İnsani değerler ve savaş | Hatice Balcı

Ekim 11, 2021

İnsani değerler ve savaş | Hatice Balcı

“Bir ceviz kabuğunda hapsolabilir ve kendimi uzayın sonsuz kralı sanabilirdim.”*

Çınar Ergin Ağustos’ta yayımlanan ilk romanı “İlhan, Mahir, David”in girişinde karakterlerini okura şöyle sunmuş: 

“1830

O yıl Osmanlı ülkesinin üç farklı köşesinde, 

Üç erkek çocuğu doğdu.

Kültürleri, adetleri farklı üç oğlan…”

Roman, bu üç gencin, İlhan, Mahir ve David’in yaşamlarının yönünü değiştirmeye yol açan süreçleri ve çıktıkları göç yolculuğunu anlatıyor. 

Batı’ya

Alanında tanınmış şahsiyetlerle temas etmek, onlarla bir kereliğine bile olsa görüşüp konuşmak insanı nasıl etkiler? Hele de bu şahsiyetlerden biri yakın akrabanız ise. İlhan’ın babası çağının buluşlarını takip eden bir mühendis. Saraya gelip giderken padişaha telgrafın dünyayı nasıl değiştireceğini anlatıyor. Derslerinde ve özellikle de matematikte çok başarılı İlhan Bahriye’den mezun oluyor. Hayali denizlere açılmak. Kırım Savaşı’nın travmalarından geçerken bile tıpkı babası gibi -bazı alışkanlıklar aileden gelir- telgrafın haberleşmedeki etkilerini yakından takip ediyor, savaşa katılan yabancı mühendislerle bağlantılar kuruyor. Ancak buradaki kara savaşlarında sergilediği başarılar kimi çevreleri rahatsız ediyor. Savaştan sonra İstanbul’a döndüğünde annesi, babası ve kaybettiği diğer yakınları için yas tutarken yargılanacağını öğreniyor, iyice yalnızlaşıyor. 

David azınlık mensubu. Okumaya meraklı. Anadili İbranicenin yanı sıra İngilizce ve Almanca biliyor. Okuyarak, araştırarak büyürken Selanik’teki dayısı ona ihtiyaç duyduğu kitapları yollamaktan geri durmuyor. Ailesinin hali vakti yerinde fakat tanıştığı politik fikirleri paylaşabileceği ne bir çevresi ne de onu anlayabilecek birileri var. Yaşadığı topraklarda kendini yersiz yurtsuz, yalnız hissediyor.  Kırım’da savaş başladıktan bir süre sonra çevirmenlikle görevlendiriliyor.

Mahir Adanalı varlıklı bir ailenin kızıyla evleniyor. Konakta birlikte yaşıyorlar. Bu birleşmeden dolayı pişmanlığa gömülen kahramanımız ölmüş yakınlarının hayaliyle dertleşmeyi alışkanlığa dönüştürüyor. Bir dizi gelişmenin ardından Adana’dan tez zamanda uzaklaşması gerekiyor. Tam da o sıralarda Kırım Savaşı patlak verince Mahir alelacele orduya yazılıyor. 

David, Mahir ve İlhan’ın savaş ortamında yeşerttikleri dostlukları onları savaştan sonra da bir araya getiriyor. Üçü de meraklı, sorgulayan, direngen, atılgan karakterler. Onları bir araya getiren arayışları arkadaşlıklarının dayanışma içinde sürüp gitmesini de sağlayan nedenlere dönüşüyor. Modern bireye özgü o kendini yapılandırma hevesini, bunu yaparken toplumsal baskıları aşma çabalarını, birtakım amaçlar belirleme ve öyle yaşama tutkusunu görüyoruz onlarda. 

Roman boyunca kahramanlarımız daha iyisi için didinip dururken onlara eşlik ediyoruz; onları izliyor, zaman zaman da iç seslerine kulak veriyoruz. Yaşamlarındaki kritik dönemeçleri, karar anlarını yakalıyoruz. Yazar karakterlerini idealize etmeden okuruna anlatırken bir yanıyla da, on dokuzuncu yüzyıl Amerika ve Avrupa’sının kısa bir okumasını sunuyor bize. İlhan, Mahir ve David’in yolculuklarının belli başlı durakları şehirlerden portrelerle çıkıyor karşımıza: Selanik, Belgrad, Budapeşte, Viyana, Hamburg ve Londra kahramanlarımızın düşe kalka sabırla ilerledikleri yolculuklarından manzaralar içeriyor. Romanın ikinci yarısı ise Amerika’da, oradaki iç savaşta, cephelerde geçiyor. 

Romanlarla açılan parantez; göçler, yolculuklar

İnsanlığın ortak mirasına dönüşmüş güçlü eserler özgürlük, barış, adalet, eşitlik taleplerinin önünde duvar gibi dikilenleri her daim korkutmuştur. İyi romanlar da. Örneğin Fitzgerald’ın Muhteşem Gatsby’sinde ayrıcalıklıların eylemlerinin nasıl da ört bas edildiğini görürüz. İşledikleri suçlar bilinse dahi onlara dokunulamaz. Romandaki trajedinin kaynağı Gatsby’nin yapıp ettiklerinden ziyade koca bir sistemin kendisidir. Fitzgerald’ın bu kıssadan hissesi bize birdenbire Tolstoy’u, onun Diriliş’ini ardından da Kafka’yı, onun Şato’sunu , Dava’sını hatırlatıverir. Zira Kafka’da “dokunulamama”nın yerini “erişilememe” alır.  (Eh günümüzde neredeyse tüm yollar Kafka’ya çıkmıyor mu?) Tolstoy, Fitzgerald, Kafka, Kundera gibi yazarların yapıtlarına taşıdıkları temalar ile insanlık durumlarına dair tezlerinin sunduğu tartışma olanakları muazzam bir çeşitlilik içerir: Eser durduğu yerde kireçlenmez; okuru biçim değiştiren yeni yorumlara, yeni okumalara davet eder. Bu denizden kova kova istediğiniz kadar su alabilirsiniz, çizgiler çekilmemiştir.  Böylesi edebi karşılaşmalara “aydınlanma” anları diyebiliriz de… 

Bir başka önemli bilinç sıçraması ise göçlerle, yolculuklarla gerçekleşir. Günümüzde dünya globalleşse de hâlen çok büyük, ve farklı coğrafyaların katılımcılarını öznel bir deneyime taşıma gücü hâlen var. Peki insan kıtalar arası bir göçmene dönüşürken bir yandan da kendini dünya tarihine geçmiş iki büyük kıyımda savaşırken bulursa neler olur? Ergin’in romanında kahramanlarımızın günümüzden yüz elli yıl önce başlarına gelen tam da bu. İlkin Kırım Savaşı’ndaki tanıklıkları uzak diyarlara açılmalarını sağlıyor. Öteki büyük savaş (Kuzey-Güney Savaşı) ise Amerika’yı yurt edinmeleri karşılığında ödedikleri bir bedele dönüşüyor. Eğer roman, -bir yanıyla da- bireylerin benlik arayışını, yaşadıkları topluma yabancılaştıran ama bir yandan da ona tabi kılan yanlarıyla uzun uzun ele alan bir yaratı ise “İlhan, Mahir, David”de Çınar Ergin bunu başarıyor.

Hakikat boyut değiştirebilir. Kendi gerçeklerimiz hakikatle örtüşmeyebilir de. Hatta bazen üzerimize çöker. Romanda izini sürdüğümüz kahramanlarımız ise her daim dayanışma içinde ve tam da bu nedenle, travmalarıyla baş etmekte zorlanıp yığılacak gibi olduklarında toparlanıp kaldıkları yerden devam edebiliyorlar. Londra’da iyi bir yaşama kavuşacakken bile Amerika’ya göç etme planlarından vazgeçmiyorlar. Nitekim New York gemisine kapağı atmayı sonunda başarıyorlar. Fakat bu sefer de Birleşik Devletler’de iç savaş patlak veriyor.

***

Amerikan İç Savaşı dört yıl sürmüş. Yol açtığı yıkımı, bu yıkımın etkilerini, savaş teknolojilerinin neden olduğu can kayıplarını, insanların yaşadığı bedensel acıların boyutlarını kıyaslayabilseydiniz, bu kıyaslamayı I. Dünya Savaşı ile yapabilirdiniz.  Tablonun ismi yok oluş olurdu. 

Savaşın nedeni,** sanayileşmiş Kuzey’in -kentlere akacak ucuz işgücünü düşünelim- köleliğin kaldırılması taleplerinin Güney’i huzursuz etmesi. Güneyli toprak sahipleri köle emeğine dayalı varlıklarının /kazançlarının garantisini köleliğin sürüp gitmesinde görüyor. 1861’de ipler kopuyor; güneydeki on bir eyalet Konfederasyon bayrağı altında birleşiyor. Savaş artık kaçınılmaz. Kuzey’in varlıklılarının bir kısmı üç yüz dolar karşılığında cepheden sakınabilirken İlhan, Mahir, David ve yüz binlerle ifade edebileceğimiz diğerleri her şeylerini geride bırakarak savaşa sürükleniyor.

Birliği yeniden sağlamak adına yürütülen bu savaş 1865’te köleliğin kaldırılmasıyla sona erdiğinde Güney harabeye dönmüş; -cephedeki ve esir kamplarındaki salgın hastalıklardan ölenler dahil- altı yüz binden fazla insan hayatını kaybetmişti. Bu üç sıra dışı insanın akıbetini de hem cephede hem de kendi içlerinde verdikleri savaş belirliyor. Son ana kadar, daha önce değil.

* Lincoln, Yön: Spielberg, Steven, 2012,  Lincoln’ün sözlerinden alıntı. 

** İç savaşın çok kısa bir tarihçesi içi bkn:

-Dünya Tarihi Atlası, Kinder, Hermann- Hilgemann, Werner, ODTÜ Yayıncılık, Cilt II, Eylül 2006, 1.baskı.

-Dünya Tarihi, İnsanlar, Tarihler, Olaylar, Alfa, 1.basım, Eylül 2007.

edebiyathaber.net (11 Ekim 2021) 

Yorum yapın