Fanzin: Kumdan kale | Zeynep Duran

Ocak 12, 1980

Fanzin: Kumdan kale | Zeynep Duran

fatossenoglu_KUMSALGöbeğini iyice içine çekti oturduğu yerde. Şortunun belini yukarı kaldırdı. Sanki tüm bunları ilk kez deniyormuş ve çaresizliğiyle ilk kez burun buruna geliyormuş gibi sıkıntıyla yüzünü buruşturdu. Şimdi bu saatte denize girmek vardı ama… Bir yandan oflayıp puflarken bir yandan gözleriyle sağı solu kolaçan ediyordu. Gözleri biraz uzaktaki bir şemsiyenin altındakileri seçmeye çalışırken, hemen yanında güneşlenen karısının, kafasını kendisine çevirmiş, yattığı yerde boynunu hafif kaldırmış, bir elini gözlerine siper etmiş halde meraklı bir ifadeyle kendisine baktığını fark etti:

– Kamil ne yapıyorsun Allah aşkına? Geldiğimizden beri yerinde duramıyorsun. Ne oluyor?

– Ne olacak yahu. Ben sana dedim bu sene daha geç bir döneme yazılalım diye. Tadım yok işte.

Kamil, öfke ve sıkıntıyla verdi soluğunu. Üzerinde oturduğu deniz havlusunu kenarlarından düzeltti; kumlardan, ufak taşlardan temizledi. Kütüphaneden ödünç aldığı ve bu kez iade etmeden tamamını okuyacağına inandığı romanı eline aldı. Önce arka sayfada yazılanları, sonra ilk bölümün üç sayfasını okudu. Gözleri ağırlaşmaya başlayınca kitabı kapattı. Kendini, üzerinde yunus balıklarının uçuştuğu mavi havluya, kitabı da göbeğinin üzerine bırakıp gözlerini kapadığında, hemen yanında güneşlenen karısının “ohh be, sonunda” dediğini duydu.

Karısı şimdi muhtemelen, yattığı yerden dirsekleri üzerinde doğrulmuş, önce denizde oynayan çocuklarını kontrol etmiş, sonra da kafasını çevirmiş, ona bakıyordu. Hep böyle yapardı. Kocasında sezdiği herhangi bir şeyi anlamlandırabilmek için uzun uzun seyrederdi onu. Düşünürdü. Sonunda da gülümseyerek yarıda bıraktığı işine geri dönerdi. Kamil’i sinirlendirirdi bu bakışlar, bu suskun tavırlar ve en çok da bir yere varıyormuş gibi görünen ama varmayan düşünce zincirleri. “Sanki çok tanıyormuş gibi beni”, demişti bir keresinde yakın bir arkadaşına karısından bahsederken, sonra yarım bırakmış, tamamlamamıştı sözünü.

Oysa Kamil’in, kendisini karısına açmak gibi bir niyeti hiç olmamıştı. Kamil, babasının borç harç okuttuğu okulunu bitirip devlet dairesindeki işine girdikten üç ay sonra, ailelerinin aracılığıyla tanışıp dört ay içinde nişanlanmış, tanışmalarının altıncı ayında evlenmişlerdi. Kamil, müstakbel karısının memleketten bir ailenin kızı olmasını isterdi. Ona yabancısı olmadığı yemekler yapsın, yabancısı olmadığı yerlerden, insanlardan söz etsinler diye. Çalışmasına sıcak bakmazdı. Evine daha fazla vakit ayırabilsin diye. Ama en çok, “kendisini taşıyabilecek” bir kadın olması gerektiğine inanırdı. Bu yüzden, Kamil’lerin yan köylerinden orta halli bir ailenin kızı olan Eğitim Fakültesi son sınıf öğrencisi Ayşen’le tanıştığında tereddüt etmedi. Zaman geçip evliliğin ve çocukların ne kadar masraflı bir şey olduğunu, taksitlerin ise hiç bitmeyeceğini anlayınca da karısının öğretmenlik yapmasına itiraz etmedi.

Güneş, dağların arkasına saklanmak için yavaş yavaş emekliyor, yakıcılığını git gide bırakıyordu. Gözler kapalı olduğunda, güneşin göz kapaklarında çizdiği resimler ne ilginçti. Kamil’in gözlerinde uçsuz bucaksız turkuaz mavisi bir kumsal belirdi. Ah bir yaz da oraya, o adaya gidebilseydi! Yıllardır geldikleri bu devlet kampının rüzgârlı denizinden, bu tanıdık ailelerden, kampın uyduruk yataklarından, kahvaltılarda verdikleri ve yiyemediklerini peçeteye sararak odalarına getirdikleri küçük plastik kaplardaki reçellerden, tereyağından farklı bir şeyler olsa gerekti oralarda.

“Başka bir hayatım olur muydu acaba?” diye düşündü. Daha geç evlenseydi, hemen çocuk yapmasalardı, yurt dışına gitmeyi deneseydi? Neden sanki çakılıp kalmıştı ki yıllardır aynı dairede? Birden dairenin koyu renkli masaları, koltukları, siyah klasörleri belirdi gözünün önünde. Çay kaşığının bardakta çıkardığı çın çın ses, kahve kokusuna, anlaşılmaz uğultulara karıştı. Kamil istemsizce başını silkip gözlerini açtı. Doğruldu, çocuklara göz attı. Çocuklar denizden çıkmış, ellerinde kürek ve kovalarla Mehmet Beylerin çocuklarıyla beraber kumdan kale yapıyorlardı. Kamil renkli kovaları, çocukların şen tavırlarını görünce rahatladı. Tekrar denize girme isteğiyle doldu. Etrafa bakındı. Göbeğini içeri çekti. Hızlıca ayağa kalkıp koşar adım denize girdi.

Üzerinden sular damlar halde denizden çıktığında çocuklar hala kumlarla oynuyor, Ayşen de yanlarına gelmiş, onlara yardım ediyordu. Kamil hızlıca eşyalarının durduğu şemsiyeye doğru yürüyüp havlusuna sarındı. Yüzü deniz kıyısına dönük oturmaya hazırlanıyordu ki arkasından gelen bir sesle doğruldu:

– Merhaba Kamil Bey! Su nasıl?

– Ah merhaba, merhaba Handan Hanım. Su çok güzel, hele bu saatte.

– Evet sabahları rüzgarlı oluyor burası. Ama biz yine de seviyoruz burayı, çocuklar için de rahat hem, kaç yazdır geliyoruz. Ah sizi tanıştırayım.

Handan Hanım bir adım gerisinde duran eşine dönüp, “Canım bu Kamil Bey, bahsetmiştim ya sana hani, daireden. Bu yaz aynı döneme denk geldik.” dedi.

Kamil çok memnun olmuştu. Kendisinin eşi ve çocukları da hemen arkadaydı, deniz kenarında kumdan kaleler yapıyorlardı, başlarını çevirseler görebilirlerdi. Evet, hemen her yaz geliyorlardı, bu bütçeyle başka bir tatilin hayalini kurmak pek akıllıca değildi. Handan Hanımla da kaç yıldır aynı yerde çalışıyorlardı ama eşiyle tanışma fırsatı hiç olmamıştı.

Ayrılırlarken Handan Hanım’ın gözü yerdeki kitaba takılınca, “Aa Kamil Bey, en sevdiğim kitap, bir çırpıda okumuştum valla” deyiverdi. Kamil, gülümseyerek, “yeni başladım ama ben de çok sevdim” diye yanıtladı. Uzun boylu, yapılı, yakışıklı denebilecek Cemil’in ve her zaman alımlı Handan Hanım’ın arkalarından bakarken, içeri çekmekten yorulduğu göbeğini serbest bırakıyordu. Kocaman göbeği bir yana, üzerinden damlayan sular, ıslak saçlar ve beline dolanmış yunuslu mavi havlusuyla yakalanmıştı işte Handan Hanıma. Neyse ki Handan Hanımın kitabı gördüğü iyi olmuştu.

Kamil birden içinin daraldığını hissetti. Köydeki anne babasının o eski evlerine her gittiğinde içine dolan kasvet çökmüştü üzerine. Derin nefes aldı. Yere oturdu. Bu arada Ayşen ve çocuklar kumdan kaleyi bitirmiş, heyecanla kendisine sesleniyor, el sallıyorlardı. Kamil onları fark edince, “çok güzel olmuş” diye bağırdı. Ayağa kalkıp yanlarına doğru yürürken, “alt tarafı kumdan kale işte” diye mırıldanıyordu, “kumdan kale…”

Zeynep Duran – edebiyathaber.net (6 Kasım 2014)

Yorum yapın