
Toprak Humması, çağdaş Türk Edebiyatı’nda sıklıkla rastlamadığımız, alegorik temsilin toplumsal eleştiri ile ekolojik duyarlılığı aynı estetik zeminde buluşturduğu nadir metinlerden biri. Küçük hacmine rağmen, taşıdığı iddia büyük; çünkü burada amaç yalnızca bir hikâye anlatmak değil, kapitalist düzenin görünmez mekanizmalarını edebî bir yoğunlukla açığa çıkarmak.. İbrahim Utku Başyazıcı bu işi, futbol sahasının parıltısı ile maden ocağının karanlığını aynı düzlemde yan yana getirip, coşkunun nasıl bir denetim aracına dönüştüğünü, emeğin nasıl çıplak bir sömürü nesnesine indirgenebildiğini göstererek başarıyor. Bu yan yana geliş de, biz okurları, bireysel bir hikâyenin sınırlarını aşmaya; toplumsal hafızanın katmanlarıyla, siyasal düzenin baskıcı yüzüyle ve doğanın tanıklığıyla yüzleşmeye davet ediyor.
Futbol ve ocak metaforları üzerinden anlatısını inşa eden yazar, sahaları, coşkuyu estetize eden bir denetim alanına dönüştürürken, madenleri, emeği sıradan bir maliyet kalemine indirgeyen çıplak bir sömürü mekânı olarak kullanıyor. Bu çifte gidiş, iktidarın hem arzuyu hem de emeği aynı anda yönettiğini açığa çıkarıyor. Sermaye düzeni için tutkuların da ölümlerin de kıymeti yoktur; önemli olan, her ikisinin de çarkı döndürmeye hizmet etmesidir.
Başyazıcı’nın anlatısı, modern kapitalizmin kültürel ve ekonomik alanlarda aynı anda işlediğini vurguluyor. Tribünlerde örgütlenen coşku, ideolojik aygıtların tipik bir örneği gibi çalışarak, kitlelerin tutkusuyla sermayenin iktidarını yeniden üretmek için kullanılıyor. Yeraltının karanlığında tükenen ve yok olan bedenler ise Marx’ın artı-değer kuramına götürüyor bizleri ve emeğin kanla, terle, ölümle ödenen maliyetini edebî bir teşhir nesnesi hâline eviriyor. Futbol topu ile kazma arasındaki alegorik bağ, yalnızca iki alanı yan yana getirmekle kalmıyor; sermayenin arzuyu ve emeği aynı dişliler içinde öğüttüğünü, hem sevinci hem ölümü aynı düzende metalaştırdığını da ortaya koyuyor.
Kısa ve keskin cümleler haricinde gerektiğinde uzayan, katmanlı bir yoğunlukla ilerleyen üslup, her durumda abartıdan değil, yoğunluktan besleniyor. Muhatabını avutmak ve gözünü boyamak için değil; düşünceyi keskinleştirmek için özenle kurulmuş betimlemeler de azımsanamayacak ölçüde kıymetli. Toprak Humması hallice boşluklu bir roman; lâkin bu boşluklar, metni yavaşlatmak yerine bilakis okuru daha derin bir eleştiriye çağıran, anlatının suskunluk ânları mahiyetinde.. Eser, bu tercihiyle okuruna, yazarın yalnızca estetik değil, aynı zamanda politik bir tavır sergilediğini de düşündürüyor. Zira biliriz ki; gerçeği dolandırmadan söylemek ve gevezeliği reddetmek, edebiyatı hem estetik hem de siyasal bir müdahale alanı kılmak anlamına gelmektedir.
Metnin, gözardı edilemeyecek düzeyde bir de ekokritik boyutu mevcut ki, doğa, burada arka planı boyayan dekor değil; konuşan, direnen, tanıklık eden bir özne görevinde. Taş, toprak, rüzgâr ve su kavramları, örgü içerisinde, insana eşlik eden, onunla çatışan, kimi zaman da onun hoyratlığına direnen varlıklar hâline geliyor. Tam da bu noktada ana karakterimiz Yasef devreye giriyor ve doğanın bu tanıklığını ete kemiğe büründürerek, yalnızca bireysel bir simge değil, insanla toprak arasındaki kadim ilişkinin hatırlatıcısı pozisyonunu alıyor. Yasef aracılığıyla ekolojik yıkım ile toplumsal çürüme arasındaki bağ görünür hâle dönüşüyor ve bugünün “kalkınma” masallarının ardına gizlenen felaket, edebiyatın sesiyle ifşa edilmiş oluyor.
Anlatıda öne çıkan bir başka boyut da, yöresel kültürün ve halk dilinin metnin dokusuna sindirilmiş olması.. Anadolu’nun gündelik dilinden, küçük ritüellerinden, taşra insanının saf ve doğrudan duruşundan süzülen bu folklorik öğeler, anlatıya hem inandırıcılık hem de derinlik kazandırmış. Burada halk dili ya da yerel gelenek, modern kapitalist eleştirinin karşısına bir romantik ideal olarak değil, belleği diri tutan ve sömürünün çıplaklığını daha görünür kılan bir karşı-estetik olarak çıkmakta. Küçük ayrıntılarla örülen bu folklorik zemin, okuru yalnızca bireysel bir hikâyeye değil, kolektif bir hafızaya da çağırıyor, çünkü halkın masumiyetinde saklı olan şey, aynı zamanda toplumsal hakikatin en yalın aynasıdır.
Toprak Humması; masalsı bir hafifliğe değil, hakikatin daha keskin bir biçimde görünür olmasına hizmet eden büyülü gerçekçiliğe yakın dokunuşlarla farklı bir katman kazanmış. İmge, burada süs değil; bilinci sarsan, hafızayı uyaran, okuru huzursuz eden bir araç… Benjamin’den günümüze değin uzanan “enkaz estetiği” kavramını çağrıştıran şekilde, bugünün siyasal ve toplumsal çürümesini parıltılı kalıpların içinden değil, çatlaklardan gösterir biçimde. Bu yönüyle denilebilir ki, bu minik roman salt edebî bir metin olmanın ötesinde, edebî ve politik bir teşhir aracı.. Bu teşhir ise geniş çerçeveden bakıldığı vakit, bugünün Türkiye’sine doğrudan dokunan bir imâ taşıyor. Tribünlerdeki coşkunun siyasal iktidar tarafından nasıl manipüle edildiği, madenlerdeki ölümlerin nasıl sıradanlaştırıldığı asla gözlerden kaçmıyor. Siyasal İslam’ın kitleleri coşkuya hapsetme politikası ile kapitalist düzenin emeği hiçe sayan ekonomi-politiği aynı düzlemde birleşir. Başyazıcı’nın alegorisi, bana göre işte bu birleşimin çarpıcı bir teşhiri: Parıltının ardında kan, coşkunun ardında ölüm, sloganların ardında sessiz tüketim..
Sözün özü Toprak Humması, kısa bir metinle büyük bir iddia kurmanın, hedefi vurmuş, şık bir örneği. Kapitalizmin kültürel ve ekonomik alanlarda kurduğu tahakkümü ifşa ediyor; futbolun parlak ışıklarıyla madenin karanlık dehlizlerini aynı çerçeveye alıyor, arzuyu ve emeği aynı çarkta öğüten düzeni gösteriyor. Başyazıcı, yerel kültürden devşirdiği imgelerle modern bir alegori kuruyor; Marksist eleştiriyi, ekokritik duyarlılığı ve demokratik bir yüzleşme çağrısını aynı poetik yoğunlukta buluşturuyor.
Tüm bu gerekçeler ve en önemlisi de, edebiyatın hâlâ bir direniş mekânı, hâlâ iktidarın üzerine aba sallayan bir ses olabileceğini hatırlatabilme kabiliyeti dolayısıyla, Toprak Humması üzerinde tartışmalı, onu anlamalı, çoğaltmalı ve belleğe ilave etmeliyiz.



















