Mongok Bağları ve deniz kızları | Gönül Kıvılcım

Ekim 27, 2014

Mongok Bağları ve deniz kızları | Gönül Kıvılcım

gonulkBeyoğlu’nda telaşlı bir gece. Amerikan kahve zincirlerinden birinde buluşan iki kadın, birinin çizmeleri sivri topuklu, öbürü onun duru güzelliğini seyrediyor uzaktan, iş çıkışı yorgunluğunu, kuru bir sandviçle gelip yanına oturuşunu, karnına düşen lokmalar gibi cümleleleri masaya düşürüşünü. Çok uzak bir geçmişe ait o cümleler…

Muş şehrinin güney tarafına düşen Mongok Bağları’nın adını hiç duymamıştım. Eğer, hayatın savaş değil barış üzerine kurulmasının zorunluluğuna inanıyorsam, savaş karşıtı bir duruş için yanlarında yer almam dileğiyle çağrıda bulunan Ankaralı yayınevlerinden biri olmasaydı  ömrüm boyunca da duymayabilirdim.

Muş’taki bir manastırı anlatıyor arkadaşım, manastırın bugünkü yıkık halini, sonra Ermeni mahallesi olan Kale mahallesini, Muş’un Ermeniler için ruhani bir merkez olduğunu, manastırın kimsenin arşivinde bulunmayan fotoğraflarını evinde sakladığını. Sessizleştiğimi görüp “İşine yarar mı bilmem ki anlattıklarım” diye ekliyor cümlelerin arkasına. Her şey inanılmaz bir biçimde birbirine bağlanıyor zihnimde. Fırtınalı bir gün, rüzgarın tehdit ettiği, sanki kağıttan yapılmışçasına salladığı koskoca bir iskele, altında oturan Suriyeli kadınlar ve çocuklar, iskelenin bitişiğindeki Ermeni hastahanesi, o hastanenin ve Suriyeli kadınlarla çocukların önünden her gün geçen arkadaşım, gökyüzünün öfkelendiği, acayip öfkelendiği bir gün Yeşilköy’e doğru yola çıkan oğlumu merak edişim, telefonla arayıp dolmuşta olduğunu duyduğumda içimin rahat edişi, giderek kararan hava ve derken aniden çöken bir iskelenin haberini alışım…

Savaş mağduru Suriyeli kadın ve çocukları anlatan öyküler damlasın isteniyordu kalemimizden. İstanbul’da Avrupa yakasında yaşıyordum ve zaten her an burun burunaydım yerinden yurdundan edilmiş bir halkla, kadınlarla, Taksim’de tesbih, saat, şu bu satan çocuklarla. Ben hikâyeme burada başlayacaktım, savaşın her gün geçtiğimiz güzergâhlarda iz bıraktığı İstanbul’da. Sonra her şey inanılmaz bir biçimde birbirine bağlandı. Ermeni hastahanesi, bir hatırat, Mongok Bağları, katliam, göç…  Sonucu önümüzdeki günlerde “Mongok Bağları” adlı öykümde okuyabilirsiniz. Ama benim burada anlatmak istediğim başka bir mesele. Hikâyelerimizi yazışımızın hikâyesi. Onu kim anlatacak?

… Sonra arkadaşımın cümlelerini yanıma katıp eve dönüşüm, oğlumun yatağında yüzüstü uyuyuşu, yatağımda üşüyüşüm, uyku tutmayınca bir fincan ada çayıyla içimi ısıtma çabaları, ertesi gün katılacağım cenaze, uzak duramadığımız travmalar, travmadan nasıl uzak durulur adlı bir kitap okuduğunu söyleyen ve birdenbire çok uzağımda hissettiğim eski bir arkadaştan gelen telefon…  İçimin üşüyüşü, çok üşüyüşüm, bir yorgan ve bir battaniye altında geçen upuzun bir gecenin ardından, sabah yeniden toparlanan, ısınan, umut toplayan evimin bir köşesinde ekmek ve peynirden oluşan minimal kahvaltımı bitirip son görev için Levent Camii’ne yollanışım… Dönüşte içiçe geçen bütün bu hikâyeleri örerek başka bir hikâye yazışım.

Nobel Edebiyat Ödülü’nü aldıktan sonra ‘yaşayan en büyük öykücü’ övgüleriyle hakkında yüzlerce yazı hazırlanan Alice Munro, ödüll dolayısıyla verdiği röportajda şöyle der: “Çocukken Hans Christian Andersen’in Küçük Deniz Kızı masalını okumuş ve öykünün sonunu çok acıklı bulmuştum. Deniz kızı bir prense aşık olup onunla evlenmek ister ama bir deniz kızı olması bunu imkansız kılar. Ben de öykünün sonu için daha neşeli bir öykü yazmaya çalıştım ve çalışmalarıma, öyküler yazarak devam ettim.

Alice Munro’nun yaşamında trajik, kimseye anlatamadığı, anlatsa da deva bulamadığı bir hesaplaşma, aşk öyküsü, bir dönüm noktası, belki hep yasını tuttuğu bir kayıp yok mudur? Öykücüler yaşamda tanık oldukları üzücü olayların sonlarını yeniden yazmaya çalışan deniz kızları gibidir. Onların da kendi yaşamlarında üzücü olaylar cereyan etmekte, anneleri çaresiz hastalıklara yakalanmakta, hastahane merdivenlerinde koşturmakta, tahlil üstüne tahlil yaptırmakta, çocukları hakkında öğretmenler eve şikayet mektupları yollamakta, belki evlilikleri yolunda gitmemekte, onca yıl sonra birden bir paket gibi kapının önüne konmakta, belki de küçük deniz kızı gibi gidip imkansız birine âşık olmaktadırlar.

Öykücülerin kendi öykülerine mutlu son yazacak birileri yoktur oysa.

Masalda prensle evlenebilmek için korkunç acılar çeken deniz kızının ölümden daha iyi bir sonu hak ettiğini düşünür Alice Munro ve kendi hikâyesinde onu prensle evlendirir. Hadi biz de parmağımızı şıklatalım ve Suriyeli kadınlar sokaklarda değil sıcak yuvalarında uyusun, Muş’taki yaklaşık üç yüz kilise yeniden ayağa dikilsin, iskeleler katliamlar ve göçlerle kaçıp gelen birilerinin üstüne çökmesin. Bunu beceremese de insanlara bir an için nefes aldıracak, dünyanın Alice-Munro-001 yeniden yaşanabilir bir yer olduğunu düşündürtecek, insan kalbinin sıcaklığını, sevginin gücünü hissettirecek kitaplar yazarak öder romancı ve öykücü borcunu.

Böyle yaparken kendi yarım kalmış hikayelerine belki de hiç kimsenin dokunmayacağını bilmenin hüznü karışmıştır yaptığı işe. Oysa Alice Munro‘nun Nobel konuşması yerine geçen röportadan alıntılamaya devam edersek: “Bütün hayatlar ilginçtir.” Kasabadakiler, köydekiler, şehirdekiler, yazarak geçenler… Yaşadığı küçük kasabadaki hayatlar için kurar Munro bu cümleyi. Biz yine bedenlerinin yarısı balık yarısı insan öykücülere dönersek, onların hayatları da ilginçtir elbette.  Yeter ki birileri anlatsın.

Bir ucu Muş’a, Kale Mahallesi’ne, Mongok Bağları’na, Suriyeli kadınlara çıkan öykünün bir diğer ucunun İstanbul’da fırtınalı bir güne, annesi mide kanserine yakalanan arkadaşımla Starbucks’da buluşmamıza, yan yana iki kadınken kendimi çok güçlü hissedip eve döndüğümde bir kıyamet gibi yaklaşan Ortadoğu,  içsavaş, cihat, tecavüz, kadın, soykırım kelimelerinin altında kat kat yorgana, battaniyeye rağmen üşüyüşüme, hatta dona yazışıma, sabahları hiçbir şey olmamış gibi çalan alarma, oğlumun okul yoluna revan oluşuna, eski sevgiliden gelen ‘ortalık karışık nasılsın?’ mesajlarına, artık hiçbir şeyin beni ısıtmayışına, gecesi ayrı uzun gündüzü ayrı uzun, hiç bitmeyeceğini sandığım o güne çıkan öyküyü de yazarım belki bir gün.

Hayat mucize gibi. Öykü de. Her şey çöküyor sanırken bir bakarsınız küllerinizden başka bir kurgu yeniden doğuverir. Balkonda ümidinizi kestiğiniz bir bitki çiçek açar aniden, aynı günlerde aşk hiç ummadığınız bir yerden yeniden tomurcuklanır, arkadaşınızın annesi kaybettiği kiloları hızla toparlar… Kendi hayatımıza dair olsun ya da başkalarınınkine, unutmayalım okur da en çok bu mucizeyi bekler.

Gönül Kıvılcım – edebiyathaber.net (27 Ekim 2014)

Yorum yapın