ama iyi düşünülmüş. Bu kimin fikriydi?

Denize Doğru kitabın en eski öyküsü. Aynı zamanda kısalığıyla kitaptaki diğer öykülerden ayrılıyor. Bununla ilgili editörüm Murat Çelik’le ne yapabileceğimizi konuştuk. İşin aslı fikir ona ait. Üç seçeneğimiz vardı. İlki olduğu gibi bırakmaktı, o haliyle uzunluklarda bir dengesizlik ortaya çıktı. İkincisi dosyadan çıkarmaktı, buna da gönlüm razı olmadı, öykünün duygusunu seviyorum. Üçüncüsü parçalara ayırmaktı. Seçim tamamen bana aitti. Başta biraz çekingen davrandım, ama sonra yeni haline içim çok ısındı. Böyle kısa bir öykünün kitap boyunca usul usul ilerlemesi hoşuma gidiyor.

“Herkes geçmişini biraz eşelerse benzer onlarca hikâye bulabilir.”

Denize Doğru, gelini ve oğlu tarafından fazlalıkmış gibi görülen bir babaannenin, torununun gözünden anlatılışının hikâyesi. Günümüz pek çok aile yapısına da çok tanıdık gelen bir hikâye.

Aslında ben babayla annenin babaanneyi fazlalık gibi gördüğünü düşünmüyorum. Ailede yaşlıların ve çocukların öyle bir konumu var ki, günlük hayatın koşturmacasında ister istemez biraz geri plana itiliyorlar, onların öncelikleri öteleniyor, beklentileri fazla önemsenmiyor, neredeyse hayal kırıklığı yaşamaya mahkûmlar, bundan kaçış yok. Çoğunlukla bilinçli yapılan bir şey olduğunu da düşünmüyorum.

James Joyce’un Dublinliler kitabındaki Araby öyküsü bunu çok güzel anlatır. Baş kahraman, umutsuz aşık, sevdiği kıza bir hediye almak için ilk defa Araby’e gidecektir. Günlerce kafasında gidişini kurar durur, ama vakit geldiğinde eniştesi, yeğeninin planından haberi olduğu halde eve saatlerce geç gelir. Parayı alıp nihayet yola koyulur kahraman, ama çoktan akşam olmuştur, mağazaya giden trenin içinde ondan başka kimse yoktur. Araby’e vardığında dükkânların çoğunun kapandığını görür. İçeride çekinerek birkaç vazoya bakar ve hiçbir şey alamadan, öfkeden gözleri yanarken orayı terk eder. Çok bildik değil mi?  Herkes geçmişini biraz eşelerse benzer onlarca hikâye bulabilir, önemsiz gibi görünen ama yıllar boyu beraberimizde taşıdığımız hayal kırıklıkları.

Öyküde babaanne ilk defa denize girecektir ve genç bir kız olan torun onun hislerinin farkında, çünkü önemsiyor, dikkatli bakıyor, anlıyor, çünkü aynı saftalar.

Şimdi Bana Ne Olacak? adlı öykü, kitaptaki diğer öykülerden farklı olarak yıkılmış bir aile değil de aile kuramamış bir kadının, emekli bir çocuğun gözünden aktarılıyor bize. Sevinç anne ve babasıyla yakından ilgilenen, evlenmemiş ama zaman zaman bir erkeğin gücünü ve varlığını arkasında hissetmek isteyen bir kadın. Tabii ki yalnızlık ayrı bir konu ama Sevinç’in ya da Sevinç’lerin bir erkeğin varlığına ihtiyacı var mı?

Tabii ki yok, olmadığına da her gün tanıklık ediyoruz zaten. Sevinç de yalnız ve gündelik yaşamın akışından memnun bir kadın. Ama baş edemediği bir sorunla karşılaştığında aklına ilk gelen bu oluyor. Hatta sorunun kaynağı Nuray’a saldırdığının hayalini kuruyor. Dingin, huzurlu hayatımız bir anlığına sarsıldığında nelerden ödün veririz, kişiliğimizin hangi yönü esner, bunun üstüne çokça düşünüyorum. Konfor alanınızı korumak için birisini ölümüne tehdit ettiğinizi hayal edin. Kim böyle bir şeyin kendi hayatında asla yaşanmayacağının garantisini verebilir? Ya da çok istediğiniz bir şeye sahip olmak için ne kadar ileri gidersiniz? Bu konular ilgimi çekiyor, insan karakterinin kırılma anları üstüne yazmak istiyorum.

“Bugünü katlanır kılan gelecekte bir şeylerin yoluna gireceği umudu sanki.”

Parçalar, ekonomik sıkıntı yüzünden çıkmaza sürüklenen bir evliliğin öyküsü. Gelecek kaygısı, tedirginlik öykünün merkezine yerleşiyor. Ama öykünün sonunda öyle bir şey oluyor ki kadın karakterimiz hiçbir şeyi düşünmeden, sadece anı yaşayıp geçmişi ve geleceği kenara iterek doyasıya yemek yiyor. Müthiş bir an. Parçalar’la ilgili konuşmak isterim.

Gelecek kaygısı sanırım bizim neslin en baskın hissettiği duygulardan. Çevremde bundan muaf yaşayan tek bir kişi bile tanımıyorum. Özellikle son birkaç yıldır ülkenin freni patlamış kamyon gibi yol almasıyla da her geçen gün kendini daha yoğun hissettiriyor. Bir yandan çoğu kişi çalıştığı işi sevmemesinden şikâyetçi, öte yandan koşullar herkesin sisteme daha sıkı eklemlenmesine neden oluyor. Bugünü katlanır kılan gelecekte bir şeylerin yoluna gireceği umudu sanki. Bu gerçekleşir mi bilmiyorum. Öyküdeki kadın tünelin ucunda zayıf da olsa bir ışık görüyor gibi. Ama bir mengenenin ağzında yaşıyorsanız o cılız ışığa güvenemezsiniz, fırsatını bulduğunuzda karnınızı tıka basa doyurmanız gerekir.

Geniş Aile, yine bir çocuğun gözünden anlatılan anneannesinden dinlediği geniş ailesinin gölgesinde yalnızlık yaşayan Zeynep’in öyküsü.  Buradan yola çıkarak ilgili yani tanıyamadığımız, tanısak da sadece söylemde “aile” olan soyağaçlarıyla ilgili düşüncelerini merak ettim.

Ben hem anne tarafından hem baba tarafından muhacir bir ailenin çocuğuyum. Büyükannelerim, büyükbabalarım Bulgaristan göçmeni, hepsi de kalabalık ailelerden geliyorlar. Eskiden anlattıklarını çok dinledim, içlerinde sürgün, savaş hikâyeleri de vardı. Hatta bazıları Edgar Allen Poe öyküleri gibi uyku kaçıracak kadar tuhaf, gerilimliydi. Adı geçenlerin çoğu hiç görmediğim, çoktan ölmüş akrabalarım. Tahmin edersiniz ki geride ne bir günlük var ne de saklanmış mektuplar. Bir iki siyah beyaz fotoğraf ve masal gibi nesilden nesle anlatılan kulaktan dolma hikâyeler. Yine de dinlemeyi seven, içedönük biriyseniz uzun yıllar kafanızı meşgul edecek şeyler. Zeynep de öykü karakterleri gibi birer isimden ibaret akrabalarının arasındaki yalnız çocuk. Çöpe atana kadar en azından elinde bir soyağacı vardı, birçoğumuz ona bile sahip değil.

Nazlı, her şeyden önce iyi bir okursun. Denize Doğru’nun yolculuğu boyunca sana neler, kimler, hangi kitaplar eşlik etti?

Bir sürü iyi yazar eşlik etti diyebilirim. Şu an ilk aklıma gelen Alice Munro. Sevmediğim, zayıf bulduğum tek bir öyküsü yok. Ferit Edgü’nün, David Constantine’in, Raymond Carver’ın, Ralf Rothmann’ın öyküleri benim için çok öğretici oldu. J. M. Coetzee’yi, Joyce Carol Oates’i, Lorrie Moore’u çok seviyorum. Bilge Karasu’nun romanları, özellikle Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı. Sait Faik Abasıyanık, Italo Calvino, Marcel Proust benim sığınaklarım, karantina döneminde umutsuzluğa kapıldıkça gönlüme ferahlık veren yazarlardan oldular. Ve tabii Norman Manea. Bizde şimdiye kadar sadece iki kitabının çevrilmesi ne üzücü. Okurları olarak dört gözle bekliyoruz.

Bu güzel soruları cevaplama fırsatı verdiğiniz için çok teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (16 Nisan 2021)

Yorum yapın