Kamil Erdem: “Metinlerin bir ezgisi olmalı”

Aralık 30, 2020

Kamil Erdem: “Metinlerin bir ezgisi olmalı”

Söyleşi: Ayten Kaya Görgün

Kimi kitaplar; bazen günlük telaştan, bazen raflardaki gürültüden bazen de okurun savrulmasından dolayı arada yitip gider. Kamil Erdem benim için geç kalınmış bir buluşma oldu. Bu söyleşi ve edebiyatımıza kattıkları için teşekkür ederim.

Dergilerde ilk öykülerinizin 80’lerde yayınlandığına bakınca, yolda neler oldu ki ilk kitabınız “Şu Yağmur Bir Yağsa” 2016’da raflarda yerini aldı?

Bu soru epeyce soruldu ama, “yolda ne oldu” biçimiyle ilk kez soruyorsunuz. Yirmi küsur yıl, ondan önce de çocukluğu saymazsak yine otuz küsur yıl var. Şimdi düşünüyorum da aslında hep bir şeyler yazmışım zaman zaman. Kimi kaybolmuş, kimini değerli bulup gün yüzüne çıkarmaya korkmuşum, vazgeçmişim onlardan. Epeyce uzun zaman aralıklarında da her şeyle bastırmışım yazma isteğimi. Yani bizim coğrafyanın yolları, biliyorsunuz tekin değildir, bilinmezliklerle doludur. O yollarda kaybolur insanlar. Ben de bu kayboluşu sonunda yazıya dönüştürmek istemişimdir. Çok geç olsa da.

İkinci kitabınız Bir Kırık Segâh ile Haldun Taner Öykü ödülünü aldınız, bu ödül hayatınızda bir şey değiştirdi mi?

Haldun Taner Ödülü itibarlı bir ödül. Adımın bu seçkin yazarla anılmasına vesile oldu. Sevindim.

Öykülerinizi okumaya başladığımda özgeçmişinizle ilgili bilgim yoktu ama yazdıklarınız bende söyle bir kanı oluşturturdu; karşımda çok biriktirmiş, çok görmüş, çok okumuş ve bence en önemlisi de bütün bunları okurun gözüne sokmadan metne yedirebilme mahareti gösterebilen bir yazarla karşı karşıyayım.  Bugüne kadar neler okudunuz, Kamil Erdem, harcına nerelerden neler kattı?

“Harç” iyi bir yaklaşım. Yerin ve göğün, toprağın ve suyun karışımından oluşan harç. Ortaokul lise yıllarından başlayan okumalar. Bitmek bilmeyen kitap listeleri. Üniversiteye Ankara’ya gidildiğinde, eylemlere, oraya buraya koştururken de ihmal edilmeyen. Türkçeye yeni çevrilen kuramsal kitaplarla birlikte Rus edebiyatı başta olmak üzere, çağımız Batı yazarlarıyla, (Sartre, Camus, Kafka gibi yazarlar yeni yeni tanınıyor biliniyordu) ülfete devam. Yerli yabancı şairlerle birlikte; tarihe ağan üç ağır yıldızdan, geyikli gecelerden, ölümü bir kâkül gibi alnına düşürenlerden, kırılıp kenara düşen zevrak-ı derûndan geçilip gelinince, sanırım insan ayrımında olmasa da harcı oluşturan toprak, su, hava, ateş iyi karılıyor bir yerlerde. Eylem ve söylemin diyalektiği.

Kaleminizi çağdaşınız diğer yazarlardan ayıran bariz renkler var; “uzun” anlatıyorsunuz, öykü ânına her seferinde kahramanlarınızın geçmişini de taşıyorsunuz. Öyle hissediyorum ki bu öyküleri bir anda değil de yazmanın tadını çıkara çıkara ya da yazı sizin tadınızı/canınızı çıkararak ilerliyor. Hangisi? 

Yazı, hiç belli olmuyor, bazen bir cümlede, bir sözcükte takılı kalıyorum. Derken, bir aydınlanma mı oluyor zihinde, kedi masaya mı zıplıyor, dışarda gürültüyle bir çiçek mi açıyor, madenciler yürüyüşe yeniden başladı haberi mi düşüyor sanal medyaya, Ferit Devellioğlu’nun lügatinde bir sözcüğün muhtelif nüanslarını mı çözüyorum, bir bakmışım öykü alıp başını gitmiş. Ben de bu kez umarsızca arkasından yetişmeye çalışıyorum.

İlk kitabınızdaki Forum adlı öyküyle bizi bozkırda 1930’larda kurulan bir kente götürüyorsunuz. Parkalı bir öğrencinin peşine takılarak Kadir’in kahvesine gidip Karayazılıların masasına oturuyoruz. Aynı kahveye, aynı masaya bu kez ikinci kitapta Kapalı Hava öyküsüyle tekrar gidiyoruz, yine bir öğrencinin peşinde. Bir öykünün sınırı nerede ne zaman biter? Yazarın yakasına yapışan öyküler var mıdır?

Bir genelleme yapmak doğru değil sanırım. Benim anlatmak istediğim dönemsel öykülerde yerleri, kişileri belki tek öyküye sığdıramamışımdır. O dönemin (60’lar- 70’ler) yazılmayan, anlatılması gereken halleri o kadar çok ki. Bu yüzden öyle de denebilir, yakama yapışıyorlar, bilinmedik görülmedik yüzleriyle bilinmek görülmek istiyorlar. Ucundan bucağından da olsa. O döneme ilişkin bir-iki öykü daha yazdım. Düşünebiliyor musunuz o dönem Ankara’sını? Fakülteler işgal ediliyor, Ataol Behramoğlu, Özkan Mert, İsmet Özel Kızılay’da bağıra çağıra Dönüşüm Dergisi satıyor, grevlere, direnişlere, toprak işgallerine desteğe gidiliyor, Amerikan 6. Filo askerleri Dolmabahçe’de denize atılıyor, ODTÜ’de Commer’in arabası yakılıyor ve daha neler, neler. Dönem, dünyanın güzel bir yuvarlak ve dönüyor olduğunu başımız da dönerek, düşe kalka keşfetme dönemiydi. Adalet, eşitlik, özgürlük kavramlarını gökten acilen yere indirmek için, ölüm dahil, her şeyin üstesinden gelebileceğimizi sanma dönemiydi. Keşke daha çok kalem erbabının yakasına yapışsaydı

Çokça bir melodi çıkıyor karşımıza, müziğin sızmadığı öykü neredeyse yok gibi. Müzikle ilişkiniz nedir? Her metnin altan altan gizli- açık bir ezgisi var mıdır? 

Metinlerin bir ezgisi olmalı tabii. Ismarlama olmayan, kendiliğinden, dolayısıyla alttan alta bir ezgi. Bunun için hem sözcüklerin birbiriyle iyi geçinmeleri hem de yazarla asgari bir dostluğa rıza göstermeleri gerekir. Metinde olmasını arzuladıkları müzik ustasını, böylelikle seçip zikrederler ve dile getirmeye çalıştıkları ritmi okura aktarırlar. Şiir ve müzik bir anne kadar gereklidir bir metin için.

Öykülerinizin geneli toplumcu gerçekçi bir havada ilerlerken ikinci kitaptaki Ara Kat öyküsünde fantastik öğelere rastlıyoruz. Bu öykü bundan sonra gelecek öykülerin bir öncüsü olabilir mi?

Ben kategorilerin uzağında durdum, durmak istedim. Yani siz öyle diyorsanız belki öyledir, “toplumsal gerçekçidir” öyküler. Ama ben, konuları gerçeklere dayandırmakla birlikte, hani o gerçekçiliğin taş yürekli, katı, kalın, buyurgan üslûbundan uzak durmaya, anlatıya tinsel yanılsamalar ve zaaflar katmaya, hayatla özdeş bir şeyler yazmaya çalıştığımı düşünmüşümdür. Masalların biz geçici insanlar için, bazen gerçeğin yerini alması, hatta gerçekliğin önüne konması da bir vakıadır. “Fantastik” olmasa bile, hayali/masalsı anlatımlara meyyal hissediyorum kendimi

Satırlar arasında Lütfi Kaleli’den, Veysel Karani’ye Şah İsamil’den Denizlili Ahi Sinan’a öbür yandan Kürt Celal’e, İstanbullu Hırant’a dek bir selam çakılıyor. Geçmişten bugüne baktığınızda çok kültürlülük anlamında coğrafyamızın edebi iklimi nasıl görünüyor? 

Coğrafyamız çok katmanlı, çok zor, çok renkli ve aynı zamanda yüreği ağzında bir coğrafyadır. Edebiyat ve kültür de bu özelliklerin tümünü ihtiva eder. Geçenlerde Norveçli yazar Dag Solstad’dan bir roman okudum. Norveç Komünist Partisi (m-l)’de 1970’ten 80’e kadar 10 yıl “mücadele” etmiş bir öğretmeni ve yoldaşlarını anlatıyor. İnsanlar tümüyle kendi içleriyle, zihinleriyle, kalpleriyle savaşmışlar. İşten atılma, yargılanma, işkence, polis şiddeti, zindan, ölüm … hiçbiri, evet hiçbiri yok. Şimdi düşünün bu on yıldaki bizim coğrafyayı. Şu sevindirici ki, son yıllarda edebi çeşitlilik çok arttı. Kimse olanları olmuş bitmiş diye bir kenara bırakmıyor. Üstü örtülmüş pek çok şey yazarların yapıtlarına konu oluyor. Özellikle de kadın yazarlar, roman, öykü ve şiirleriyle şimdi yaşarken pek fark edilmese de unutulmayan dünleri ve unutulmaması gereken bu günleri anlatıyorlar. Ama sanırım daha uzun bir süre iklim elverişli olmayacak. Okur, verandada rahat koltuğuna gömülüp gecenin sessizliğini dinleyerek yüksek çözünürlü edebi şeyler okuyamayacak. Bunca çok yazılınca haliyle nicelik, niteliği biraz örseliyor. Yine de umutsuz değilim ve coğrafyamızın yedi başlı ejderhası kilimin ucuna ilişip masal dinlemeye devam edecek.

edebiyathaber.net (30 Aralık 2020)

Yorum yapın