
Şükrü Erbaş’ın kült şiiri “Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları,” nihayet hak ettiği gibi müstakil bir kitap olarak Kırmızı Kedi yayınevi tarafından yayımlandı. 1983’te yazılmış olan şiir ilk kez 1995’te “Dicle Üstü Ay Bulanık” kitabında okur karşısına çıktı. Düzyazı/şiir tarzının en bilinen örneklerinden olan ve hafızalarda sağlam yer bulan bu şiirin alabildiğine uzun ve karmaşık bir yolculuğu var; bu yolculukta bazen Ömür Hanım şairin elinden tutup karanlıktan çıkarmıştır bazen de şair Ömür Hanım’ı yeniden görünür hale getirerek sahneye taşımıştır.
Şükrü Erbaş şiirinin eşiklerden kirpiklere uzanan pek çok alamet-i farikası vardır elbet ama sıkı Erbaş okurlarına “aklınıza ilk hangi şiiri geliyor?” diye sorsalar muhtemelen “Ömür Hanımla Güz Konuşmaları” derler.[1] Şairin söyleşilerine katılan herkesin kolaylıkla göreceği gibi pek çok insan bu şiiri ezberden okuyor, şiirin her bir sözcüğünü derinden hissederek hayatının bir parçası olarak kabul ediyor. Her toplantıda muhakkak şairi “Ömür Hanım kimdir?” diye adeta sorguya çeken okurları var. İnsanların kalbine ve aklına yerleşen bu şiir artık şairini de aşan bir konuma yükselmiş durumda… Peki, insanlar bu şiirde ne buluyor? Bir şiir bunca insanın kalbinde nasıl bu kadar derinden yankılanabiliyor?
Pek çok şiirinde çoğu zaman hayatın kederli kıyılarından taşan karanlık bir atmosfer ören ve bu atmosfere kadının ışığını vererek bakışımızı dönüştüren Şükrü Erbaş’ın şiirindeki bu üslubun en incelikli, en rafine ve en akılda kalan eseri, “Ömür Hanımla Güz Konuşmaları”dır. Bu şiirde okur için çizdiği manzara belki de 80’lerin o kasvetli ve yıkım dolu zamanlarının da etkisiyle pek de iç açıcı değil ama Ömür Hanım, şairin varoluş sancılarına anlam katan bir dayanak noktası haline gelmiştir. Bize romanlarda olduğu gibi bir karakter çizmiyor şair ama Ömür Hanım öyle merkezi bir rol alıyor ki, şiirdeki sorularıyla çağdaş açmazlarımızın bütün karanlık dehlizlerine girip çıkarken, bu karakter deniz feneri gibi duruyor metnin orta yerinde. Bu yüzden defalarca okurlarının adeta yakasına yapışırcasına “Ömür Hanım” ile ilgili şairi sıkıştırdığına tanıklık etmek şaşırtıcı gelmiyor.
Kadın arketipi, insan ruhunun yaratıcı ve dönüştürücü dişil özünü sembolize eder; bu bir açıdan hem şairin hem de okurun Ömür Hanım ile kurduğu o derin bağı anlamamızı kolaylaştırır. Bu arketipin derinlikli kavranışı; şifanın, yaratıcılığın ve hakiki özgürlüğün kapılarını aralayan bir anahtar vazifesi de görebilir. Ömür Hanım, ezilmiş ve örselenmiş ruhların yeniden kendi içine dönme, bütünleşme noktası gibidir. Özellikle 12 Eylül zulmünün ezdiği, sesini kestiği ve dağıttığı bir kuşağın kolektif travması içinde Ömür Hanım, adeta bir ruhsal ebe rolünü üstlenir: Hem şairi hem de okuru bu sancının ve travmanın küllerinden çekip alarak onları yeniden doğurur ve yaşama katar.
Şiirin Söylediği
Mevsim elbette güzdür; şiir, aydınlık sabahlarını yitirmiş bir dünyaya yöneltir bakışlarımızı. Hüznü besleyecek tüm koşulların hazır olduğunu sezeriz; yağmur ha yağdı ha yağacaktır. Şairin bizi daha ilk dizeden kasvetli girdaplara sürükleyerek sarsacağını anlarız. Damarlarından akan kederin ve kalbine saplanan binlerce bıçağın uğultusu sayfayı kaplar. Belki de şair, okuru şiirin devamına, o sarsıcı soruya hazırlamaktadır: “Yaşamak bir can sıkıntısı mıdır Ömür Hanım?” Burada biraz da bu sorunun izini sürebiliriz. Can sıkıntısı genelde yaratıcı bireyler, özellikle vasatın üzerindeki insanlar için, “normal” bir yaşama uyum sağlamanın ve kendini bu normallik ile sınırlamanın bir sonucu olarak ortaya çıkar. Bu bazen dayanılmaz bir kısıtlama, cehennemî bir kısır döngü ve umutsuzluk halini de yansıtır. Kimi zaman zihinsel bir boşluk hissi de yaratabilen can sıkıntısı, esas olarak kişinin kendini yeni bir şeye hazırladığı bir duraklama anı, yaratıcılığa ve ilhamın doğuşuna bir davetiye olarak da yaşanabilir. Bu, eski benliğin ve yaşam tarzının çözülmeye başladığı ve yeni bir bakış açısıyla dünyayı görmeye açılan gizli bir kapı görevi de görebilir.
Şairin bu “erken” dönem şiirinde yaşamı can sıkıntısı ile özdeşleştirmesi, bugün bile peşini bırakmış değildir. Gerek söyleşilerinde gerekse sonraki eserlerinde, Ömür Hanım’a yönelttiği bu ilk sorunun yanıtlarını aramaya devam ettiğini görürüz. Özellikle Unutma Defteri’ndeki “Varoluş” şiiri, bu ürpertici duygunun bütün katmanlarını arkeolojik bir titizlikle eşeler:
“Bozkır değil tanrının ilk sözü. Boşlukta unutulmuş bir zaman. Hiçbir şeyin gölgesi yok. Üç beş kanatsız ağaç. Bakır çalığı otlar. Toprak bile rüzgârdan konuşkan. Bütün pencereleri kendine bakan bir ev. İnsanın en eski masalından dokunaklı. Boşluğa eklenmiş ikinci bir boşluk. Ne bir sevinç güneşte, ne gecede bir keder. Heves bile can sıkıntısından ağır. Uyku sarısı bir yağmur, arada bir. Bütün sesi, sünepe bir köpek kuyruğu. Dünyanın sonu gibi duruyor. Birisi görürse var. /Kalabalığı senden doğurdum ben ey zamanlar anası… Sensin, aşkla ölüm arası tek bağım…”
Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları şiirinin ikinci bölümü ise modern hayatın dayattığı yabancılaşmayı ve bireyin yalnızlığını daha somut imgelerle karşımıza çıkarır. Şair, modern toplumun dayattığı “her şeyi iyi yanından görme” Pollyanna’cı yaklaşımını reddeder. Şükrü Erbaş, hayatın karanlık yanlarını yok sayan, görmezden gelen, umutsuzluğu tecrübe etmeyen bireyin mutluluğu da ıskalayacağına işaret ederek belki de bireyleşmenin bütün tekinsiz labirentlerinden geçmenin kendini yaratmanın ilk koşulu olduğunu göstermek ister. Sonraki bölümlerde de şairin sorgulamaları derinleşerek devam eder.
Ömür Hanım’ın Söylediği
Ömür Hanım konuşmaz ama suskun olduğu için değil. Bütün cevapları içinde taşıyor zaten. Sessizliği dilsizlikten değil, zira şaire dilini veren o. Mitik bir karaktere dönüşmesi, şairin tahayyülünden fırlamış bir edebi karakter olmasından değil, şairin hayat ve şiir serüveninin dayanak noktası olmasındandır. Hatta bunca okurun adeta belleğine kazırcasına ezberinde tutması da bundandır. Ömür Hanım, kimileri için bir sevgili, kimileri için annesinin yüzü, kimileri için yarım kalan bir cümle, bir çocukluk travması, bir vedadan geriye kalanlar ya da bir güz akşamı… Şaire, “Benim de Ömür Hanım’ım olacak mı?” diye soran delikanlı ya da “Bana da Ömür Hanım’a yazıldığı gibi şiir yazabilecek biri çıkacak mı karşıma?” diye soran genç kız ve daha pek çok saikle şairin Ömür Hanım’ı ile bağ kuran insan, aslında Ömür Hanım’ın arketipsel bir yanı olduğunu da gösteriyor. Şair onu yüceltmez, ona ilahi güçler bahşetmez, onu mutlak bir saflık halesinin içine hapsetmez ya da antik trajedilerde gördüğümüz gibi yıkıcı ve yok edici Tanrıçaların güçlerini vermez ona ama aynı şekilde onu koruyucu bir melek gibi de tasvir etmez. Aksine onun varlığını çıkış noktası yapar. Çünkü Ömür Hanım arketipsel bir karakterdir. Bu arketip sadece biyolojik olarak kadınlığı değil; besleme, koruma, şefkat ve yaşamın kaynağı olma kavramlarını da temsil eder. Ömür Hanım, Dostoyevski’nin bazı romanlarındaki boğucu ve çıldırtıcı kontrol takıntısı olan anne karakterleri gibi olmadığı gibi Halide Edip’in kadın karakterleri gibi idealize edilmiş ve kahramanca işler yapan yiğit kadınlar gibi de değil. Reşat Nuri’nin Feride’si gibi olması da imkân dahilinde değil zaten. Ömür Hanım, Şükrü Erbaş şiirinde pasif, yüceltilmiş bir sevgili/kadın figürü değil; şairin iç dünyasından ve yaşam serüveninden damıtılarak ortaya çıkmış, okurların da kendi kişisel deneyimleriyle bağ kurabildiği, yaşamın ve şiirin kaynağı olan arketipsel bir rehber ruhtur. Şairin kendi benliğini/şairliğini kendinden doğurma serüvenindeki görünmez ebedir.
Şairin Söylediği
Şükrü Erbaş “Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları”nı yazdığında henüz otuzlarının başındadır. “Küçük Acılar” kadar memleketin büyük yaraları da peşinden kovalamaktadır. Taşradan Ankara’ya, neredeyse bir sürgün gibi, yoksulluk ve yalnızlığın ağır yüküyle gelmiştir. Bir yanda 12 Eylül’ün demir ökçesi; devrimcileri ezmiş, sokakları susturmuş, hapishaneleri doldurmuş, işkencehaneleri fabrikalarından daha çok çalıştırır hale getirmiş, toplumun ruhunu buldozer gibi dümdüz etmiştir. Karanlık o kadar koyudur ki, şiirin satır aralarından bu yenilginin paslı, kanlı rengi sızar. Sözün boğulduğu, ideolojik kopuşların ve yenilgilerin umutları kararttığı bu ağır imtihan günlerinde şair hem içindeki hem de ülkedeki bütün karanlığa Ömür Hanım ile kurduğu bu soruların cevaplardan daha önemli olduğu şiir ile karşılık veriyor. İşte Ömür Hanım tam da bu ateşten doğar: hem bir sığınak hem bir sorgu odağı hem de yeniden doğuşun Prima Materia’sı.
Ömür Hanım, tıpkı babası gibi şairin şiir serüveninin her durağında gölgesini görebileceğiniz bir “varlık” konuma erişmiştir.
Ömür Hanım şiirini tekrar tekrar okuduğumuzda, aslında Şükrü Erbaş’ın bütün şiir yolculuğunun bir haritasını görebiliriz. Şairin şiir evreninde işlediği neredeyse her tema; bazen bir soru formunda, bazen de bir cevap kılığında, adeta birer nüve olarak bu esere eklenmiştir. Bu açıdan, Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları, şairin geleceğe bıraktığı bir mektup gibidir. Bu metin, şairin kendini yeniden icat eden bir özne olarak çıktığı edebi yolun bütün iz ve işaretlerini okura ilan etmesi bakımından son derece kıymetlidir.
Şair ilerleyen zamanlarda tıpkı Flaubert’in “Madam Bovary benim” dediği gibi, “Ömür Hanım benim” dese de bu şiirin kuşattığı bağlam şairin tahayyülünü de aşan bir çerçeveye oturmuştur. Artık mitik bir karaktere dönüşen Ömür Hanım, şairin bireyleşme serüveninin bir metaforu haline gelmiştir. Bireyleşme süreci, şairi kendi hayatına sadık kalmaya ve kendi yükünü omuzlamaya iterken şiir de işte bu otantik yönelişin en belirgin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.
Eğer abartılı bulunmazsa şu soruyla bitirmek mümkün bu yazıyı: “Şükrü Erbaş mı Ömür Hanım’ı yaratmıştır, Ömür Hanım mı Şükrü Erbaş’ı doğurmuştur?”
[1] Hatta şairin hayat ve şiir serüvenini bilenler, Ömür Hanım’ın şairi de aşan otonom bir karakter kazandığını rahatça söyleyebilir. Ancak en az bir o kadar okur da “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirini işaret edecektir muhtemelen. İyi bir okuru olarak “Köylüleri niçin öldürmeliyiz” şiirinin de tıpkı Ömür Hanım’la Güz Konuşmaları gibi müstakil bir kitap olarak yayımlanmasının vaktinin geldiğini söyleyebilirim.


















