Sabâ Altınsay: “Bu ülkenin tarihindeki ‘malum faillerin’ hep ‘meçhul’ kalması eksilmeyen derdimiz.”

Ağustos 9, 2022

Sabâ Altınsay: “Bu ülkenin tarihindeki ‘malum faillerin’ hep ‘meçhul’ kalması eksilmeyen derdimiz.”

Söyleşi: Aynur Kulak

Sabâ Altınsay ile son romanı Faili Malum odağında yapmış olduğumuz söyleşi toplumu derinden sarsan ve hafızalarda uzun süre yer eden olayların yıllar sonra gelip olaylarla hiç ilgisi olmayan bireyleri bulması, geçmişte veya şimdi gerçekleşen ölümcül darbelerin bireylerin hayatında nasıl deprem etkisi yarattığı soruları çerçevesinde gerçekleşti. Faili meçhul olaylar sadece düştüğü yeri mi etkiler ya da yakar? Toplumsal hafızayı derinden sarsan olaylar hiç suçsuz bireyleri nasıl gelir bulur? Bu tip durumlarda tamamıyla suçsuzuz diyebilir miyiz? Bir ailenin derin acısının anlatıldığı Faili Malum odağında konuşacak çok konu vardı. Sabâ Altınsay ile konuştuk. 

İletişim Fakültesi mezunusunuz ve biyografinizi okuduğumuzda görüyoruz ki edebiyatla hep içe içe olmuşsunuz. Bir iletişimci olarak edebiyat hayatınızı nasıl etkiledi? Veya en baştan itibaren edebiyatın iletişimci olmanıza büyük katkısı oldu mu?  

Benim üniversiteyi okuduğum yıllarda fakültemiz Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne bağlıydı. Hukuk, anayasa hukuku, sosyal politikalar disiplinleri, insan hakları, uluslararası ilişkiler gibi derslerimize Mülkiye hocaları girerdi. Üniversiteler şimdiki gibi atamayla değil, demokratik seçimlerle yönetilirdi ve akademisyenler, hakikaten bilimsel çalışmalar üreterek ve çok değerli jürilerin önünde terler dökerek akademik unvanlarını elde ederlerdi. Bu nedenle üniversiteler bilimin, etiğin, sistematik düşüncenin, mutlak anlamıyla olmasa da epeyce yakınında bir yerlerinde yer alırlardı. 

Üniversite bana elbette edebiyatı öğretmedi; sistematik düşünmeyi öğretti. Neden-sonuç ilişkisi kurmayı, sorgulamayı; dahası, soyut düşünmeyi öğretti. Ama liselerimin hakkını yiyemem. TED ve Bornova Anadolu Lisesi’nde bunlara zemin oluşturacak donanımı zaten elde etmiştim. Ben bu ülkenin şanslı çocuklarından biriyim kısacası; nispeten daha nitelikli eğitim almışlardanım. 

Edebiyat daha doğrusu yazı, çok genç hatta çocuk yaşımdan beri benimleydi. Ancak 20li yaşlarımda yazmayı öğrenmeye başladım. Çünkü yazmak, doğru ve akıcı yazmak, öğrenilen bir şeydir bence. Edebiyat yazmak farklıdır; o yetenektir yani “varsa var-yoksa yok”tur; öğrenilmez. Ancak edebi metin doğru yazıyla birleşirse “tam” olur. İşte bunları birleştirebilmek için çalıştım, düşündüm, okudum, biriktirdim, yazdım-bozdum, denedim, baktım, gördüm hayal kurdum ve durdum, kenara çekildim. Taa ki Kritimu’ bana “Gel” diyene kadar. 

İlk iki romanınız çağdaş edebiyatımız içerisinde önemli romanlar arasında yerlerini alarak okuyucular tarafından ilgi gördüler Üçüncü romanınız Faili Malum’un önceki romanlarınızdan farkı, meselesi, yazılış sebepleri neydi?

Daha en başından itibaren, sanatı üreten, üretmeye niyetlenen herkesin, yazar, şair, müzisyen, ressam, sinemacı, sahne sanatçısı ve elbette bilim insanı, kim olursa olsun hepsinin, bir “derdi” vardır. Kalbinde, zihninde durup duran bir derdi. Bu dert, tek başına, sadece tek başına, dünyayı değiştirme, dönüştürme, iyileştirme derdidir, hevesidir,  emelidir. Ve bu, sorumlulukla birlikte gelir. Hiçbirini size zorla vermezler, sanatçı kendiliğinden üstlenir bunları. Yel değirmenlerine karşı savaşan Don Kişot’tur sanatçı; öyle olmak zorundadır; muhalif olmaya mecburdur.  

Bir an vardır ki sanatçının muhalif bakışlarıyla hayat, göz göze gelirler. İşte o an, bir yazar için “Burada bir roman var” ânıdır.  

İlk romandan önce hayat bana şöyle dedi: “Kendinden başla ama kendini anlatma.” Öyle yaptım. Kritimu’nun “Sonsöz” bölümü olmasa, kimse romanın benim ailem olduğunu anlamaz çünkü Kritimu yazarın kimliğinden bağımsız, başlı başına bir romandır ve yurtsuzluğu anlatır. Yurtsuzluk, göçmenlik dünyanın giderek büyüyen derdi değil mi? 

Benim Hiç Suçum Yok’ta hayat bana “Devam et” dedi; kabul ettim. Hayata müdahale etmek, savaşlar, açlık, yoksulluk, payımıza düşenden fazlasını istemek, yönetmek, emretmek, yok saymak, ona-buna kader yazmak hem dünyanın hem bireyin bitmeyen derdi değil mi? 

Fail-i Malum’da Ali Haydar’la göz göze geldik ve Asuman’la ve Nihan’la ve Mert’le ve hayatla. Bu ülkenin tarihindeki “malum faillerin” hep “meçhul” kalması eksilmeyen derdimiz değil mi? 

Başlangıçtan beri hayatla nerede göz göze geleceğimi biliyordum aslında. Şimdi de biliyorum; dördüncü romanımı, beşinci romanımı, ondan sonrakini… Ben hep “ben”dim; romanlar sırasını bekledi; hepsi bu. 

Roman çok çarpıcı bir cümleyle, ölüm gerçeğiyle başlıyor. Ölümü içerden bir bakışla, ailenin acısı olarak ele alırken konuyu, aynı zamanda araştırılması gereken bir vaka, bir faili meçhul olarak da işliyorsunuz. Ölümle ilgili taşınması çok zor olan bu karşıtlığı –hem aile içerisindeki yüzleşmeyi hem de aile üzerinden topluma uzanarak örtük travmalarımızla yüzleşmemizi- neden bu şekilde ele almak istediniz? 

O acılı insanlar unutmuyorlarsa kimse unutmasın istedim. 

Gerçek hayatta da doğurduğu çocuğun kemiklerine razı olan bir anne, hâlâ aramızda olan o anneler, kardeşler, eşler, dostlar, evlatlar ne yapıyorlar, nasıl yaşıyorlar sizce? Unutmuş ve kendi hayatlarına dalmış olabilirler mi, mümkün mü bu? Dolayısıyla her haksız ölümün ucu bir veya birçok fail-i maluma uzanır; onunla başlar ve onunla biter.

Çünkü romanda söylendiği gibi, “Norveç’te işlenmiş bir cürüm değil bu.”

Gerçekte de böyle olmaz mı? Tutun ki başınıza böyle bir şey geldi. Allah korusun ama oldu diyelim. Kim öldürdü, neden öldürdü diye düşünmez misiniz? Ararken, korkarken, ümidinizi korur veya kaybederken, bulunduğunda, onu gördüğünüzde katiline ne yapmak istersiniz? “Malum” ve/veya “meçhul” olmak üzere kaç katilimiz var bizim? 

Ailenin büyük kızı Nihan’ın merkezde olduğu bir hikâye okuyoruz. Nihan’ı merkeze koyma sebeplerinizi konuşmak istiyorum. Anne de olabilirdi olayları anlatan kişi, baba da. Abla Nihan’ı seçmenizin nedeni, duygusal iniş-çıkışları keskin olan böylesine dramatik bir hikâyede dengeyi yakalama isteği miydi?

Anneler acıya “katlanırlar.” Anneler, Ortadoğu’da erken yaşlanır, iki kat çöker, eğilir, eğrilir, gözlerinde kocaman bir acıyla ve hayatı affetmeden ölürler. Babalar kaçabilirse kaçar, olmazsa öfkeyi soğutmaya çalışır, sadece yalnızken ağlar, herkes gibi görünmeye uğraşırken yaşlanır, susar ve hayatı ne yapacaklarını bilemeden ölürler. 

Kardeşler gençtir, yıllar geçse bile gençlikte kalmış öfke soğumaz, soğutulamaz. Çünkü o ölümle parçalanan, şirazesinden çıkan, sapıtan, dağılan, toplanamayan hayat, onların hayatıdır. Daha gencecikken kaybedilen ve bir daha ele geçiremedikleri kendi hayatlarıdır o. Üstelik en ufak bir sorumlulukları da yoktur bu yitirişte. Kendileri yaşlansa bile öfkeleri genç kalır. O yüzden kadere inanmaz ve asla affetmezler. 

“Denge” asıl genç kardeşlerle bozulur ve romanda herkesin dengesi böylece kurulur. 

Romanın başında bir faili meçhul olarak okuduğumuz bu hikâye bizleri gerçek, yaşanmış bir toplumsal travmaya kadar götürüyor. Haberlerde birkaç gün kaldıktan sonra yerini başka bir habere bırakan kimi olayların, 20 veya 30 yıllık (hatta belki 100 yıllık) geleceği kapsayacak şekilde katilinden, kurbanına, aileye ve hatta konuyu araştıran kişiye kadar, domino taşı gibi toplumun her kesiminden bireyleri etkileyebilmesinin aslında ne kadar ciddi bir mesele olduğunu konuşmak istiyorum sizinle Faili Malum odağında. 

Fail-i Malum bunların sadece bir kısmını anlatıyor. Hepimiz biliyoruz ki daha pek çok “fail-i malum” var. Her birini ayrı ayrı romanlaştırmaya benim ömrüm yetmez. Yazarlar, şairler, tiyatrocular, sinemacılar yıllardır her birini sanatın içinden anlatmaya devam ediyorlar. Bu travmaların etkileri hemen ortaya çıkmıyor elbette. Yıllar, yıllar sonra beliriyor bir yerlerden. Üstelik tek bir formda da değil. Ötekileştirmek, zalimlik, öfke patlamaları, yalakalık, işbirlikçilik, suçlama, aklama, uyuşturucu, suça eğilim, şiddet, hukuksuzluk, mafyacılık, aldırmazlık veya yalnızlık olarak ortaya dökülüyor. Bunlar bir çırpıda aklıma gelenler. Kadınlar, erkekler, çocuklar üzerinde kim bilir başka nasıl etkileri oluyor. Toplum sosyologları daha net neden-sonuç ilişkileri kurabilirler. Yüzleşmeden ve hukukun üstünlüğünü hâkim kılmadan bunların içinden çıkabilmek imkânsız. Almanya bile, o korkunç geçmişiyle açıkça yüzleşmesine rağmen kendi içinden neo-nazizmin yeniden doğmasına engel olamadı. 

Bence, yirminci yüzyılın belası faşizmdi; yirmi birinci yüzyılın belası ise popülizm ve onunla beslenen ırkçılıktır. Hukukun kemirildiği dönemler bunlarla beraber büyür. 

Edebiyatın belge niteliğini önemsemek gerek. O olmasa, sizin de dediğiniz gibi iki-üç gün içinde unuttuğumuz gazete haberlerine dönüşecek çoğu, yıllar hafızaları eskitecek. Bu nedenle toplumsal hafızanın önemli ayağıdır edebiyat. Yukarıda andığım travmaların hayatlarımıza olan etkilerini her gün yaşıyoruz, görüyoruz ama olayların travmalarla “illiyet bağını” göremiyoruz, aklımıza gelmiyor. Derine ve çok yönlü bakan edebiyat tam da burada görme araçlarımızdan biri olabilir. Sadece bizim değil gelecek nesillerin de. O yüzden önemli işte.  

Romanda her karakterin başına gelenleri kendi ağzından anlatmasını ve böylece okurun olaylara dahil oluşunu konuşmak isterim. Zira karakterler kendi hikâyelerini anlatmaya başladıkları noktada okurla diyalog kurdukları için, insan tıpkı roman kişileri gibi acının, sorgulamanın, yer yer suçlamanın, hak vermenin, empati kurmanın tam ortasında buluyor kendini. Anlatıda bu seçimi yapmanızın tesadüf olmadığını düşünüyorum. Bu seçiminizin kurguya yansımasından da bahsedelim isterseniz. 

Birinci tekil şahıs anlatımını bunun için seçtim. Okurla birebir ilişki kurabilmek için. Çünkü yazarın anlatıcı olduğu durumlarda toplamda üç kişi vardır: Okur, yazar ve karakter(ler). Oysa birinci tekil şahısta yazar aradan çıkmış gibi görünür. Okur ve karakter yüz yüze gelirler. Bu da hele Fail-i Malum’da olduğu gibi zor, iç kanatan, haklılık-haksızlık gibi göreceli hallerin var olduğu durumlarda okuru da yazarı da metinden uzaklaştırabilir. Oysa ben okurun orada kalmasını, hiçbir yere gitmemesini, karakterle birlikte olmasını istiyorum. Nasıl ki karakterlerin hiçbiri o çemberden çıkamadıysa, okur da çıkamasın istiyorum. Bu yüzden okuru metne “hapsettim.” Özür dilerim. 

Kurguya gelince… Evet, cinnet eşiğini aşmak hepimiz için an meselesi olabilir. Ama oraya gelinceye kadar koca bir roman yaşanır.  

Tüm dünya her konuda ciddi yenilenmelere doğru yol almaya başladı. Önümüzdeki dönemlerde edebiyatın işlevi bu durumlar çerçevesinde nasıl şekillenecek? Nasıl hikâyeler okumaya başlayacağız?

Açık kalplilikle söyleyeyim ki bilmiyorum. Fakat şöyle hissediyorum. Dünya eskiye göre daha hızlı dönüyor. On-yirmi yıl sonra (belki kalmaz bile) daha da hızlı dönecek. Edebiyat da hızlanıyor. Post modern edebiyat bunun bir tür izdüşümü bence. Metnin ve kurgunun buraya kayacağını düşünüyorum. Yani daha anlık, daha çoklu, perspektifi daha geniş kurgular okuyacağız gibime geliyor. Kalabalıkların içinde olduğu, çok etkileşimli, çok geçişli, çok zamanlı “karmaşalar” yer alacak edebiyatın içinde. Ama dil, üslup ona daha sakin, daha seçilmiş bir şekilde eşlik edecek diye düşünüyorum. Dil sadeleşecek, yavaşlayacak ki kurgudaki çoklu halleri dengeleyebilsin. Fakat edebiyatın da binbir şekli var. Fantastik edebiyatla polisiye içiçe geçer mi; aklıma deli deli fikirler geliyor. Sinemada çoktan geçti de metinde de olmuştur belki; ben bilmiyorumdur.  

Fakat bugün (28 Temmuz 2022) bu gözler şunu da okudu bir yerde: 

“Amazon’un e-kitap platformunda fantastik romanlar yayımlayan bir yazar, işini yetiştirebilmek için yapay zeka tabanlı dil programına başvurdu. Program, çeşitli kelimeler seçerek metni yeniden yazmaya başlıyor ya da olay örgüsünün devamı için önerilerde bulunuyor.”

Yoksa yazarlar “gizli işsiz” mi olacak gelecekte? Düşünsenize; gizli işsiz bir “Don Kişot.” Hadi bakalım. 

edebiyathaber.net (9 Ağustos 2022)

Yorum yapın