Ürkütücü plastik makyajlar, alışılmışın dışında kamera açıları, atmosferik sahneler ve sinema tarihinin en şöhretli canavarlarından birini beyazperdeye belki de en etkileyici şekilde aktarmayı başarmış, döneminin en parlak yönetmenlerinden biri olarak sinema tarihine adını yazmıştır James Whale. Öyle ki neredeyse bir asır geçmesine rağmen filmleri, hala izleyenleri büyülemeyi başarıyor.

Film yönetmeni, tiyatro yönetmeni ve oyuncusu olan James Whale, 22 Temmuz 1889’da İngiltere, Worcestershire’daki Dudley’de doğdu. Genç yaşta sanat eğitimi alan Whale, birinci dünya savaşında İngiliz Ordusu’nda subaylık yaptı. Almanlar tarafından savaş esiri alındı ve bu dönemde dramaya merak saldı. Özgürlüğüne kavuştuktan sonra oyuncu, set tasarımcısı ve yönetmen oldu.
1920’lerin sonundaki bir birinci dünya savaşı melodramı olan Journey’s End oyunununda yönetmen koltuğundaki başarısı onu önce Broadway’e sonraysa Hollywood’a kadar getirdi.
1931 yapımı Dracula’nın yarattığı sansasyonu yeniden yakalamak isteyen Universal Studios, Marry Shelley’nin 1818 tarihli romanını beyazperdeye taşımaya kararlıydı. Filmin yönetmenliği için birden fazla isim düşünülmüş olsa da, sonunda yönetmen koltuğuna Journeys End ve bir başka birinci dünya savaşı filmi olan Waterloo Bridge ile Hollywood’da tanınmış bir isim haline gelmiş James Whale oturdu.
Whale’e zamanında çalışması için 50’ye yakın farklı senaryo verilmiş olmasına rağmen, o, Frankenstein’ı yönetmekte kararlıydı. Bazılarına göre bunun sebebi kariyerine yeni bir soluk getirmek ve savaş filmleri dışında filmleri yönetmek istemesiydi.
Peggy Webling’in 1927 yapımı tiyatro oyunu da dahil, Frankenstein ya da Modern Prometheus, onlarca kez sinemaya ve tiyatroya uyarlanmış olmasına rağmen Marry Shelley’nin 200 yıldır varolan öyküsüne yeni bir soluk getirmeyi başaran tek uyarlama James Whale’in 1931 yapımı Frankenstein’ı olmuştur. Modern Frankenstein’ı yaratan bu film, Marry Shelley’nin metnindeki tüm tematik elementleri ve felsefi soruları izleyiciye fazlasıyla etkileyici bir şekilde ulaştırmayı başarıyor. Tanrının gücüne ulaşmaya çalışan ve bunun için cezalandırılan bir bilim adamının, sevgiden yoksun yaratıcısı tarafından terk edilen bir yaratığın trajedisini, karikatürize etmeden beyazperdeye taşımayı başaran tek yönetmen olmuştur James Whale.
Günümüz sineması Frankenstein’ın kreasyonunu bir canavar olarak değerlendirse de Marry Shelley’nin orijinal metninde, yaratık, vahşi bir doğaya sahip değildir, sadece talihsiz şartlarla lanetlenmiş hassas bir ruhtur. Kitapta yaratığa korku ve düşmanlık yerine sevgi ve şefkatle yaklaşılsaydı hikayenin muhtemel gidişatını okur olarak tahmin edebileceğimiz bir açıklıkta yazılmıştır. James Whale, hikayeye kendi yorumunu katmış, ve yaratığa eklenen beynin “anormal beyin” olmasına karar vermiştir. Bu izleyicide, henüz hikayenin en başından yaratığın vahşi bir karakter olmaya mahkum olduğu izlenimini uyandırsa da, film boyunca yaratığın masumiyetini, insanlığa olan merak ve ilgisini görebiliyoruz. Bu konseptin daha fazlasını ve yaratığın hayranlık duyduğu insanlar tarafından nasıl hayal kırıklığına uğratıldığını ise yine James Whale imzalı 1935 yapımı, Frankenstein’ın devam filmi niteliğinde olan Frankenstein’ın Gelini filminde görüyoruz.
Zamanında sansür yasasından fazlasıyla nasibini almış Frankenstein, özellikle dine hakaretten dolayı eleştirilmiş, hatta İsveç, İtalya ve Kuzey İrlanda gibi birçok ülkede yasaklanmıştır. Fakat bu James Whale’in korku filmlerini yönetmesine engel olmamıştır. The Old Dark House (1932) ve H.G Wells’in romanından uyarlanan İnvisible Man(1933) gibi geriye birçok kült eser bırakmıştır.
Alman Ekspresyonizmi’nin son derece etkisinde kalan Whales, oldukça hareketli bir kamera kullanma tarzına sahipti ve dönemine göre oldukça deneysel ve eksantrik kabul edilebilecek sahnelere imza atmıştır. Çoğu, Whales’in, John Ford, Hitchcock ve Orson Welles ayarında bir deha olduğunda hemfikirdir.
FRANKENSTEIN (1931)
Frankenstein, şüphesiz korku sinemasının en önemli filmlerinden biridir. Film, tıp öğrencisi Henry Frankenstein’ın kadavralardan yeni bir canlı yaratma saplantısını ve bir dizi deneylerini konu alıyor. Sonunda deneyinde başarılı olan Frankenstein, alışılmışın dışındaki yaratığa duyduğu nefret ve tiksintinin sonucu olarak kendi kreasyonunu terk eder.
Frankenstein, toplum tarafından dışlanan ve yaratıcısı tarafından ihanete uğrayan yaratığın insanlığın acımasız yüzüyle tanışmasının trajedisini, yaratığın, yaratıcısına duyduğu nefreti ve insanlara olan sevgisini zamanla kaybetmesini anlatıyor.
“Sevgi uyandıramıyorsam, korku salacağım, özellikle de sana çünkü söndürülmez bir nefret duyuyorum yaratıcıma.”

















