Ercan Kesal’dan dünyaya dayanma yolları | Can Öktemer

Aralık 30, 2016

Ercan Kesal’dan dünyaya dayanma yolları | Can Öktemer

can-oktemerErcan Kesal, 2015 yılında yayınladığı ‘Nasipse Adayız’ kitabından sonra arayı fazla açmadan, geçtiğimiz aylarda yayınlanan ‘Cin Aynası‘ kitabıyla çıka geldi. Cin Aynası, Kesal’ın başta ‘BirGün’ olmak üzere çeşitli mecralarda yayınlanmış denemelerinden oluşuyor.

Ercan Kesal, Cin Aynası’nda Avanos’da geçen çocukluk yıllarından, hekimliğinin zorunlu hizmet yıllarından, Ankara’da Mülkiyeliler Birliği’nde şairler ve yazarlarla yapılan sohbetlere ve sinemaya giriş macerasına varana kadar kendi kişisel öyküsünden kesitler sunuyor. Yazar, hayatından kesitleri bizlerle paylaşırken esas olarak Türkiye’nin acılarla dolu geçmişine bakıyor aslında. Darbeler, insan hakları ihlalleri ve yaşadığımız onca acı dolu hatıra Kesal’ın etkileyici cümlelerinde vücut buluyor. Ercan Kesal, kitap boyunca bir dolu acı hatırayı bize hatırlatıyor ama okuyucusuna asla karamsarlık aşılamıyor, aksine umudunu hep koruyor. Barış fikrini, birlikte huzur dolu bir şekilde yaşayabilme ihtimalini sıcak tutuyor. Umutsuzluğun, karamsarlığın bütün insanlığı sardığı bir dünyada, neden hala inatla kalem oynattığını ise şöyle açıklıyor:  “Galeano’dan ilham alırsam, ‘birlikte kurtulmayı ve yeniden buluşabilmeyi ümit ettiğim’ için yazıyorum. Kederlerimi, iç sıkıntılarımı ve başkalarında da fark ettiğim acıları anlatmak için yazıyorum. Kendime acı vereni açıklamak, içimde büyüyen sevinci ve coşkuyu da hemen paylaşmak için yazıyorum. Sokaktan duyduğum cümleleri ‘cesaret ve kehanetle bezeyip yeniden asıl sahiplerine gönderdiğimde’ onlardan gelecek işaretin merakıyla yazıyorum… Yapabileceklerimiz varken yapamadıklarımızdan dolayı içimden atamadığım suçluluk duygusu ve keder. ‘En azından yazdım işte!’ demek için yazıyorum…”

“Unutmak ihanettir çünkü”

cin-aynasiErcan Kesal, Cin Aynası’nda geçmişle ilişkisini “daha çok keder” olarak tanımlıyor. Kitap boyunca okuyuculara Türkiye’nin acılarla dolu tarihini bizlere hatırlatıyor. Zamanın ve yaşadığımız anın baş döndürücü bir süratle değiştiği, kolektif bellek mekanlarının hızla yıkıldığı bir coğrafyada  Ercan Kesal,  toplumsal bir hastalığa dönüşmüş olan bellek yitimine karşı yazarak direnmeye çalışıyor. “Anılar belleğimizin bekçileridir, kalbimizi temizlerler, iyi bakın onlara. İyiliğe inancınızı kaybetmeyin,” Cin Aynası’nda yitirdiklerimizi, kaybettiklerimizi, ömürlerini bu ülkenin, dünyanın daha iyi bir yer olabilmesi için mücadele eden, hayatlarını ortaya koyan o güzel insanların hatıralarını asla unutmamak için kalemini satırlara döküyor “çünkü unutmak ihanettir”. Bu yaşanan acı olayları bir daha asla yaşamamak için sağlıklı, vicdanlı ve adil bir toplum olabilmemiz için öncelikle geçmişle yüzleşmemizi öneriyor kısacası. “Bence vicdan da böyle bir şey. Vicdan sanki bütün bunları, kötülük yapma eğilimimizi de içeren bir şey gibi geliyor bana. Ama daha çok belleği içeriyor. Bellek çok içinde duruyor; anılar, hatıralar, yaptıklarımız, yapamadıklarımız. Unutmayı reddetmek gibi görüyorum ben vicdanı. Vicdanlı adam unutmayı reddedendir.”

Cin Aynası’ndan yansıyanlar

Kitabın en önemli bölümü Kesal’ın sinema üzerine yazdıkları olmuş. Zaten kitabın adı da Nurullah Ataç’ın sinemanın nasıl Türkçeye çevrileceğine dair tartışmasından gelmekte[1]. Ercan Kesal, iflah olmaz bir sinema aşığı. Hayatı, ölümü ve güncel siyaseti sinema üzerinden okumayı tercih ediyor. Kitap boyunca Tarkovski, Bergman, Kieslowski gibi sinema dünyasının ustalarından alıntılar yapması ve onların filmlerinden bahsetmesi boşuna değil. Sinema, Ercan Kesal’ın kişisel hikayesinde de önemli bir yerde duruyor. Kitap boyunca sinemayla ilgili bize aktardığı hikayeler bir hayli ilginç. Yazarın Metin Erksan’la yaptığı uzun yürüyüşler, birbirleriyle hayat, tarih ve sinema üzerine yaptıkları sohbetler,  Erksan’ın insanı bir kez daha hayranlık uyandıran o engin entelektüel birikimi ve ikilinin İstanbul’un değiştirilmiş, unutulmuş tarihi mekanlarında tarihi aramaları gibi hoş detaylar yazarın satırlarında karşımıza çıkıyor.

Bir Zamanlar Anadolu’nun senaryo yazım aşamasında savcılardan,  polislerden dinlenen ve filme dahil edilen ilginç anekdotları bize aktarıyor, oyunculuk ve sinema macerasının nasıl başladığını anlatıyor; küçükken Avanos’a film çekmek için gelene Tony Curtis’e gazoz ikram etmesi gibi ilgi çekici detayları paylaşıyor bizlerle.  ‘Hayat tesadüfleri sever’ misali, babasının ona küçükken aldığı İvo Andriç’in ‘Dirina Köprüsü’ kitabının yıllar sonra Emir Kusturica tarafından kendisine hediye edilmesi, Cannes Film Festivali’nde tabakta son kalan karidesi Robert De Niro’dan önce kapması, ve Juliet Binoche aşkı yüzünden Paris yollarına düşüldüğü bir vakit sinemada izlenen Leon filminde hayran olunan küçük kızın yıllar sonra Natalie Portman olarak Cannes Film Festivali’nde karşılaşması gibi çok ilginç hikayelerle karşılaşıyoruz kitap boyunca.

Ercan Kesal, “sinema bir mucizedir” diyor ve iyi filmlerin dünyayı ve insanı değiştirebileceğine dair inancını koruyor: “iyi filmler insanın kalbinde kıvılcımlar çakar, ateş yakar. Ateş dünyayı değiştirmiştir. İyi filmler de değiştirir.” Sinemaya çok geç giren Ercan Kesal, sinema aşkının kendisini buraya getirdiğini ve bir şeyi gerçekten inanırsanız gerçekleşebileceğine  inananlardan  “devrim gibidir bazı başlangıçlar, inanır ve vazgeçmezsiniz eğer mutlaka gerçekleşir.”

Ercan Kesal, Cin Aynası’nda kendi biyografisinden ve dünya tarihinden insanlık halleri sunuyor bizlere. Ölüm ve hayat yazarın kitap boyunca dert edindiği ana eksen. Bununla beraber Ercan Kesal, yaşadığımız onca acıya rağmen umudunu koruyabilen yazarlardan. Kitap boyunca tanıklık ettiğimiz ve yeniden hatırladığımız onca acı olaya rağmen gelecek için umudunu sıcak tutabiliyor. “Her şeye rağmen hayatı kutsamalıyız” diyen Gündüz Vassaf gibi Ercan Kesal de “Düştüğümüz yerden kalkacağız, unutmayın!”, “Aslolan hayattır!” diyor.  Bir süredir “son dakika” spotları arasında kaldığımız ve sürekli kötü haberlere uyandığımız şu günlerde Ercan Kesal’in vicdanlı metinleri hepimize iyi gelecek.

Can Öktemer – edebiyathaber.net (30 Aralık 2016)

[1] “Bi yol şunu söyleyeyim de içime hicran olmasın: Sinema’yı böyle ‘s’ ile yazmak yok mu, betime gidiyor. Fransızlarla daha bir iki millet Yunancanın kappa harfini ‘c’ ile gösterir ‘s’ gibi okurlar diye bizim ‘s’ ile yazmamız mı gerekirdi? Kinema demeliydik. Cinema da hoş olurdu: cinli minli, ne güzel! Giderek belki ‘cin aynası’ der çıkardık.” (Karalama Defteri, Nurullah Ataç, YKY)

Yorum yapın