Hayat çığlığımızı duysa: Yine de bir şansımız olsa… | Pınar Aydoğdu

Şubat 20, 2023

Hayat çığlığımızı duysa: Yine de bir şansımız olsa… | Pınar Aydoğdu

Gamze Efe’nin, Everest Yayınları’ndan Devrim Çakır editörlüğünde çıkan ilk öykü kitabının başlığı ‘‘Yine de Bir Şansımız Olmalı.’’ Bu başlık, bana bir istek ya da bir arzudan öte hayata karşı bir isyan çağrıştırdı. Öykülerin içine daldıkça, kahramanlarla hemhâl oldukça başlığın içimde uyandırdığı bu isyankâr kıpırtıyı hep hissettim. Kardelen Akçam’a ait başarılı kapak tasarımı da yüreğimdeki çığlığı zihnimde canlandırdı. 

Kitap on altı öyküden oluşuyor ve epigraflarla dört bölüme ayrılıyor. Gamze Efe’nin öykülerinin şiirsel ritmi bu epigraflarla ete kemiğe bürünüyor âdeta. Bu epigrafların her biri, okura kendi öyküsünü yazdıracak kadar dokunuyor, okuru öykü evreninin içine ilk adımda çekiveriyor. 

 ‘‘Ve her şey bütünlük içinde olmalıydı. 

                                   Öyle öğretilmişti.’’

Bu epigrafla açılan bölüm dört öyküden oluşuyor. İlk öykü ‘‘Babamın Tarafında’’, mesafeli bir baba oğul ilişkisi üzerine kurulu. İki günlük, habersiz aile ziyaretini belki en çok anne özlemi için yapacak oğul, ama yol boyunca babası ile yaşayacaklarını düşünüyor, içinde yaşayamadıklarının yükünü taşıyarak… Ancak eve varınca alışılmadık eksiklikler ve annenin rahatsızlığı ‘‘ailenin bütünlüğü’’nü sağlayıveriyor. ‘‘Aileymişiz gibi davranıyordu. Geçmişin çetelesi, bir anlığına, ikimiz için de kapandı.’’ Hasta anneyi/eşi mutlu etme çabaları, onu kaybetme korkusu… Babanın belki de ilk defa oğluyla bir ortaklık, bir duygusal bağ kurması… Yani hayat bu baba ve oğul için bir kriz anında tanıyor belki ikinci şansı. 

İkinci öykü ‘‘Ödünç Mutluluk’’, günümüz modası çocuk doğum günü partilerinden bir kesit sunuyor okura. Anlatıcımız, doğum günü kutlanan dört yaşındaki kız çocuğunun annesinin üniversitedeyken aynı evi paylaştığı arkadaşı Ayşen. Hiç evlenmemiş Ayşen. Dolayısıyla, çocuğu da yok. Partideki görevi bol bol fotoğraf çekmek. Bu oluşumun yapaylığını, göz kamerasını partideki dev çizgi film kahramanlarına, neşeli çocuklara, eğleniyor görünen kadınlara ve bir görev gibi orada bulunmaları gereken erkeklere çevirerek aktarıyor. Her şeye rağmen masum olana, çocuklara, doğum günü kızı Ada’ya yöneltiyor dikkatini. Kendi çocukluğuna özlem duyarak belki de… ‘‘Fotoğrafladığım tek güzel şey bu kız. Babamın cüzdanındaki çocukluğum beliriyor gözümde, siyah beyaz. Doğum günü pastama parmaklarımızı batırırken annemin çektiği fotoğraf. Hatalar yapmak için yılları var Ada’nın ve babasına sarılma ihtimali. İçimi çekiyorum.’’ Ayşen biraz soluklanmak adına bu şamatadan uzaklaşmak için çareyi, Bugs Bunny ile dertleşmekte bulur.  ‘‘ Onu neredeyse yirmi yıldır tanıyorum, sen bu değilsin, mutsuz olacaksın dedim, öfkeden delirdi… Tartışmamız evlenmediğim için onu kıskandığım şeklindeki tespitiyle sonuçlandı.’’ Toplumumuzda her bekâr kadının yaşadığı dayatmayı sadece yakın arkadaşının, evli ve çocuklu olduğu için üstünlüğünü ortaya koyan hırçın tavırlarında değil, eve dönünce annesinin kırkından sonra evlenince çocuk yapmanın zorluğunu ima eden sözlerinde de hissedecek Ayşen. Toplum böyle bir bütünlük istiyor: Bir sen, bir ben, bir de bebek! Öykünün sonunda, Ayşen’le beraber ben de haykırmak istedim: ‘‘Umursamazım, mutsuzum ama keyfim yerinde.’’ 

Üçüncü öykü ‘‘Rüzgâr’’, kitabın en etkileyici öykülerinden biri. Bu sefer bütünlük, insanın her işi becermek zorunda olmasında dayatılıyor. Çoğunlukla bu dayatma, bu öyküde de işlendiği gibi, ne yazık ki ebeveynler tarafından yapılıyor. Hele de çocuk erkek ise. Anne suçlanır ya çoğu zaman. ‘‘Takıntıların yüzünden şimdiden kız çocuğu gibi davranmaya başladı bile…’’ Babanın parayla elde ettiği güç oğluna da geçecektir. Mesela, çocuk Asperger sendromlu olamaz, aklına bile getiremez böyle bir şeyi. O yüzden ileride her işte başarılı olmak zorunda olduğu gibi mükemmel bir şeklide de yüzecektir şimdi. Erkek adamın erkek evlâdı sudan korkmaz, korkamaz; en iyi hocalar tutulur. Bu korkuyu yenmeyi başaramıyorsa bu hocanın suçudur. Daha iyisi bulunur, o da beceremezse, daha daha iyisi… Bunun sonu yoktur, ama Rüzgâr’ın bir nefeslik ömrü vardır. Para da hayat da ikinci bir şans vermeyi reddeder. İnkârlar fayda etmez. ‘‘ ‘Yeter!’ diye bağırdığını duydu kocasının, ‘Benim çocuğum boğulmadı!’ ’’

Aldatma, aldatılma her insanın duygusal yaşamını meşgul eder. ‘‘Erkeği ayartan’’ bir kadın muhakkak vardır aldatmaya sebebiyet veren, bu yüzden suçlu odur. Bu eylemi haklı çıkarmak için söylemiyorum elbet, ama bir de karşı taraftan düşünmeye çalışırım hep olayı. Aldatılan, olay patlak verene kadar bilmez hiçbir şey. Ama karşı taraftaki ‘‘başka birinin varlığından hep haberdardır.’’ O zaman ne işi var bu adamla diyebilirsiniz ama hayat denklemi o kadar basit ve düz değil işte. Yaşamın bütünlüğünü sorgulamak da buradan gelir belki de… Gamze Efe, ‘‘Fırsatçı’’ öyküsüyle benim düşündüğüm gibi, karşı tarafın kamerasından bakma cesaretini gösteriyor.  Artık bir yetişkin olan ‘‘gayrimeşru çocuğun’’, her şeye rağmen arada bir bağ kurma çabası…  ‘‘Yine de bir şansımız olmalı’’ diyor, yüreğinde kalan umut kırıntılarıyla. ‘‘‘Annen, onunla annemden önce tanışmış olmanın şansını yaşadı,’ diye ekledim sonunda.’’ Aldatılan ailenin, karşı tarafı fırsatçı olarak görmesini değiştirmez hiçbir söylenen, bu ağır durumu kabullenmenin zorluğu bir yana bozulan ailenin mutsuz da olsa ‘‘bütünlüğüdür’’.

‘‘Bıçak kesene kadar bıçak değildi oysa.

Ben de kesikleri fark edene kadar doğamı yargıladım.’’

İkinci bölümü açan epigraf bu. Üç öyküden oluşuyor. İlk öykü ‘‘Alışmışız’’ için anlatıcı olarak ikinci tekil şahıs tercih etmiş yazar. Karısının evi terk edip, aynı gün içinde eve dönmesini kurgulayan bir koca anlatıcımız. Bu nedenle, ikinci tekil şahıs anlatım, öyküyü güçlendirmiş. ‘‘Yeniden alışmak, yeniye alışmaktan kolay, hatırlıyorsun.’’ cümlesi, bu öykünün özeti gibi. Kadının bir iç sesi gibi de davranıyor kocasının anlatımı. Sanki çok uzaklardan kadının aklına, ruhuna ve hayatına hükmediyor gibi. ‘‘Ben de olan biten buymuş gibi davranabilirim. Vicdan azabından eve erken döndüğüm günlerde, bana baktığın gibi bakıp sevgiyle gülümseyebilirim sana.’’ Bir aynadaki yansımayı andırıyor bu sözler. Bu yüzden, erkek kendinden emin hem kendini hem kadını anlatıyor şu cümlelerle: ‘‘Korkunun ne demek olduğunu artık biliyorsun. Korkuyorsun çünkü alışmışsın. Alışmışız.’’ 

‘‘Ray Tıkırtıları’’ ödüllü bir öykü. Gamze Efe, bu öyküsüyle 2020 yılında Karşıyaka Belediyesi Homeros Edebiyat Ödülleri kapsamında düzenlenen Tarık Dursun K. Hikâye Yarışması’nda üçüncülük almış. Annesini kaybetmiş, teyzesi tarafından büyütülmüş bir genç. Teyze kızını seviyor, teyzesinin kızı da onu. Genç adamın kulaklarında hep ray tıkırtıları uğulduyor. ‘‘Annemin ardından sesleniyordu: ‘Merak etme, bize emanet.’ Teyzemin başparmağını sıktım. Trenin dumanı kaybolmasın istedim. Peşinden koşmadım. Bir ağaç dibine oturdum, dalları korunaklıydı, ama yer ıslaktı.’’ Bu ıslaklık, bıçak olmuş manevi borcun yükünü ağırlaştırıyor. İki gencin aşkı arasında çaresiz kalakalıyoruz okur olarak. Sevginin gücüne inancımızı yitirmeden, hayatın sevgiye şans tanıyacağını umarak…

‘‘René ve Kedi’’ en sevdiğim öykülerden biri oldu. Şimdi beni tanıyanlar, çünkü içinde kedi var diyecekler, ama sebebi bu değil elbette. ‘‘R.’nin kedisi intihar etmiş’’ diyerek etkili bir giriş yapıyor öyküye Efe. Anlatıcımız, üniversiteye yeni yerleşmiş bir iyi aile çocuğu. Birlikte büyüdükleri Fransız kız R. ile çok yakınlar. Pek çok ilki R. İle yaşıyor bu genç. İlk aşk, ilk dokunuş, ilk cinsel deneyim. Ona hayat enerjisi aşılayan bu kız aslında boyundan büyük travmalarla mücadele eder küçük yaşından itibaren. Bir annenin mutsuzluğunun ya da yokluğunun bir kız çocuğunu derinden etkilediğini düşünmüşümdür hep. R. de annesinin yokluğunu bir bıçak yarası gibi taşıyor taze yüreğinde. Anneannesi kalp krizinden öldüğünü söylese de annesinin intihar ettiğini biliyor. Coğrafya kaderdir misali, kızlar da annelerinin kaderini mi takip eder, yoksa bunu yıkmayı başarır mı net cevap veremeyiz belki ama hep bir annesine benzeme/annesinin kötü kaderini paylaşma endişesi olur bir kadının içinde. Tıpkı R.’de olduğu gibi: ‘‘ ‘René gibi delirmekten korkuyorum,’ diye fısıldadı.’’ Anneannesi ölünce ve dedesi de huzurevine yerleşince bir kediyle kalakalır R. İçindeki derin boşluğu bir kedinin yumuşak tüylerinde, derin bakışlarında doldurmaya çalışır.  Kedimize neyi yansıtırsak o eksiktir bizde. Bu yüzden belki de kediyi annesiyle özdeştir. ‘‘Kedim intihar etti,’’ der, “yalnızlıktan.’’ Onu çok seven kanlı canlı biri varken, ölü bir kediden medet umar. ‘‘Ama onu gömmeyeceğim. İçini pamukla doldurup yatağıma koyacağım. Böylece her gece yanımda olacak.’’ Genç adamı terletir bu sözler. Ama endişeyle beraber bir kabulleniş de vardır: ‘‘Ona iyi gelsem de sanırım hiçbir zaman yetemedim.’’ 

Beş öyküden oluşan üçüncü bölümü şu sözlerle açıyor yazar: 

‘‘İçimdeki boşluğu doldurmak düşüncesiyle zehirlendim.’’ 

Bu bölümün ilk öyküsü Kovan, arı metaforuna dayandırılarak çok etkileyici bir şekilde sonlanıyor. Öykünün sonuna kadar, yıpranmış bir ilişkinin hangi tarafında olursanız olun sancılarını bir okur olarak da çekerken başlığı unutuyorsunuz. Bir kovanın içinde yaşanılanları tanıklık ettiğiniz aklınıza bile gelmiyor. Ta ki o gerçek, tatlı sert bir şekilde sonda belirene kadar… Yerleşik Yabancı öyküsü göçmenlik ve aidiyetlik sorununu farklı cephelerden irdeleyen bir öykü. Limansız, yaşlılık ve yalnızlık temalarında geziniyor. Kedisi Kıymet ile yaşayan, yürümekte zorlanan, gündüzleri gelen bakıcısından başka konuşacak kimsesi olmayan romatizmalı yaşlı bir kadın… Ona bir yandan üzülürken bir yandan da huysuzluğuna kızacaksınız belki… 

Üç Adam, Ankara’nın en sevdiğim mekanlarından birinde Eymir Gölü’nde geçiyor. Hatta, Gamze Efe, Piri Guide’ın Hikâyenin geçtiği yer dinletileri kapsamında burayı harika bir şeklide anlatıyor. Özellikle Ankaralı olmayan okuyucularımızın dinlemesini tavsiye ederim. Evet, Eymir gölü içimize yaşam sevinci veren, doğal güzelliklerle dolu bir yer ama maalesef öykümüz hüzünlü… Artık aralarında olmayan ama onun yokluğunu da inkâr etmekle kabul etmek arasında kalan iki dostun duygusal bir gezintisi haline geliyor Eymir’deki kısa yolculuğumuz. 

Bu bölümün bana göre, en başarılı öyküsü Çocukluğumun Son Günü. Her şeyden önce, şunu belirtmeliyim ki Gamze Efe bu ilk kitabı olmasına rağmen değişik sesler kullanmaktan hiç çekinmemiş öykülerinde. Kadın, erkek, göçmen, yaşlı, genç… Ama benim gözümde çocuk sesi ayrı bir yerde durur. Bir yetişkinin hali, tavrı, sözü kaçıverir bazen satır aralarında. Fakat, bu öyküde olayı aktaran kız çocuğu, yetişkin dünyasında, ondan bağımsız ve hiç istemeği şekilde gelişen olayları, kendi çocuk evrenindeki tepkilerle karşılıyor. Bu da yazarın kaleminin ayrı bir gücü. Hastaneden çıkamayan bir baba, tahammülü kalmamış bir anne… Ve sonunda kuralcı bir büyükanne ve üvey dede ile baş başa kalan bir kız çocuğu… Tıpkı bir zamanlar, annesinin de üvey baba gelince kendi büyükannesine gittiği gibi… Hangisi daha zor sorguluyorsunuz. Kadın olmak mı? Anne olmak mı? Çocuk olmak mı? Yoksa René korkusunda haklı mı: Bir kız çocuğu, annesinin kaderini yıkamaz mı? 

‘‘Bekleyerek tam olacağımı sandım.

                                          Yanıldım.’’

Son bölüm bu epigrafla başlıyor ve dört öyküden oluşuyor. Yükler öyküsü, annenin hep ‘‘o’’ gözde evladı olmayı ‘‘beklemek’’ ama ne olursa olsun, ne yapılırsa yapılsın o iki kişilik dünyada asla yer bulamamanın verdiği yükü omuzlarında taşıyan bir kız evladının dilinden aktarılıyor. ‘‘Ona Pamuk Anne derdin. O da sana oğlum derdi, bana Leyla.’’ Ayrı Zamanlar’da, iki farklı kuşağın ilginç bir iş teklifi sonucu yan yana gelmesiyle oluşan şaşırtıcı bir dostluğun içinde buluveriyoruz kendimizi. Biri kızını, diğeri sevgilisini bekler. İkisi de Eylül’de gelmesini ümit eder sevdiklerinin. O yüzden, Fecri Ebcioğlu’nun  1977’de Marc Aryan’ın bestesi Qu’un Peu D’Amour’a  Türkçe söz yazıp, Alpay’ın okumasını istediği Eylül’de Gel şarkısının hüzünlü ama hafif de olsa umutlu ritmini hissettim öykü boyunca. Ayrıca, öykünün içinde Saatlerin Tıkırtısı öyküsünün geçmesiyle, Yusuf Atılgan’a da bir selam çakıyor Efe. Saatlerin Tıkırtısı’nda düşlediği naifliğin bozulacağından korkarak başka saatçilere yönelen adamın endişesi, bizim öykümüzdeki yaşlı adamın da içine yerleşmiş gibi. Belki de hayal kırıklığına uğramaktan korktuğu için, olumsuz ve önyargılı yaklaşıyor genç kuşaklara. Ama Yusuf Atılgan’ın getirdiği dostluk paha biçilmez bir hal alıyor. 

Gölgeler Arasında öyküsü, yıllar sonra karşılaşan iki arkadaşın sohbetleriyle gelişen bir hayat sorgulaması. Geçmiş aşkların arasında çocuk beklentisi, hayatta nasıl tam olunur, ne zaman hazır olunur… Son öykü Sessiz Mesafe ise, bizi kırık bir aşk hikâyesinin içine çekiyor. Uzaktan izlenen eski sevgili… Yanındaki uzak, uzaktaki yakın mı diye sorgulatıyor okura. Ama bunu görmek için ya çemberin dışına çıkmamız gerekiyorsa? Çıktıktan sonra da girmek için çok geçse artık… ‘‘Üçümüzün sessizliğiyle, artan dipsiz, ölçüsüz bir mesafedeyiz.’’   

Kitabın bütününe baktığımızda, öyküleri tek bir temada toplamak mümkün olmasa da tek bir umut çatısında bütünleştirmek olası. Her ne kadar öykülerde bir karamsarlık havası hâkimse de, satır aralarında insana dair bir umut var. ‘‘Öteki’’ni fark ettirmeye yönelik bir tavrı var yazarın. Umudumuz da bu farkındalığı oluşturmaya dair.  Efe, atmosfer kurmada o kadar başarılı ki, okuyucu öykünün içine girmekle kalmayıp sanki o kurmaca dünyada yaşıyor, kendine bir rol ediniyor. Kahramanlarını çok çeşitli ortamlardan seçip onların duygu dünyasını gerçekçi bir şekilde aktarıyor. Yazar aradan çekilmiş, biz sadece onların sesini duyuyoruz. Bu çok seslilik ve ayrıca çeşitli temaların işlenişi kitabın en büyük zenginliği. İlk öykü kitabı olmasına rağmen cesurca adım atmaktan çekinmemiş Gamze Efe. Gerek dili özenli kullanımı gerekse özgün üslubu ile edebiyat dünyasına sağlam bir giriş yapan Efe’nin diğer kitaplarını da merakla bekliyorum. 

edebiyathaber.net (20 Şubat 2023)

Yorum yapın