
“Kalbimi dokunaklı gecelere yaslayarak geçtim
bütün zamanları. Sevgilim bunu görmüyor.
Görse, gözlerimdeki içine kapanık günleri görürdü.”
Hıdır Işık’ın bu dizeleri, gecenin içinden seslenen bir iç çekiş gibi. Bu ses, zamanın ağır yarasına karışarak geçmişten bugüne akıyor, soluk soluğa. Kalbini dokunaklı gecelere yaslayan bir özne, yalnızlığıyla bütün zamanları aşıyor böylece. Gece, insana kendi iç sesini en çok duyurduğu, anıların en keskin köşelerinden geçtiği o büyülü alanı sunuyor. Şair, aslında kendi varoluşunu değil, toplumsal bir hüznü de saklıyor bu dizelerinde. İnsan, bir aşkla incinirken, belki de çok daha büyük bir geçmişin ve tarihsel yükün izlerini taşıyor, kim bilir?
Dediğim gibi, Hıdır’ın dizelerinde öne çıkan hüzün, sadece bireysel bir kırgınlık değil. Bütün zamanları aşan bir duygunun anlatımı. “Sevgilim bunu görmüyor” diyen şairin sesi, sitem dolu. Görse, gözlerdeki içe kapanmış günleri, derinlere gömülü suskunlukları fark edecekti belki de. Ama görmüyor. Belki de görmek istemiyor. Modern çağın hastalığı bu değil mi zaten? İnsanlar birbirine yaklaşıyor gibi görünüyor, ama içlerinde derin bir boşluk var hep.
Tarih de bu akışa dahil. “Bütün zamanları geçmek” söylemi, sadece geçmişin ağırlığını değil, toplumsal bir geçmişin de bireyin dünyasında nasıl şekillendiğini gösteriyor. Hıdır Işık’ın dizeleri, bireysel acıları toplumsal belleğin derinliklerine bağlıyor. Türkiye’nin son yüzyılına baktığımızda, savaşlar, göçler, darbeler ve ekonomik kırılmalarla şekillenen bir tarih görüyoruz. Bir insanın yalnızlığı, aslında bir halkın yalnızlığına dönüşüyor. Kalbin gecelere yaslanması, bir kuşağın, bir toplumun içinde büyüttüğü sessiz bir çığlık haline geliyor. Hegel’in efendi-köle diyalektiği burada da kendini gösteriyor. İnsan, kendini başkalarının gözlerinde görmek istiyor ama sevgili bakmıyor. Görseydi, varlığına anlam yüklerdi belki. Ama anlam, günümüzde giderek harcanan, hızla tüketilen bir anlamsızlık(!) artık.
Kapitalizmin yarattığı hız çağında, derinlik kayboluyor. Mektupların yerini birkaç sözcüklük mesajlar alıyor, duygular hızla yaşanıp hızla unutuluyor. Her şeyin tüketildiği bir dünyada, aşk da bundan nasibini alıyor. Hıdır Işık’ın dizeleri, tam da bu modern yalnızlığı anlatıyor aslında. Bir çağın aynası, bir toplumun iç sesinin dışavurumu bu dizeler. Herkesin kendi “dokunaklı geceleri” var, ama bunu fark eden kaç kişi kaldı? Hıdır Işık, sözcüklerle bir zaman yolculuğuna çıkarırken, hepimize bir soru yöneltiyor: İnsan, gerçekten anlaşılabilir mi? Yoksa hepimiz, gecelere yasladığımız kalbimizle, görülmeyi bekleyen birer gölge miyiz?..
“Bu sabah ölsem, ölsem, kapalı gişe oynar şiirler
Ya da bakışı kelebek çocuklar salıncağını reddeder,
Çünkü en iyi tahlili köşe başındaki simitçi yapmıştır:
Adam aşk dolu bakışlarını uzattı, işsizliği uzattı…”
Hıdır Işık’ın bu dizeleri, modern dünyanın içine sıkışmış insanın sesini haykıran bir çığlık… Ölümün sahneye konduğu, aşkın işsizlikle kol kola gezdiği, sokakların akademilerden daha derin sözler söylediği bir gerçekliği anlatıyor. Sözlerinin arkasında, geçmişten bugüne süzülen bir kırılganlık, bir direniş, bir hesaplaşma var. Kendi zamanının ve toplumunun aynasına bakarken, gördüklerinin bulanıklığına şaşırmıyor şair. Çünkü en iyi tahlili, köşe başındaki simitçinin yaptığını biliyor. Ölmek üzerine düşünüyor belki. Ölmek, bir şair için ne anlama geliyor ki? Dizeleri, yaşarken yankısını bulamadığı kalabalıklarca ancak ölümle kutsanacaksa, varlığının kıymeti ölümünden sonra mı anlaşılacaktır? “Bu sabah ölsem, ölsem, kapalı gişe oynar şiirler…” diyor. Ölüm, edebiyat dünyasının kadim ironilerinden biri. Yaşarken duyulmayan ses, mezarın taşları arasından süzülerek mi değer kazanır? Trajedinin ticarileştirilmesi, duygunun gösteriye dönüşmesi, acının bile pazarlanabilir bir meta hâline gelmesi, zamanın ruhu.
Çocuklardan söz ediyor sonra: “Kelebek çocuklar salıncağını reddeder…” Çocukluk, umudun ve masumiyetin simgesi değil midir? Ama eğer salıncağı reddediyorlarsa, oyun oynamıyorlarsa, gökyüzüne gözlerini kaldırmıyorlarsa, bir şeyler çoktan kırılmış olmalı. Ekonomik çöküşlerin, savaşların, toplumsal yorgunluğun en sert darbeyi çocuklara vurduğu biliyoruz. Çocuklar ne zaman gülmeyi unutur ne zaman hafifliği sırtlarından atar, işte o zaman toplum gerçek anlamda çöküşe geçmiş demektir. Kelebek imgesi boşuna değil. Renkli ama kırılgan, uçucu ama kısacık ömürlü… Salıncağı reddeden çocuk, yalnızca bir çocuk değil; kuşakların umutsuzluğu, hayallerin unutuluşu, geleceğin bilinmez bir girdaba dönüşmesi…
Ve sokak… Bilginin yalnızca büyük kütüphanelerde saklı olmadığını söyleyen o isyan. Akademilerin, entelektüel çevrelerin, köşe yazarlarının yapamadığı analizleri yapan simitçi. “Çünkü en iyi tahlili köşe başındaki simitçi yapmıştır…” En iyi bilenin, en çok görenin, en ağır yükü taşıyanın sesi genellikle duyulmaz. Ama o bilir. Krizin soluğunu önce simit satan hisseder, çünkü kuruş hesabı yaparak geçen günlerinde ekonominin kalp atışlarını takip etmek zorunda… Halkın içinden çıkan bu gözlem, Gramsci’nin “organik entelektüel” kavramıyla yüzleşir sonunda. Akademik unvanları, gösterişli söylemleri yoktur belki, ama gerçekliği en çıplak hâliyle görme yetisine sahiptir o simitçi.
Aşk, duyguların özgürce gezindiği bir bahçe olmaktan çıktı: “Adam aşk dolu bakışlarını uzattı, işsizliği uzattı…” İşsizlik, aşkın bile üzerini örtüyor artık. Aşk, kaygılarla yan yana duruyor. Ekonomik sıkıntılar, duyguların önüne geçiyor, gelecek kaygısı sevinçlerin içini boşaltıyor. İşsizlik, bir ülkenin istatistiklerinde soğuk bir veri olabilir ama bir insanın yaşamında, gözlerinin içindeki ışığı söndüren en büyük karanlık… Aşk, yarının belirsizliğiyle harmanlanmış bir ağırlık…
Hıdır Işık, insanın yalnızlığını ve çaresizliğini anlatırken, aynı zamanda sistemin dayattığı gerçekliğin keskin bir fotoğrafını da çekiyor. Kapitalizmin bireyi nasıl sıkıştırdığını, duyguların bile ekonomik şartlarla belirlenir hâle geldiğini anlatıyor. Ölümün bir sahneye, aşkın bir kaygıya, çocukların bir kırılmaya dönüştüğü bu dünya, bütün acıların ve isyanın iç içe geçtiği bir söyleme dönüşüyor. Dizeler, yalnızca şairin iç dünyasını değil, toplumsal bir çöküşün de izleriyle anlamlaşıyor. Çünkü aslında hepimiz, bir noktada, bu dizelerin içinde bir yerde duruyoruz.
“şimdi kör bir bıçağa bakıyorum
herkes kabahatini örtüyor yüzümde
öyle işte, korkunç bir bayağılık…”
Şimdi kör bir bıçağa bakıyoruz. Bir zamanlar keskin olduğu belli, bir şeyi kesip ayırması, bir gerçeği açığa çıkarması gerekirken işlevsiz bir ağırlığa dönüşmüş. Pas tutmuş, kullanılmaktan değil, unutulmaktan körelmiş. Hıdır Işık’ın dizeleri gelip oturuyor belleğe: “şimdi kör bir bıçağa bakıyorum / herkes kabahatini örtüyor yüzümde…” Kör bir bıçak, keskinliğini yitirmiş bir gerçek gibi. Adalet gibi, vicdan gibi, söz gibi… Kesemez, yaralayamaz, bir kesinlik sunamaz. Yalnızca orada durur, belki bir gün bilenir umuduyla bekler. Ama neyi keseceğini, hangi anlamın üzerine ineceğini bile unutmuş gibidir. Ona bakıldıkça, bir şeyleri değiştirme gücünü kaybetmenin ağırlığı çöker insanın üzerine. Gözler kaçırılır, yüzler saklanır, ama nereye dönülse aynı sessizlik karşılar insanı.
“Herkes kabahatini örtüyor…” bir yüzün üzerinde. Kendine ait hiçbir şey taşımayan, başkalarının günahlarını, eksikliklerini, yanlışlarını saklamak için kullanılan bir yüz… Suçlar bireysel olmaktan çıkıp, topluca örtülen lekeler hâline gelmiştir artık. Hiç kimse hatasını üstlenmek istemez, herkes başka birine devretmenin bir yolunu bulur. Ve en sonunda, suçsuz görünen ama aslında hiçbir şeyin sorumluluğunu taşımayan yüzler çoğalır. İnsan aynaya baktığında kendi gerçekliğini değil, başkalarının ona bıraktığı izleri görmeye başlar. Yüz bir perdeye dönüşür, yansıttığı şeyin kime ait olduğunu bile anlamak imkânsız hâle gelir. Suçlar paylaşıldıkça görünmez olur, kabahatler başkalarının yüzlerinde silinir.
“Öyle işte, korkunç bir bayağılık…” bu. Belki de en büyük felaket, kötülüğün sıradanlaşmasıdır. Artık kimse şaşırmıyor, kimse sorgulamıyor, kimse tepki göstermiyor. Adaletsizlikler haber olmaktan çıkar, yalanlar doğrular kadar olağan hale gelir. Kör bir bıçak kadar işlevsizleşmiştir vicdanlar, haksızlığa keskin bir karşılık veremez. Suçlar alışıldıkça, olan biten her şey bir tür olağan görünüme dönüşür. İnsan gözlerini kapatır, kulaklarını tıkar, ağızlarını mühürler. Ne söylenecek söz kalır, ne itiraz edecek yürek.
Hıdır Işık’ın dizeleri, kaybolan bir keskinliği anımsatıyor aslında. Körleşmiş bıçakların, unutulmuş doğruların, başkalarının yüzüne sürülen suçların arasında, belki de en acı olan, kimsenin artık bunları fark etmiyor oluşu. Ama bir bıçak ne kadar körleşirse körleşsin, bir gün bilemeyecek kadar unutulmuş sayılmaz. Yüzler ne kadar suçları gizlemek için kullanılsa da, bir gün gerçek kendini gösterir. Belki önce aynaya bakmak gerek. Kendi yüzüne, başkasının değil.
“İnsan işte, tüm güzel şeyler gibi eksik bilgi”
İşte insan, Hıdır Işık’ın dediği gibi, tüm güzel şeyler gibi eksik bilgi! Ne güzel bir eksiklik bu! Ne tamamlanmaz bir çaba! Hiçbir zaman tamamlanamayan bir anlam kırıntısı, yarım kalmış bir cümle, değil mi zaten insan dediğimiz? Ne kadar bilirse bilsin, hep bir boşluk kalır içinde. Hep bir eksiklik duyar. Tamamlamak değil aslında öğrenmek. Bir eksikliği, başka bir eksiklikle örtmekten ibaret bilgi dediğimiz… Ve ne garip bir bağ var eksiklik ile güzellik arasında.
Öğretildiği gibi değil aslında her şey. Güzel olanın tam olması gerektiğini sandık hep. Kusursuz bir form, mükemmel bir bütünlük, estetiğin değişmez yasaları… Oysa eksiklik olmasa, güzellik de olmazdı! Aynı zamanda hareketsizdir kusursuz olan. Bitmiş, donmuş, artık dokunulmaz bir şey! Ama eksik olan, arayışta hep. Tamamlanmaya çalışırken güzelleşir eksik olan. Leonardo da Vinci’nin dediği gibi, sanat asla tamamlanmaz, yalnızca terk edilir. Öyle değil mi insan da? Yarım bırakılmış bir bilgi, sürekli eksik kalan bir anlam, terk edilmekten başka çaresi olmayan bir çaba…
Yine de bilmek istiyor insan. Tamamlanamayacağını bile bile öğrenmek istiyor bütün eksikliğine rağmen. Belki de asıl anlam burada gizli. Gerçeğe ulaşamayacağını bilerek gerçeğin peşinde koşuyor bir ömür. Kendini aşan bir proje olarak görüyor Sartre’ın dediği gibi. Ama her aşmada, başka bir eksiklikle yüzleşiyor insan. O yüzden biraz daha eksik hissettiriyor her yeni bilgi. Açtığı kapı, başka bir bilginin eksikliğini gösteriyor her öğrendiği. Bilmek, daha çok eksik hissetmek demek aslında.
Ve tam da bu doğası insanın: Eksikliğiyle var olmak! Çünkü hareket etmez, tam olan. Aramaz, sormaz, bilmek istemez. Diri tutan şey insanı, eksikliktir. Bilgiye aç olmamızı sağlayan da o zaten… Sonsuza kadar tamamlanamayacak olmamızdır belki de bizi insan yapan. Çünkü mükemmel olan, değişmez artık. Ve değişmeyen, yaşamaz.
Eksik bilgidir insan! O yüzden hâlâ bir şeyler arar. Hep yolda o yüzden. Ve Hıdır Işık’ın dediği gibi, tüm güzel şeyler gibi, asla tamamlanamayacak!
edebiyathaber.net (10 Mart 2025)