Her yazı iklimini arar | Feridun Andaç

Mart 5, 2019

Her yazı iklimini arar | Feridun Andaç

BOZCAADA’ya gidiyordum. Canım Ada Halkı romanı düşüncelerimi sarıp sarmalamıştı.

Birkaç kitap, bir o kadar defter, renkli kalemler…

Roman yazmak için başka araç gereç gerekmezdi. Nasıl olsa yazmayı seçeceğim mekânlarda masalarım olacaktı.

Önce uzun yürüyüşler alacaktı beni içine. Kaçınılmaz olandı bu. Roman, bir başkasının ya da başkalarının anlatımı/anlattığı üzerine kurulamadığına göre; kendimce tasarlamalıyım her şeyi.

Dinlemiştim anlatılan öyküleri. Sorular sormuştum bazılarına da… Sonra eski fotoğrafları geçirmiştim elden bir bir.

Birkaç imge belirmişti belleğimde. Kopuşun, bağlanışın, kapanma ve durulmanın adını anlatan neydi? diye de sormuştum kendime.

‘Ada’…

Ötede ve beride olmak… İçeride, dışarıda yani…

Bu düşüce bir koza gibiydi bende… Gezinirken adada; Rum mahallesinin albenili hali beni kendine çekiyordu. Biçimli dar sokakları, özenle yapılmış evlerin yaşayan, yitip giden izleri… Arka bahçeler, yan bahçeler… Taşlı yollar… Yapı ustalarının iz bırakan adları…

Zamanın dilini anlamaya çalışıyordum. İnsanların yüzlerindeki kaygı belirsizliğin adıydı.

Adayı çepçevre gezince, o yürüyüşlerimde; hem içeride, hem de dışarıda yaşamanın anlamını düşünedurdum. Burada soluk alanların yinelediği sözler vardı belleğimde: “Dışarısı buranın havasını, rengini bozuyor!” Gözlüyordum onları. Dinlediklerimle üst üste koyuyordum yaşanılanları.

Yazmak istediğim roman, düşüncesiyle beni yakalamıştı bir kez. Gelip bu mekânda yaşamaya başlayalı beri, her bir şey taşıyıcıydı bu düşünceye. Okuduklarım, gördüklerim, anlatılanlar, yaşadıklarım, yaşanılanlar… Ne çok şey gelip buluyordu beni.

Sokrat’ın Evi’nden bin öykü, Foti Usta’nın yaşadıklarından birkaç roman çıkabilirdi.

Oralara gidip bunlardan birebir yansıyanları yazmak derdinde de değildim. Buranın kokusu, insan sıcaklığı; buradaki hayatın rengi… Bir de ada düşü/düşüncesinin yarattığı imgelem yazmak istediklerimin aurasıydı.

Bir tarihsel zamanı anlatmak kaygısında da değildim. Ne bir göç öyküsü, ne terk edilmişlik ve de bir kopuş…

İnsanın içindeki drama bakarak, çağlar boyu kendini çoğullaştıracağım diyerek, yalnızlaştırarak yaşamasını; uzandığı her yerde kendi öyküsünü başkalarınınkine katarak varolma, ölüme karşı hayatı savunma mücadelesini anlatmayı düşünüyordum.

Yeri adlandırmadan, mekânı belirtmeden, günün gerçekliğini birebir yansıtmadan yazmayı tasarlıyordum.

Kuşkusuz bir düşünce kıvılcımıydı bu. İlle de roman yazmak için yola çıkmamıştım.

Yıllardır geldiğim adada gelip gidenlerin halleri, düşleri, düşünceleri, kendilerini yalnızlaştırma, bir yere atma istemleri…

Yerli halkın duruşu, bakışı, yaşayışı…

Gidenlerin öyküsü,  kalanların dramı. Ben ile öteki arasındaki çizginin ne olduğu… Bakanlarla görenler, hissedenlerle yaşayanlar, aldatanlarla aldananlar, talan edenlerle koruyanlar, yitenlerle tutunmaya çalışanlar… Daha birçok şey zaman zaman gelip beni bulmuştu.

Hem oradaydım, hem de dışarıda.

Gide gele kanıksadığım bakışların sırdaşı olmuştum bir süre sonra.

Sabah, daha günışığı çıkmadan; bağlara gidip kükürde, budamaya, evlek devşirmeye verdiğim günler çıkacaktı karşıma.

Toprağa dokunmak değil, avuçlarıma avuçlarıma alıp ovalayıp okşadığım günler arınma, hayata bağlanma günlerim olacaktı.

Bir kadının duygularında yaşamanın getirebileceği örselenme, bağlanma, nefret…

Erotizmin bir salgın gibi ruhu ve bedeni tutsak alması…

Bir insan öldürebilme kıyısına gelmenin sanrısı…

İntihar düşüncesinin ruhu altüst eden cenderesi…

Kalmakla gitmek arasındaki sınırın uçuruma dönüşmesi…

Ruhun kederi, acının sağanağı, korkunun dili, sevgisizliğin cehennemi, aşkın barınağı, tutunamamanın bakışı, savrulmanın adı gelip adada sizi bulursa ne yapardınız?

Oysa, çok yalın bir öykü yazmak istiyordum.

Masamı önüme almış okuduğum bütün kitapları, yazdıklarımı unutmuş; defterim ve kalemimle baş başa kalmıştım.

Gülibrişim’in o altı metre karelik bahçesinde, bir manolya ağacının duldasında, taş duvara, arada bir ‘bir avuç gökyüzü’ne bakarak bu öykümü yazıyordum.

Yazdıkça ben, sayfalar ardı ardına gittikçe başkaları çıkıyordu ortaya…

Bir zaman sonra yazdıklarımın arasında kaybolup, yitip, hatta kendimi öldürüp başka benleri ortaya çıkarmıştım.

Kalemime söz geçiremez olmuştum.

Günler günleri kovaladı. Yazdığım yerin gökyüzü karardı, açtı. Buğulandı hava. Taşları ıslandı bahçemin. Nemli sabahlara girdim, günü geceyi unuttum. Ada iyice flulaştı belleğimde. İnsanların yüzü değişti, sözleri yabanlaştı, adlarını unuttum, birer yabancı kesildi her biri.

Almira, Foti Usta, Nakkaş Fehmi…

Ve bilcümlesi bu yazılanların önünde akıp gitti…

Bu tutulmayı adlandıramıyordum. Gerek de yoktu.

Lambamın fitili eridi, gazı bitti. Sünüp kaldım bir köşede… Sonra yıkanıp arındım.

Defterlerimi çantamın en dibine yerleştirip terk ettim adayı. Unuttum yazdıklarımı bir süre…

Yaklaşık bir yıl sonra, bir kış mevsiminde, çıkıp gittim adaya. Yaşamadığım renklere, ıssızlığın diline kavuştum bir anda.

Yazdıklarım yanımdaydı. Kapağını açmamıştım defterlerimin…

Kaldığım otelin denizi gören penceresi önüne masamı çekmiş, bir defterle birkaç kalemi yan yana dizmiş; oturup hemen bir şeyler yazabileceğimi düşünmüştüm.

Bu sanrım günlerce sürmüştü. Bir an, yazmayı unuttuğumu sanmıştım. Yalnızca okuyordum. Gao Xingjian’dan, Marguerite Yourcenar, Mahmud Derviş’ten, Pirî Reis’ten…

Ada ıssızlığa gömülmüştü. Ne konuşacak biri, ne gidilecek bir mekân vardı. Sıklıkla yalnız yürüyüşlere, gezintilere çıkmıştım…

Odama kapandığımda ise, masanın o haline dönüp bakmadan, bir köşede koltuğa sığınıp okumalarımı sürdürmüştüm.

Kaygım boşunaydı. Yazmak istemediğim, önceden yazdıklarıma dönmekten yana olmadığım kesindi.

Oturup o günlerin güncesini notlamıştım bir yerlere…

Defter değildi o notların yazıldığı… Küçük kâğıt parçacıkları…

Deftersiz kalemsiz kalmak istediğim kesindi.

Bunun ayrımına vardığımda, Pirî Reis’le ilgili yazdığım romanın birkaç bölümünün belleğimde biçimlendiğini hissettim.

Adadan koptum o gün… Gidip İda Dağı yamaçlarında bir köyevinde yazmaya verdim kendimi. Bu kez, ne bir kitap, ne de yazılı bir not vardı yanıbaşımda…

Pirî Reis, amcası Kemal Reis’in ona armağan ettiği kölesi Lazio ile Gelibolu’da yaşamaya başlamıştı artık. Ben de onların uzaktan uzağa gözlemcisi kesilmiştim.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (5 Mart 2019)

Yorum yapın