
“İstanbul yıllardır bir simge arayışında. Bunun için reklam şirketlerine bile sipariş veriyor günümüzün aklı evvel politikacıları. Lale mi olsun, Kız Kulesi mi? Boğaz Köprüsü mü? Sultanahmet ya da Süleymaniye gibi camiler, Topkapı gibi saraylar ve Ayasofya var aday olarak. Olanlarla yetinmeyip çılgın projeleriyle şehre damga vurmak isteyenler de var. Oysa şehir neredeyse kurulur kurulmaz simgesiyle buluşmuş. Onu sikkelerine başmış…”
Balık metaforunu kullanarak bir milletin z raporunu çıkarmak her babayiğidin harcı değildir.
Usta kalem Gündüz Vassaf, “binlerce yıldır gelip geçen medeniyetleri hükümdarları, devletleri, insanları seyreden Boğaz’ın balıklarını anlatıyor bu kez. Boğaziçi’nde Balık’taki kâh eğlenceli, kâh hüzünlü, kâh şiirli, kâh mitolojik öykülerde gerçek ve kurmaca iç içe geçip okuru hem zaman içi hem de zaman dışı bir serüvene davet ediyor.” Kitap, İletişim Yayınları etiketiyle Nisan 2024 tarihinde çıkmış. 197 sayfalık bu küçük eser bir oturuşta okunuyor.
Mekân Boğaz olsa da bizi dünyanın her yerine götürüyor yazar. Kitabın başlığında öyküler ibaresi geçse de içinde şiir, anı, denemeler ve öyküler mevcut. Anlayacağınız Gündüz Vassaf yine şu tür meselesinin sınırlarını hiçe sayıyor ve kendi türünü yaratıyor. Kitapta en sevdiğim şey illüstrasyonlar oldu. Pek çoğunu çerçeveletip evimin duvarlarına asmak istedim. Mehmet Güleryüz’den Balkan Naci İslimyeli’ye, Komet’ten Bosch’a, usta ressamların elinden çıkma balık resimleri bulacaksınız. Topkapı Sarayı, Konya Mevlana Müzesi, British Museum arşivlerinde yer alan balık resimleri de cabası. Burada sayamadığım özel koleksiyon, müze ve kütüphanelerde yer alan resimler okuyucuya görsel bir şölen sunuyor.
Hep alıştığımız sade ve akıcı bir dil bizi karşılıyor. Okumaya başlayınca coşkun akan bir nehrin içine düşmüş gibi sürüklenip bir anda kıyıya vuruyorsunuz. Balık metaforunu kullanarak bir milletin z raporunu çıkarmak her babayiğidin harcı değil. Şu sözcük için Google’a bakayım dediğim bazı denizcilik terimleri mevcuttu ama akışa sekte vuracak kadar değildi. Her kitapta yeni bir şeyler öğrenmek en sevdiğim. Bu kitapta da siya yapmak, oltaların apikoda kalması ne demek bunları öğrendim. Benim gibi hayatında hiç balık tutmamış biri için belki de bana yabancı kelimelerdi.
Çok etkilenip geri döndüğüm yerler oldu elbet: “…Homeros için denizin rengi hep “şarap koyusu”dur.”…Belki Homeros’un dediği gibi onun yaşadığı günlerde deniz gerçekten şarap koyusuydu. Başka türlü nasıl açıklanır ki, ozanın deniz rengi tanımı? Açıklayabilen de yok zaten…”
“Totalitarizmin denetleyemediği tek belde: Rüya…” diyor usta kalem. Öyle mi gerçekten?
“Kedi, kuş, kaplumbağaya yeten yaşam sana niye yetmiyor? İnsan evladının hırs dolu tarihi kendisine, başka canlılara, çevreye zarar vermekle özetlenemez mi? Ama diyorsun, yaratmamak, yazmamak, müzik bestelememek, icatlarda bulunmamak, türümüze bahşedilen özelliklerini tepmek, insan beynine hakaret değil mi?…”
Ve son olarak Levent’te keçileriyle gezen çiftin hikâyesini dönüp baştan okudum. Gerçek mi kurgu mu karar veremedim. Tıpkı Márquez anlatıları gibi gerçek olabilecek kadar absürt kurgu olamayacak kadar gerçekçi bir hikâyeydi.
Kitapla ilgili en az sevdiğim sanırım sadece Boğaz ve balıklarıyla ilgili bir kitap beklerken konudan konuya atlayan bir anlatıyla karşılaşmam oldu. Ama yine de iyi ki okudum dedim. Bu kitabı seven Mostari ve Bir Köprü Bekçisinin Günlüğü’nü ve Yol Arkadaşım, Havaalanı Yazıları’nı da sever diyerek, sizi kitabın açılışını yapan şiirden ufak bir kısım ile baş başa bırakıyorum:
“…Fethedildim/ Yağmalandım/Nice donanma demir attı sularımda/ Gelen giden bayrak dikti topraklarıma/ Bayrağım yok/ Dinim yok/ Sadakat aramayın bende/ Biri gider, öteki gelir/ Ben kalırım”
edebiyathaber.net (10 Mart 2025)