
Edebiyat Haber’in web sitesinde sevgili Duygu Terim’in yazar odasını Meltem Dağcı’ya anlatırken gezmeyi ne kadar çok sevdiğimden bahsetmiştim. Bu metinde de Duygu Terim’den ve gezmeyi ne kadar çok sevdiğimden bahsedeceğim, ama farklı bir şekilde. Mart 2023’te Notos Yayınları’ndan çıkan “Aslında Her şey Yolunda” isimli Duygu Terim kitabından bir öyküyü ve Bükreş’i kullanarak…
Nicedir tek başıma seyahat etmiyordum. Araya üç yıllık, zaman mefhumunu yitirdiğimiz, evde ekmek pişirip maskesiz dışarıya çıkmadığımız salgın girmişti. Evimin kapısından çıkıp asansöre bindiğimde yüzümde maskemin olmadığını fark ettiğim kabuslarım hâla devam etmekteydi. Kabuslarımla tezat yeni bir fobim daha olmuştu: Notrifobia, yani yakınlarda planlanan hiçbir gezi olmaması fobisi.
Ne kadar süreceğini başlangıcında bilmediğimiz salgın koşulları sona erdiğinde ve eskisi gibi maskesiz uçaklara binmeye başladığımızda takvimler 2022’yi gösteriyordu. Üç yıldır zor zapt ettiğim gezme virüsümün beni yönetmesine artık izin verebilecektim. Yine ucuz uçak biletlerinin peşinde koşacak, iptal edilebilir üç beş otel rezervasyonu yaptıracak sonunda en merkezi oteli seçerek seyahatlerime devam edebilecektim.
Seyahat etmeden önce yapılması gerekenler listemi gözden geçirdim: Bavula konulacakların listesinin yapılması, çamaşırların yıkanması, ütülenmesi, evin temizlenmesi – çünkü ev beni temiz beklemelidir- listelerin tamamlanıp tamamlanmadığını kontrol ettiğim başka bir kontrol listesinin yapılması. Sonunda Bükreş’e giden uçağa yalnız binmeye ve orada kongresi bulunan doktor arkadaşım ile buluşmaya hazırdım. Ben, emekli bir özel sektör çalışanı, taze yazar, Bükreş’e acil tıp kongresi sosyal etkinliklerine katılmak üzere yola çıkıyordum, çünkü seyahat virüsüm her türlü bahaneyi sever ve kabul ederdi.
Uçağa yalnız binmek, kalkış ânında camdan dışarıya bakmak, tüm hücrelerimde oluşan anlık hafifliğin hazzına kendimi bırakmak…Sadece gerçek gezginler bunu anlayabilir diye düşünüyorum. Uçak kalkıp vücudum yüksekliğe alıştığında çantama baktım; aslında o kadar da yalnız olmadığımı fark ettim, Duygu’nun kitabı yanımdaydı. Gözlerimi kapatıp kitaptan bir sayfayı rastgele açtım, şansıma “Hadi Elif Kendine Gel” öyküsü çıktı. Öyküyü bir solukta okudum, içimden Duygu’ya “Korkma, Yavuz’la ayrılığından sonra Elif’in attığı magnetler gibi bir hediye almayacağım sana Bükreş’ten,” dedim.
Uçağımız Henri Coanda Havalimanı’na indi. Rumen havalimanı için ülkenin ünlü fizikçisi ve ilk jet tepkili uçağın mucidinin adını almak bir şeref olmalıydı. Bilet almadan kredi kartımı okutarak bindiğim otobüs ile arkadaşımın kongresinin yer aldığı Parlamento binasına doğru yol aldım. Geniş, ferah ve iki yanı ulu çınarlarla kaplı bulvarlar o kadar güzeldi ki tadını çıkarmak için otobüsten erken indim. Valizimin dört tekeri ve ayaklarım dümdüz şehrin geniş kaldırımlarının tadını çıkarmakta hiç vakit kaybetmedi.

Çavuşesku’nun ülkeye yaşattığı yokluk sonrasında tekrar makyajlanan şehrin binaları dikkatimi çekti. Eski sosyalist mimariye sahip binaların üstü değişik rölyeflerle kaplanarak bambaşka bir çehreye bürünmüştü. Duygu Terim’im öykü kahramanı Elif’in annesinin tüm mutfak düzenini değiştirmesi gibi bir şey olmalıydı bu, şehrin eski sakinleri hafızalarındaki şeyleri yerli yerinde bulamıyor olsa gerekti. Berlin Duvarı’nın 9 Kasım 1989’da yıkılmasının ardından tüm Doğu Bloku ülkelerini etkisi altına alan özgürlük rüzgârları Romanya’yı diğer ülkelerden daha sert etkilemiş ve Çavuşeskuların idamıyla sonuçlanan bir kasırga halini almıştı.
Parlamento’ya yürürken yol üstündeki parklardan birinde mola verdim. Yeşil kentin içindeki irili ufaklı parklarından biriydi. Hafif nemli havanın verdiği rahatsızlığı bir ıhlamurun gölgesinde atarken “Aslında Her şey Yolunda” yine yanımdaydı. Kitaba ismini veren cümleyi “Hadi Elif Kendine Gel” öyküsünde bulunca gülümsedim. O cümle, kitaba adını vereceğinden habersiz, sessiz, sakin ve mütevazı bir şekilde sayfada duruyordu işte. Durup düşündüm. Yaşarken farkına varmadığımız ufak anların aslında hayatımızın önemli dönemlerini nasıl yaratabileceğini düşündüm. 2020’nin Ocak ayıydı unutmuyorum, televizyonda kısa bir haber görmüştüm; Çin’de insanları öldüren bir virüs çıktığını. Ertesi gün aklımda bile kalmamıştı. Ama o haber hepimizin tarihine kalın harflerle işlenmişti, biz sadece önemini henüz kavramaya haiz değildik.
Bükreş’te pandeminin verdiği tüm korkuları bir tarafa bırakıp doyasıya yürüdüm, her müzeye girdim, her yeni yemeği tattım ve her yeni içeceği denedim. Sonra düşündüm, eğer salgın olmasaydı, o kadar süre eve tıkılmasaydık ve biri bana Bükreş’e gideceğimi söylese bu kadar sevinip heyecanlanır mıydım? Her ânın bu kadar tadını çıkarır mıydım ve Bükreş’i bu kadar beğenir miydim?

“Hadi Elif Kendine Gel” öyküsündeki Elif yine kendisini hatırlattı bana. Eğer öykü kahramanının hayatında hiçbir değişiklik olmasaydı; evlenip çocuk doğurmasaydı, eşinden ayrılmasaydı ya da annesi ona yardımcı olmak üzere evine yerleşmeseydi, Elif’in yalnız kalabildiği zamanlar bu kadar kıymetli olur muydu? Kendisine yarattığı özel anlarda ufak tefek intikamlar alır mıydı hayatından ve annesinden?
Tüm bunları düşünürken arkadaşım elinde soğuk kahveyle beliriyor parkta, onu görünce seviniyorum. Kahveye bakıp yutkunuyorum, susuzluğumun ayırdına varıyorum. Parkta güzel ve özgür bir gün bugün. Pandemide Covidli hastalarından virüs kapmasından delice endişe ettiğim doktor dostum gülümseyerek bana yaklaşıyor şimdi. Güneş parlıyor. Elimde Duygu Terim’in kitabı, çantamda bir acil tıp kongresi programı var.
Mırıldanıyorum: “Hadi Nilay kendine gel. Geçti bak, pandemi de geçti. Artık eskisi gibi gezebiliyorsun, yaşadığını iliklerinde hissedebiliyorsun, sevdiklerin sağlıklı ve güvende, ” diyorum ve ekliyorum, “aslında her şey yolunda.”
edebiyathaber.net (17 Şubat 2025)