Öykü: Kibrit Çöpü | Elif Asma Kurt

Şubat 13, 2024

Öykü: Kibrit Çöpü | Elif Asma Kurt

Vardığımda gecikmişlik hissiyle, erken gelmiş olmanın tedirginliği içerisindeydim. Köprünün ayaklarının yükseldiği yerde, akmayan suyun kenarında, uzamış otların arasında oturuyordu. Dere boyunu çevreleyen harabe surlarda gezinip uzunca süre uzaktan onu izledim. Perdelerin ardından bakan gözlerle, kapı önlerinde oturan kocakarıların meraklı takiplerinden kaçınmak için sürekli saatime bakındım. Otobüsten indiğim gibi kimselere görünmeden patikadan sallansam şimdiye bu iş
çözülmüş olacaktı. Çözmek yerine ertelediklerim, yok saydıklarım yüzünden geceden beri huzursuzum.
Ev telefonu dün bir kere çaldı. Açmak için kimse yeltenmeden, kesildi. Ardından iki çalış daha duyuldu karanlık odada. Şifreli çalışın kalbimi yerinden çıkaracak denli heyecanlanmama neden olduğu zamanların üzerinden çok sular akmıştı. O sular ne zaman tersine aktı da zil sesi kalbime ok gibi saplanır oldu.
Ahizenin kablosu tüm gece boynuma dolanmış gibi nefes alamadan kıvranıp durdum. Camın yanında ki yatağımda perdenin duvara yapışmayan aralığından gökyüzünü izledim. Yıldızlı bir geceydi. Ellerimde siğiller çıkar mı diye endişe duymadan, yıldızları saymaya çalıştım. Yıldızlar arasında yakın duranlar da birbirinden çok uzak olanlar da vardı. Nasıl sığışabilmişlerse gökyüzüne, bir biz sığışamadık şu yeryüzüne.
Dünya kendi etrafında kaçıncı turunu atıyordu, güneş sisteminde yıl kaçtı? Ay tozunun pazar pazarının tezgahlarında kg kaç TL’den satıldığı vakitlerdi bilmiyorum. Onu ilk kez okul kapısından girerken gördüğümde elimde simit ayran derse yetişmeye çalışıyordum. Beyaz gömleğinin katlı kollarıyla, kıvırdığı kolunu ceketine askı yapmış yakışıklı genç bir adam. Yanından biri selam vererek geçti, onu da tanımıyordum. Okula ne çok yeni insanın geldiği bir an beni şaşırtsa da bileğime taktığım simit, dişlerimin arasında pipet, mucizeye tanıklık eden havariler gibi kalakalmıştım. Kıvırcık sarı saçlarını,
gülümserken kaybolan gözlerini, ince çenesini, çelimsiz vücudunun üstünde geniş omuz çıkıntılarını, uzun parmaklarını, detaylı olarak hafızama kaydettim. Sonrasında bu görüntüyle gecelerce uyuyacağımdan, sabahları uçarak okula gideceğimden o gün habersizdim. Yollarımız ilk olarak onun öğretmenler merdivenine yönelmesiyle ayrıldı. Öğrencilere yasak olan merdivenlerin ilk basamağına adım bile atamayacak kadar korkak ve toydum.
Korkularım ile tüm ruhumu kaplayan imkânsızlık hissi, günler ve gecelerimi uzunca süre zindana çevirdi. Bu yabancı duyguları ne kimselere ne kendime anlatamıyordum. Yan komşumuzun kızıyla test kitaplarının başında oturduğumuz bir gün öğretmen olmaya karar verdiğim çıktı ağzımdan. Bende onun kadar şaşırdım söylediğime. ‘Neden vazgeçtin’ dedi? Elimdeki kalemi hızlı hızlı çevirip ‘merdivenler, öğretmen merdivenlerinden yürümek için’ dedim. Her şeyi anlamış bir ifadeyle gülümsedi. Günler ve gecelerce o merdivenlerden çıkan genç adamı düşündüğümü anladı gibi geldi,
utancımdan yerin dibine girdim.
Stajyer öğretmen olduğunu, hangi günler okula geldiğini, giriş çıkış saatlerini, otobüse bindiği durağı, çayı kaç şekerli içtiğini, alerjik bünyesi olduğunu, bu sene mezun olacağını ve belki de bir yıl daha okuyacak olsam öğretmenim olabileceğini öğrendiğimde, sınıfta kalmak bile ihtimallerim arasına giriyor. Yapadabilirim deli gibi aşığım! Onu okul haricinde ilk defa bir kitapçıda gördüğümde, cesaretimi toplayıp aşabileceğim birkaç adım vardı aramızda. Kitabı sallayarak yanına gelen kişiye içimden okkalı küfürler savurup rafların ardından konuşmalarını izledim. Yanındakiyle tokalaşıp çıktığında, kasada uzayan kuyruğu görünce aylardır beklediğim kitapları orada öylece bırakıp ardı sıra yürüdüm. Çiseleyen yağmurda; o yavaş adımlarla ben avının ardı sıra sinsice ilerleyen vahşi hayvanlar gibi ilerledik. Kütüphaneye girdiğinde, biraz tereddütten sonra bende içeriye girdim. Türk roman edebiyat bölümünde o kitap arıyordu, ben
sonsuz aşkı. O kadar yakındık ki ıslak kokusu burnuma geliyordu. Beni gördüğünü üzerimde gezinen
bakışlarından hissettiğimde oralı olmadan alt raflara eğildim.

Merhaba, (kalbim şimdi yerinde yok) boş bakışlarla yabancıya bakıyorum. Tanıyamamış da
hemen sonradan çıkarmış gibi gülümseyerek doğrulmaya çalışırken başım dönüyor. Kolumdan
tutunca, dünya da durdu kalbim gibi.

İyi misin? (‘Ölüyorum!’ diyemiyorum da) kafamı sallayarak iyiliğimi onaylıyorum. Titreyen
kolumu çekip getirdiği iskemleye oturuyorum.

Ne oldu hasta mısın?’ diyor.

-Hayır

-Aç mısın?
Hayır anlamında kafamı sallıyorum.

Tansiyonun düşmüştür bir şeyler yemelisin, diye ısrar ediyor. Birlikte çıkıp köşedeki dönercide oturuyoruz. Karşısında nefes alamazken yemek yiyemeyeceğimden sadece ayran istiyorum. O yarım ekmek döner yiyor, ben içten içe kendimi. Halim acınası; kendimi düşürdüğüm vaziyet için öfkelenemiyorum bile fakat perperişanım. Sorduğu sorulara kısa cevaplar veriyorum. Bu saatten sonra gidişatı değiştiremeyeceğim hissiyatıyla ufakta olsa bir rahatlama hissediyorum. O bir yetişkin ben çocuk olarak karşılıklı oturuyoruz. Yüzüne bakamadığımdan yolun karşısında ki köprüye bakıyorum. Üzerinden defalarca yürüdüğüm taş köprüye.

Köprünün hikayesini biliyor musun diyor?
Elbet biliyorum ama sen anlat diyemiyorum.

Hayır, diyorum.

Eskiden bu taş köprü üstünde dükkanlar varmış. Şimdi yeniden restore edeceklermiş, restore ederken sıçıp batıracaklar, diyor. Gülüyoruz. Yağmur kesildi. Köprünün üzerindeyiz. Taşları gösteriyor, onarılırken yeni konulan taşlarla eskileri nasıl ayırt edebileceğimiz anlatıyor uzun uzadıya. Taşların arasına çok sevdiğim bir şiiri yazıp gizlediğimi anlatmıyorum.
Patikadan aşağı iniyoruz. Adımı soruyor, ne kadar güzel dalgalı sarı saçları var. Gözlerinde cam kırıkları dolu, pırıl pırıl. Akan dereye bakıyoruz, sular gibi zaman akıyor. Ders çalışma bahanesiyle okul çıkışları kütüphaneye gidiyorum, gözüm kapıda tek bir satır bile okuyamadan dönüyorum. Günler günler geçiyor, beklenen genç adam kapıda beliriyor. Başıyla verdiği
selamını, gözlerimi hemen kaçırarak alıyorum. Uzunca süre uğramıyor, sonra yine bir gün kapıda beliriyor. Bu kez gelip selamlaşıyor ve bir süre yanımda dikiliyor. Gözlerimi kitaptan ayırmıyorum. Zaman içerisinde süreler kısalmaya başlıyor. Nihayetinde okul çıkışı her gün tesadüf olarak bu salonda karşılaşıyoruz. Haftanın üç günü staja geldiği okulumun kapısından aynı yolu; bazen o önde ben ardında, bazen ben önde o ardım sıra yürüyoruz. Ve her defasında tesadüfen karşılaşmışız gibi sevinçle gülümsüyoruz. Aylarca devam eden oyuna dönüşüyor. Baharla birlikte yaklaşan sınavlarım ve
aylak aylak gezintilerle geçirdiğim zaman aklıma gelince, kalbim aşktan değil korku ve panikten çarpa çarpa perişan olsa da bu aşkın peşinde sürüklenmekten yine de vazgeçmiyorum. Derhal askere gideceğini hayatının akışında askerliğin engel teşkil etmemesini söylediğinde, köprünün üstünde otuyorduk. Gözyaşlarımı gizlemek için yüzüne bakamıyordum.
Vakit ayrılığı gösterdiğinde ben lise mezunu genç bir kız, o yeni mezun genç bir öğretmen olarak yine köprüdeydik fakat bu defa altında. Ağlayarak boynuna sarıldım, beni öptü. Bütün dünya görmüştü.
Uzun mektuplar, uzun telefon konuşmalarıyla geçen 785 günün sonunda otobüs garından onu almaya gittiğimde bir saate yakın zaman vardı. Tüm geceyi sağ salim gelebilmesi için dualarla geçirmiştim. Çay ocağının taburelerinde oturdum. Demli çay, Samsun 216 ve Maltepe sigaralarının yoğun kokusu arasında sevdiğim adamın otobüsünün perona yanaşmasını bekledim.
Zayıflamış yüzü, dahada sararmış kısa saçları, üzerinde beyaz gömleği, altında buz mavisi kotu ile basamaklardan inerken gördüm onu. Hızlı adımlarla ilerleyip, hasretle sarıldım. Valizini emanete bıraktık. Kimsenin görmeyeceği dar sokaklarda el ele tutuşarak gezdik tüm şehri. Eve dönüş vaktinde bindiğim minibüsün camına kafamı dayayarak uyumaya çalıştım. Eve vardığımda doğruca yatağa girerken bitkin ve bedbahttım. Kalbimde anlamsız bir huzursuzluk, tanımlayamadığım
bir ağrı vardı. Bu sabah uyanan ben ile yatağa giren ben aynı değildi. Sıkıntıdan kurtulmak için gözlerimi kapatıp uykuya teslim olmaya çalışsam da hemen akabinde çiviler batmış gibi gözlerim açılıveriyordu. Bütün gün hiç fark etmediğim umursamadığım bir şey, şimdi bu saatte üstüme çöreklendi. Gözlerimi kapadığım anda sevdiceğimin kolları kıvrık ona çok yakışan beyaz gömleğinin koltuk altlarındaki sarı ter lekeleri gözümün önünde beliriyordu. Öyle bir leke hakikaten var mıydı, mevcut muydu hiç dikkatimi çekmedi. Başka şeyler düşünmeye çalışıyorum, elini tuttuğumu, sarı saçlarını, cam kırığı rengi gözlerini, geçmişimizi, geleceğimizi. Ne kadar zorlasam da nafile, zihnim düşüncelerimi beyaz gömlekteki lekelere getiriyor. İğrenme mide bulantısına dönüşüyor. Yediklerimdendir diye kendimi ikna etmeye çabalasam da ne o gece ne sonraki günler mümkün olmuyor. Ne zaman sevdiğim adamı düşünsem, onu görsem, beyaz gömlekteki sarı lekeler geliyor gözümün önüne. Ve bembeyaz hayallerimize kara bir leke olarak düşüyor. Sevgilimin bunlardan haberi
yok. O aynı, her şeyiyle aynı, fakat ben aynı olamıyorum. Kendimi zorluyorum; ağlıyorum, üzülüyorum ne yaparsam yapayım, artık onu artık sevemiyorum!
Bir süre görüşmeye ara vermek istediğimi söyleyeli uzun zaman oldu. Tekrar görüşmek gibi bir planım yoktu, böyle biter gider sanmıştım. Gece telefon çalınca zamanın geldiğini anladım. Şimdi burada surlarda geziniyorum. Bir zamanlar aşkından delirdiğim adam aşağıda. Saçları uzamış kilo almış ve yine yakışıklı. Ne olurdu kalbim vazgeçmeseydi. Patikadan aşağı sallanıp çimlerde yanına oturuyorum, ışıl ışıl gülümsüyor. Eliyle saçlarımı okşuyor. Böyle yapmazdı ulu orta.

Ben, diyorum (kelimeler boğazıma diziliyor ne yutabiliyorum ne konuşabiliyorum) İçimden ağlamak geliyor. Gözlerimi üstümüzdeki köprüye çeviriyorum. Yanağımı okşuyor.

Bilmiyorum diyorum, neden bilmiyorum?

Sana köprünün hikayesini anlattım mı diyor? Süzülen yaşlarımla ona bakıyorum, (bir zamanlar
taptığım adam oluyor birkaç saniyeliğine,)

Anlatmıştım ama sonu eksik kaldı. Kurtuluş savaşında şehri işgal eden düşman kuvvetleri çekilirken peşlerindeki Türk askerlerinden kurtulmak için bütün köprüye dinamit döşemişler. Fakat o kadar yağmur yağıyormuş ki o gün dinamitleri ateşleyip asırlık köprüyü yok edememişler.
Elimi tutup avucuma bir kutu bıraktı. Ben ayrılmak için gelmiştim o bana evlenmeme teklif ediyordu. Zemin altımızdan çekildi, gökyüzü karardı. Nefes alamıyor, ölmek istiyordum. Kalktı pantolonunu silkeleyip yürüdü. Gidişine baktım… Sonra avucuma. İçinde tek bir kibrit çöpüyle, kibrit kutusu.
edebiyathaber.net (13 Şubat 2024)

Yorum yapın