Ercan y Yılmaz: “Vicdanı yazarlığın edimi olarak değil insanlığın vasfı olarak görme tarafındayım.”

Eylül 19, 2022

Ercan y Yılmaz: “Vicdanı yazarlığın edimi olarak değil insanlığın vasfı olarak görme tarafındayım.”

Söyleşi: İrem Uzunhasanoğlu

Yazar Ercan y Yılmaz’la edebiyat hayatı, romanları, yazın dili üzerine 2017’de yayımlanan söyleşi; okurlarımız için yeniden gözden geçirildi. Yazarın iki romanı üzerinden gelişen söyleşi, yeni sorular eklenerek daha kapsamlı hâle getirildi. 

Sevgili Ercan y Yılmaz, aslında bu bizim seninle seneler önce O Öyle Olmadı romanın ilk kez okuruna kavuştuğunda gerçekleştirdiğimiz bir röportaj. Yayımladığımız dijital mecra ne yazık ki artık yok, benim de gönlüm bu röportajın kaybolmasına el vermediği için arşivlerden bulup bu röportajı yeniden günışığına çıkarmak istedim. Gözden geçirdim ve en son romanınla ilgili sorularımı da ekledim. Öncelikle yeni yayınevin, yeni romanın Altı Üstü İstanbul ve de yeni kapaklarıyla yeniden yayımlanan kitapların hayırlı olsun. Taze bir soruyla başlamak isterim. O Öyle Olmadı’dan Altı Üstü İstanbul’a kadar yazın hayatında neler değişti? Nasıl bir edebiyat yolculuğu yaptı Ercan y Yılmaz? 

İyi dileklerin için teşekkür ederim sevgili İrem. O Öyle Olmadı’ya dair sorularını 2017’de Pisa’da yanıtlamıştım. (Not: 1, 2, 3 ve 12. sorular yeni eklendi, diğerleriyse gözden geçirildi.) Roman yenice çıkmıştı ve tabii ki çok heyecanlıydım. Öyle ki Pisa turumu hemencecik tamamlayıp bir kafeye koşup sorularını yanıtlamıştım. O heyecanın benzerini (belki bir tık da fazlasını) Altı Üstü İstanbul’un yayımlanışında yaşadım. O heyecanıma tanık ve ortak olan dostlarımdan birisin. O Öyle Olmadı’dan sonra Altı Üstü İstanbul’da da asıl yapmak istediğim tek şeyin roman yazmak olduğunu anladım. Netleştim diyebilirim. Sahir de var tabii. Yalnız Sahir’de bir yanım hâlâ öykücüydü ki öykülerle ilerleyen bir roman ortaya çıktı. Bazen bu tür itiraflar iyi geliyor. O günden bugüne edebiyat yolculuğumun önemli bir kısmında süreli yayınlar var. O Öyle Olmadı’yı ilk konuştuğumuzda Öykü Gazetesi’ni şimdi ise KE Dergisi’nin yayıma hazırlıyorum. Birilerinin bu işi de yapası gerekiyor. Şimdi sırtlayabildiğim bir iş, sonra elbette bu yükü başkaları devralacak. 

Altı Üstü İstanbul deneysel tekniğiyle hayli ilgi topladı. Bize biraz son romanındaki bu özgün fikri nasıl bulduğundan ve nelerden etkilendiğini anlatmak ister misin?

Üç katmanlı, üç zamanlı ve üç anlatıcılı bir metne karar verir vermez bir arayışa çıktım. Anlatıyı nasıl vereceğimi uzun zaman düşündüm. Sahir ve O Öyle Olmadı romanlarından kaynaklı idmanlıydım. Onlarda da çoklu bir anlatım var. Ama bu kez üç anlatıcı, üç bakış romanın geneline hâkim olacaktı. Denemeler yaptım. Birkaç defa baştan almak zorunda kaldım. Uzun süre çekmecede tuttum. Romanın katmanlarından biri “göz” kavramı olunca oradan bir çözüm geldi. Bölüm başlarına koyacağım sembollerle yürümeye karar verdim. Yani şunlar… İki gözü açık: “0 0”, Sol açık, sağ kapalı: “0 –”, İki gözü kapalı: “– –” ve İstanbul: “:” Bazı bölümler iki sütun şeklinde ilerledi. Bunlar anlatım konusunda bana yeni kapılar açtı, imkanları çeşitlendirdi. Altı Üstü İstanbul’da böyle oldu. O Öyle Olmadı’da da benzer bir süreç yaşadım. Romanın ilk hâli 2009’da bitmişti. Hatta yayın girişimi bile oldu. İçime sinmediği için yayımdan çektim. Romanı tekrar masaya aldım. 2017’de yayımlandı. O yedi yıl boyunca “bu hikâyeyi nasıl daha iyi anlatırım” sorusu üzerine düşündüm. Şimdi ise masamda 2016’dan beri sürdürdüğüm bir roman var. Merkezinde ise “taş” oturuyor. Onun nasıl bir seyir alacağını merak ediyorum.

Özellikle Altı Üstü İstanbul’da şehre nüfuz edip, dertlerine ortak oluyorsun. Şehir ve anlatı arasındaki bağı nasıl kurdun? 

Şehrin derdini mukimleri iyi anlatır. Ben burada mukimim. Birkaç metre ötemdeki Aydos’un, Kuzey Ormanları’nın katlini görüyorum; Gezi Parkı’ndaki ağaçların katledildiğini de gördüm. Oradaydım. Denizler doldurulurken de havaalanını kuşların göç yoluna yaparlarken de buradaydım. Gördüm. 

Haftada birkaç yürürdüm Aydos’u ama birkaç uzun yürüyüşüm oldu, diğerlerin farklı. Beş-altı saat süren bu yürüyüşlerde yeni bitkiler ve böcekler tanıdım. Doğadan ne denli koptuğumu o zaman anladım. Çocukken telisimi sırtıma atıp dere tepe ot toplayan biriydim. Doğadan bu kadar uzaklaşmak ağrıma gitti. Altı Üstü İstanbul romanı beni doğayla barıştırdı. Bitkilerin ismini öğrenmeliyim, çiçek deyip geçemem, böcek deyip geçmek yok, hepsinin ayrı bir adı ve kişiliği var! Böylelikle şehri tüm mukimleriyle tekrar tanıdım. Bu kadar “görmek”ten sonra da oturup anlattım.

Ercan y Yılmaz dille ilişkisini nasıl kuruyor? Dil, üslup ve teknik arasında nasıl bir denge gözetiyor? 

Dille olan ilişkimin temelinde, dili araç olarak görmemem, var. Özellikle okullarda edebiyat sevdirilmeden, dilin bu şekilde tanımlanmasını yanlış buluyorum. Hepimizin bildiği tanım işte. Dil, insanlarda anlaşmayı sağlayan bir araçtır. Teknik bir tanım diyebilirsiniz ama ben o kadar da basit görmüyorum. Eksik ve erken bir önermedir. Öğrenci çok çok şanslı değilse şiirini bulmamıştır, hikâyesini tatmamıştır, romandan haberi yoktur henüz. Ama bunların ruhu olan yapıyı (dili) kesin bir şekilde tanımlayarak türlerin yönünün iletişime dönük olduğunu kabul ettirir. 

O Öyle Olmadı 2004’te Kars’ta üniversite öğrencisiyken ilk bölümünü yazdığım bir roman. İlk kez kitap oylumunda bittiği tarih ise 2009. Nihayetinde 2017’de yayınladı. Yazı, tekrar yazı ve yayın süreci çok uzun sürdüğü için dikkatli çalışmalıydım. Yazma süresi olan on üç yılda dile, dünyaya, kendime, varlığa, doğaya bakışım değişmişti. Bundan sebep romanı tekrar tekrar yazdım. Öyle ki romanın çoğu ezberimdeydi ve ezberimde eski ve yeni edisyonları birbiriyle çakışıyordu. Bir türlü bitiremiyordum. Zorlanıyordum, çünkü çapraşık bir kurguyla vermek istemiyordum hikâyeyi. Belli noktalarında kesişen hikâyeleri birlikte çapraşık kurgu olmadan verme yolunu çok düşündüm. Sonunda bir çare bulduğumda romanı son kez tekrar yazdım. İki ayrı novella şeklinde çalıştım. Mektupları, Meçhul’le tanışma faslını sayfa altında verdim. Öyle oldu… 2017’de kitaba dönüştü. 

O Öyle Olmadı romanının başlarında sığ bir suya ayaklarımızı sokuyormuşuz gibi Bünyamin’in çocukluğunu okuyoruz, tüm bu sıcaklık ve hoşluk bizi gülümsetirken birden sığ sular derinleşiyor ve sonunda öyle bir yer geliyor ki artık boy veremiyoruz. Yakın tarihimiz ve siyasi gerçekler yüzümüze bir tokat gibi iniyor. Yazarın toplumsal meselelere değinme noktasındaki önemi hakkında ne düşünüyorsunuz? Edebiyat, siyaset ve okur üçgeninde yazarın yeri ne olmalıdır? Yaşanmış ve üzeri örtülmüş olayların gün ışığına çıkarılıp halka aktarılması konusunda ne düşünüyorsunuz?

Eğer her şey çocukluktaki kadar masum kalabilseydi, öyle sürdürülebilseydi Bünyamin’in çocukluğunun anlatıldığı eğlenceli dil tüm ömre/romana yayılırdı. Maalesef ki o öyle olmadı ve çocuk birden büyütüldü. Doğu’da çocuklar birden büyür. Yaşadığı bir an, ona seneler atlatır. Bünyamin, doğduğu gün, köyüne Kenan Evren, Tahsin Şahinkaya’nın geldiğini öğrendikten sonra hikâye aynı şekilde devam edemezdi. Ya da romanın diğer tarafında Asaf Duman’ın tanık olduğu infazlardan sonra Asaf aynı Asaf kalamazdı. Kahramandaki keskin değişim o noktada romanın dilini de etkiledi.

Yazarın yeri ve önemi hakkında söz söylemek beni aşar. Had ve hududumu aşmadan umarım bir iki kelâm edebilirim. Halka aktarılması gereken gerçekler konusunda hepimizin sorumluluğu vardır. Bu hususta birinci yükümlü yazarlarmış gibi düşünülüyorsa bence bu doğru değil. Yazar burada bir öğe sadece ve bu öğenin birden çok hem birbirinden farklı bileşenleri vardır. Bireyin kaleminin temizliği vicdanın paklığıyla hep doğru orantılı değil ayrıca. Bayılarak okuduğumuz yazarlardan faşist hatta Nazi yanlısı olanlar yok mu? Türkiye’deki katliamları alkışlayan yazarlar yok mu? Dersim, Sivas, Maraş, Cizre, Sur katliamlarında katillerin yanında yer alan yazarlar yok mu? Nefret suçlarına bulaşmışlar ya da bu suçları övenler yok mu? Sırf biraz daha kazanmak için kalemini kiraya veren yazarlar yok mu? Ne diyeceğiz, onlar yazar değil mi, diyeceğiz. Tabii yazarlar. Burada vicdanla bir ayrışma var. Demek doğru tanım vicdan. Bunun edebiyatla yazarlıkla ilgisi yok. Toplumsal konularda duyarlılık geliştirip çaba sarf eden vicdanlı yazarlar var tabii. Hep olacaktır da. Ki onlar başka bir mesleğin erbabı olsalardı da durum değişmezdi. Toplumsal duyarlılığı, vicdanı yazarlığın edimi olarak değil insanlığın vasfı olarak görme tarafındayım. Böyle olunca bunu bir göreviymiş gibi kabul edip yazarı töhmet altında bırakma durumundan uzaklaşırız. Bu manada töhmet eylemlere selfie için, konum bildirimi için gidenleri, “ben buradayım sevgili takipçilerim” demek için gidenleri arttırmaktan başka bir şeye yaramaz. Toplumsal olaylara duyarlılık, haksızlığa hukuksuzluğa tepki, birilerinin şovuyla iç içe geçer. Sosyal medyada kadın hakları konusunda aforizma üretip evdeki kadına dünyayı dar eden ikiyüzlü insanlar yaratmaktan başka bir işe yaramaz bu töhmet. Solculuk kasıp ırkçı yaşayanlar da bu töhmetin ürünü. Gezi’de hakaretlere tehditlere maruz kalanlar, maalesef gözlerini, hayatlarını kaybedenler vardı. Direniş ve saldırılar sürerken birilerinin aklına orada “duyarlılık” ve destek adına “imza günü” tertiplemek geldi. Belki burada asıl eleştirilmesi gereken yazarın görevi konusundaki algımızdır. Haddimi aştım galiba. İki güzel kare. İlki; ağzınca beyaz bez maske, elinde bir parça limonla Gezi’de Leyla Erbil. İkincisi 90’lı yaşlarında Vedat Türkali tekerlekli sandalyede, dizlerinde battaniye, elinde Hrant Dink için bir döviz. Vicdanın yeri, tam da bu.

O Öyle Olmadı ağrısı, sancısı, sızısı olan bir metin. Kitap Kürt-Türk meseleleri, kır-kent sorunları, siyasi darbe, askeri şiddet, yok edilmiş ve unutulmuş köyler, mecburi göçler ve sulh meselesini uzun uzun irdeliyor. Bu romanı yazarken nasıl bir araştırma süreci yaşadın, bireysel ve kolektif hafızanın yardımı oldu mu? Bu romanı yazdıran tetikleyici unsurlar neler oldu? 

O Öyle Olmadı romanının sahasını çalışırken gazete arşivlerinden çok faydalandım. Bu bazen kara ciltlerden oluşan devasa arşiv odaları bazen de gazetelerin internet arşivleri oldu. Özellikle romanda belirgin yeri olan Bünyamin’in doğduğu güne, Asaf’ın askere götürüldüğü güne, Sophia’nın ülkeye geldiği güne birçok kaynaktan baktım. Hem yerel hem de ulusal gazetelerden yaptığım araştırma bitince dönem tanıklıklarına da başvurdum. Tabii bu araştırmalar romanın altyapısı için gerekliydi. Ki not düşmekte fayda var, bu tarihî bir roman değildi, kurmacaydı. Ama keskin ve kısa gerçek bir tarafı da vardı. Bu yaşanmışlıkla incinen insanların kederine hürmetle “gerçeği” dikkatli çalışmak zorundaydım.

Romanı bana yazdıran unsurlar, roman ilerledikçe değişti. Ama başladığım günü hatırlıyorum. Üniversite öğrencisiyim, Kars’ta mezarlığın önünden hızla geçiyorum, bir mezar görüyorum. Üzerinde adım soyadım var. Okuyorum. Kilitleniyorum. Adım atamıyorum. Biri “pause” tuşuma basmış gibi. Kendime gelmem ne kadar sürüyor hatırlamıyorum. Eve varıyorum. Ve ilk cümleyi yazıyorum. “Şimdi tutup da mezarın anne karnına benzemediğini söylemeyin!” Hiç değişmedi. Belki de bunu bana yazdıran şey, ölümdür. Roman o mezardan doğdu.

O Öyle Olmadı romanının bir diğer önemli meselesi de işini hakkıyla, onuruyla yapan gazetecilerin yargılanarak mahkûm edilmeleri. Bir de romanında cinayete kurban gitmiş gazetecileri selamlıyorsun. Bunu ben de son romanım Evvel Bahar da yaptım ve Uğur Mumcu’ya, Taner Kışlalı’ya bir selam verdim. Bu konu hakkında da görüşlerini almak isterim.

Yalnız bir selamlama değil bu, önlerinde saygıyla eğilmektir. Romanın gazeteciye dönüşecek kahramanı Asaf Duman’ı onların hamuruyla yoğurdum. Sadece sevgiliyi öpmek için boynunu büken gazeteciler. Sadece bir çocuğa sarılmak için eğilen gazeteciler. Boynunun hamuru betonla karılmış gazetecilerimiz olmasa şimdi karanlık tarafa tüm ülkeyi kaptırmıştık. Ülkede hâlâ nefes alınacak gökyüzü kalmışsa onların emeğindendir. Onun için iktidarın hedef tahtasında en çok gazeteci isimleri olur. İsmi sıklıkla “onur”la anılan bir meslekten söz ediyoruz. Başka söze hacet yok.

O Öyle Olmadı romanının giriş cümlesindeki mezar ve anne karnı gibi Freudiyen imgelerden yola çıkarak ve de Asaf’ın annesizliğine dem vurarak soruyorum. Anne arayışı ve anne özlemi Asaf için (ve bizler için) ne anlam ifade ediyor? Anne karnı ve mezar hangi bağlamda birbirine benzer? 

Anne arayışı Asaf’ın kendini bulma arayışıdır. Annesiz doğduğuna inandırılmış bir çocuk; kimliğinde, “Anne adı” hanesindeki eğri çizgiyi yetişkinliğine kadar taşıyan Asaf, bir rüyadan başlayarak annesini bulma arayışına başlar. “Annesizlik” durumu bir süre sonra onu kendi yaradılışını, kendi varlığını sorgulamaya götürür. Şüpheyle cebelleşir. Bir işaretle arayışa başlar. Olmadığına inandırıldığı bir şeyi arar. Bulsa varlığı tamamlanacak. 

Romanın ilk cümlesinin geldiği yeri yukarıda anlattım. Mezar o günden beri bende anne (adayı) karnıdır. İçinde yaşadığımız kültürün mezar şekli, şişkincedir. Şeklen de bir benzerlik söz konusu. Rüya, anne, çocuk, gebe, mezar kavramları belki bizi Freud’a götürebilir. Benim pek hâkim olmadığım konular. Onun için Freudyen bakışı sevip sevmediğim konusunda da net bir şey söyleyemem.

“Bu dağlarda insan insanı vurdu. Bu dağlarda ot yeşermezse kandan yeşermez artık. Bu dağlarda kuş uçmazsa ihanetten uçmaz artık. Bu dağlarda ceylan sekmezse su bulandığından sekmez artık. Bu dağlarda kuzu melemezse memeyi kaybettiğinden melemez artık. Bu dağlar rahat görmedi. On yıldır görmedi. Yüz yıldır görmedi. Bin yıldır görmedi.” O Öyle Olmadı romanındaki Meçhul Dayı bu topraklarda barış olmadığını göstermek için evini yıktı. Peki, bizler barışa nasıl katkıda bulunuyoruz? Bulunuyor muyuz yoksa tüm bu acılara alışıyor muyuz? 

Artık sorulduğunda, “iyiyim” demeye utanır bir hâle geldik. Yıllarca bu ülkenin bir kısmı zaten böyleydi ama şimdi ne yazık ki tamamına yayıldı. “Daha yaşıyoruz”, “Nasıl olalım”, “Memleket hâlleri işte” gibi gibi geçiştirebiliyoruz sadece. Net bir şey var, artık hiç kimse iyi değil. Ülkenin bu hâllerinin müsebbibi olan iktidar da muhalefet de iyi değil. Gözlerden bunu anlayabiliyoruz. Korku ve tedirginlik. Barış için katkımızın yeterli olduğunu söyleyemem. Zaten yeterli olsa barış sağlanmış olurdu. Hep diyorum, yineleyeyim; illa güneş doğacak! Bizim görüp görmeyeceğimiz önemli değil ama çocuklar var, sırf onlar için tez doğmalı.

O Öyle Olmadı romanında kavuşamamak, özlem ve aşk teması da hayli baskın. Özellikle Meçhul’ün Sophia’ya yazdığı mektuplar çok etkileyici. Böylece Ercan y Yılmaz bir aşk romanı da yazabileceğini okura kanıtladı. Bunca meselenin arasına bir de aşk hikâyesi düşürmek neden? Her yazar aşkı anlatmalı mı?

Ben doğal olanı, aşkı anlatmak istiyordum ama içine insanın icadı olan acı meseleler girdi. Bir de bunca meselenin içinde en çok ihtiyaç duyduğumuz şeyin aşk olduğu düşündüğüm için olabilir. Çok romantik bir söylem mi oldu. Ama nedeni bu! Mektuplara gelince… Bazı okurlardan ilk ikisini okuduktan sonra sabırsızlanıp sayfa aralarındaki mektupları art arda okuduklarının itirafı geldi. Onlar için bir mektubu tamamlayıp yayınladım. (Söz konusu mektup, romanın İthaki baskısında yer alıyor.)

O Öyle Olmadı’nın anlatım tekniğine dönmek istiyorum. Bir tür meta-kurmaca yaparak romana kendini de yerleştirmen bana Don Quixote’yi anımsattı. Anlatıcılarının değişmesi ve bizim bir kamerayla kısıtlı kalmamamızı çok başarılı buldum. Proust hayranlığını da artık bilmeyen yok. Hangi yazarların hangi üslup ve tekniklerinden etkilendiğini de bizimle paylaşır mısın? 

Don Quixote hayranlığı var tabii. Proust da. Binbir Gece Masalları’na da bir hayranlık var. Tekniği bunlar etkilemiş olabilirler. Mesela asla akıcı bir metin için uğraşmadım. Bilakis akıcılığı yavaşlatmaya çalıştım. Bana göre okuru sayfada biraz uzun tutmalı. Sıkılabilir, oflayabilir, hatta kitabı bırakabilir de. Bu başarısızlık değil. Başarı akıp giden bir metinse bestseller’lar, polisiyeler edebiyatın zirvesi olurdu. Pavese’nin Senin Köylerin romanında birden çok zaman değişimi var mesela. Okumayı yavaşlatıyor mu? Tabii ki yavaşlatıyor, ama onun farkı ve üslubu bu. Hatta romanın çevirmeni Egemen Berköz “Çok düşündüm, Türkçede daha kolay okunması için bu üslup özelliğini yok etmeye hakkım olmadığına karar verdim,” diyor. İyi ki de öyle yapmış. 

Ben de kitabı eline alan hikâyede biraz daha dursun istedim. Farkındayım, romanda tanrı anlatıcı, birinci tekil anlatıcının iç içe olması ve meta-kurmaca metni yavaşlatan bir unsur. Teşekkürle, bunu sizin gibi başarılı bulanlar çok oldu. Ben aksamayı konuşmak istedim.  Neticede üzerimdekilerle dereden geçmeye çalıştım. Yüzerek değil.

Son sorum biraz muzipçe olacak. İsahag Uygar Eskiciyan nasıl bir yazar? Eserlerini nasıl buluyorsun? 

Zor bir soru. E illa bir gün bu soruyla karşılaşacaktım. Hrant Dink cinayetinin akabinde kuşandığım ikinci ismim. Bazen ilk ismimin önünde geliyor. Ki ilk kitabım (Aşağıdan Seveceğim Ülkeyi) onun adıyla yayımlandı. Affına sığınarak üçüncü tekille devam edeyim, daha rahatım öyle. Bence kötü bir yazar değil. Zift adlı romanını çok sevmiştim ve itiraf etmeliyim kitabın kapağında adımın olmasını isterdim. Hep kıskandım yani. Bu kıskanma Altı Üstü İstanbul’la son buldu. Şimdi o düşünsün. Şiirlerini de öykülerini de severim. Metropol Ninnisi’nde “Arsen’in Öyküsü”nün ve Patates Jazzı’ndaki “Sarkis’le Her Defasında” öykülerinin filmleşmesini güzel olur. Ondan yeni öyküler okumak isterim.

edebiyathaber.net (19 Eylül 2022)

Yorum yapın