
Söyleşi: Mesut Varlık
Enis Batur’un ilk kez 2007 yılında yayımlanan “Hurufi Gözüyle Büyü Kutusu, Sinema Yazıları” adlı kitabın fevkalade genişletilmiş ikinci baskısı 25 Aralık 2025 tarihinde Ravenart Kitap tarafından yayımlanacak. Enis Batur’la hem kitap hem de sinemaya dair tutkusu üzerine konuştuk.
Bu yazılar ne sinemaya (görsellik, ışık, sahneleme, dekor, oyunculuklar, senaryo gibi…) “teknik” denebilecek açıdan eleştirel yaklaşan ne de bir “edebiyatçıdan” beklenebilecek “uyarlamalar” üzerinden sinemayla ilgilenen bir kalemden çıkmışlar. Sanırım, bu yüklü toplam, bir tür “sanatçının dünya kurması” bağlamında yahut “mimarın düşü” gibi “yönetmenin düşü” arterinden değerlendirilebilir —diyebilir miyiz? Enis Batur, sinema hakkında neden bu denli yazma ihtiyacı duydu? EB, sinemadan ne anlar?
Sinemanın hayatıma girişinin iki aşaması olduğuna biriki kez değinmiştim. Benim kuşağım okuma yazma öğrenmeden sinema salonlarına, yazlık ya da kışlık sinemalara gidilen bir çocukluk dönemi geçirdi. Bir matinede üstüste üç film izlenebilen yıllar. Ama asıl tanışmam da gecikmesiz olmuştur: Başka Yollar[1] kitabımda anlattım. Sinematek’e üyeliğim 16 yaşımda gerçekleşti, 17’mde Marcel Martin’in Le Language Cinématographique’ini hemen hemen ezbere biliyordum, ilk sinema yazım Ulus gazetesinde çıktığında 18 yaşıma yeni girmiştim, en büyük ham hayalim Polonya’ya gitmek ve Lodz sinema okulunda öğrenim görmekti. Yola böyle koyulan biri sinemadan ne anlar? Ne kadar, nereye kadar anlar? Şunu söyleyebilirim: Yıllar yılı tutkulu bir sinemasever olarak yaşadım. Ama yazma uğraşı bütün zamanımı emdi, kameraya yer bırakmadı. Bir özür sayma bunu, bir başarısızlık hikâyesi özünde, en azından küçük filmler çekmeliydim.
Sinematek yılları bugünlerde James Baldwin’le hatırlanıyor, oysa Türkiye sinemaseverleri için bir milat özelliği taşıyor. Sinematek’ten önce, “sizin” olan Bizim Sinema’nız da var, biyografik bilgi açısından ve bu kitabın dahil etmediği yekunla birlikte hacmini düşündüğümüzde, sinema için EB’nin edebiyattan önceki “ilk/kayıp kardeşi” denebilir mi?
İstanbul’da bile öyleydi sanıyorum, bir vakitler taşrada aileler işletiyordu sinema salonlarını. “Bizim Sinema”, anneannem tarafından bizimdi, örnekleri daha çok Avrupa’da görülen küçük bir sinema. Fatma Tülin’in büyükbabası da Bursa’nın ünlü Tayyare sinemasını işletiyormuş çocukluğunda, ikimizin de ama asıl Tülin’in azılı bir sinema tutkunu –hâlâ– olmasında bilmem bunların payı olmuş mudur?

Bugün artık o mahiyetlerini kaybetmiş olsalar da “sinema salonları”, bu kitabın okurlarının hak vereceklerini tahmin ettiğim bir şekilde, edebiyat okurları için kitapçılar/sahaflar neyse, resimperverler için galeriler/müzeler neyse o işlevi görüyorlardı. Bugün artık bu mekânsal ilişkilenmeler büsbütün “dijitalleşme” yolundalar. Bu deneyim farkı neleri kaybetmemize, neleri kazanmamıza neden oluyor sizce?
Süreyya yaşıyor, ama Reks’i, Fitaş’ı, nicesini yitirdik zaman içinde. Sinema salonunun bir tür tapınak özelliği vardı, sinemaya gidiş düpedüz törendi. Nostaljiye burun kıvrılıyor ya, kayıpların yerini kazanımların aldığı söylenebiliyor mu? Paris örneğin geleneği destekliyor bugün de. Gelgelelim, sıkı bir Visconti’nin, Bergman’ın, Ayzenştayn’ın gösterildiği salonlarda birkaç yaşını başını almış, dolayısıyla görmüş olduğu filmi yeniden görmeye gelmiş izleyiciye birkaç genç meraklı eşlik ediyor artık.
Sinema tutkun-luğun-uzun tarihini, kitap boyunca açık ediyorsunuz; okuyanlar takip edecektir. Sinema tarihinin köşetaşı veya sadece meraklılarının bileceği eserlerinden Indiana Jones gibi “pop” denebilecek işler üzerine yoğunlaşan yazıları ardı ardına okuyoruz. Sanki edebiyatın “pop” işlerine bu kadar yakından bakan metinler daha az, EB literatüründe, yanılıyor muyum?
Homurdanan bir ihtiyar imgesi doğurmak istemem! Ancak, bütün yaratıcılık alanlarının tecim atmosferine dönüştürüldüğü gerçeğini yadsıyamayız. Bu durum, özgün arayış kaygılarıyla işlerini yapanların varoluş haritasını sınırlıyor. Çoğu değerli yeni yapıt izlerkitleye ulaşamıyor, sistem “popüler” olana ve ekonomik getiri düzenine ayarlı. Hep böyle değil miydi, denilebilir. Bana kalırsa şimdi çok daha fazla.
Sinema endüstrisinin yıllar içerisinde “geniş gabi kitle”ye odaklanmasını her fırsatta eleştiriyorsunuz —haklı olarak! Benzer bir sürecin müzik veya plastik sanatlar için de ve maalesef giderek hızlanan bir tempoda edebiyat için de işlemekte olduğunu (sanırım!) söyleyebiliriz. 50 küsur yıllık bir kültür emekçisi olarak, “iki memesinden farklı süt gelen” sanat dallarının birer kültür endüstrisine dönüşmelerine de şahitlik ettiniz… Bugün artık sanat(lar)ı endüstriden kurtarmanın bir yolunu görebiliyor musunuz?
Biz 7. Sanat demeye alışmışız. Oysa Bresson “sinema bir gün sanat olacaktır” diyordu, üzerinde durulması gereken bir konu bu. Yalnızca “hikâye”ler anlatmaya mı mahkûm sinema? Yazılı metinlerin görselleştirilmesiyle mi sınırlı kalmalı varlığı? Birincisi, bunu aşabilen çok az sayıda örnekle karşılaşıyoruz. Doğal, çünkü sinema maliyetli iş. Kaç yapımcı zarar edeceğini bile göre yaratıcı yönetmene destek çıkabilir? Bir avuç kahraman. Onlara neyse ki “kurum”ların katkılarını eklemek gerekiyor. “Hikâye” tecimsel boyuttan yoksunsa kısıtlı sayıda izleyicisi oluyor, Straub filmini kitle ne yapsın. Öte yandan, sinemanın bir “eğlence endüstrisi” olduğu gerçeği yadsınamaz. Nitelikli ve eğlendirici filmler yapılmış: Buster Keaton’dan, Chaplin’den günümüze. Indiana Jones’ta bu tarz bir gizilgüç görmüştüm. Edebiyat alanında eğlendirici ciddi yapıtlara rastlıyoruz, Aziz Nesin’inkiler örneğin, Catch 22 gibi kitaplar.
Bu kitap aynı zamanda daha önce yayımlanmış üç kitabınızı da içeriyor: Figür/an, Davalı, Hatay’da Bir Rolls-Royce. Bu kitabı, ilk baskısında Smokinli Berduş’un yanına iliştiriyorsunuz. Şimdi, bu halini, Şiir Hayvanı’ndan sonra, nasıl konumlandırmalı? Ve, şiir yazıları ile sinema yazılarını iliştirmeyi nasıl anlamalı?
Aynı konuma! Şu farkla: Sinema Yazılarımı iki cilde bölmek istemedim. Ama bir “fevkalâde genişlemiş” basım sözkonusu. Şiir, Sinema ya da Müzik üzerine yazılarımı ayrı kitaplar halinde de yayımlıyorsam, ilgili okurun işini kolaylaştırmak için. “Ben şiire yabancıyım” diyen sinemasever, Mozart gibi “ben esasen müzik sevmem” diyen şiir tutkunu, Melih Cevdet Anday gibi “ben şiir sevmem” diyen meloman olabilir pekâlâ. Kendi payıma tümüne bağlanan okurları yeğlerim.
Kitapta Türkiye’nin sinema birikimi belirgin bir şekilde az yer tutuyor —tuttuğu yerde de en azından “hayıflanma” tonu belirgin: Anayurt Oteli, Beş Şehir deneyimleri gibi… Tarihsel açıdan baktığımızda sinema teknolojisini pek de geriden takip ettiğimiz söylenemez ve belli ki “malzeme” sorunumuz da yok ama bu “göz”deki acemiliğimizin kaynaklarını nerelerde aramak gerekir dersiniz? Ve tabii bir devam sorusu: Güncel sinemamız hakkında EB (“salyangoz satıcılığı” ile açıklamayacaksak) neden hiç not düşmemiş?
Mesut, şunu vurgulamak gerekir: Ben ne eleştirmenim ne sinema yazarıyım. O alanın yazarlarının ülke sinemasına yönelik sorumlulukları olur, benim öyle bir konumum yok. Metin Erksan, Alp Zeki Heper gibi özel ilişkilerimi ayırıyorum, Türk sinemasının birçok ürününü izledim ama kendimi o bağlamda “görevli” hissetmedim. Yazacaklarımla toz bulutu yaratmak istemedim. Oysa Türk Edebiyatı hakkında böyle bir özgürlüğüm olmadı! Sonuçta, eli arasıra sinema üzerine kalem tutmuş bir izleyici sayıyorum kendimi. Etkisinde kaldığım Ma Loute gibi bir başyapıtı, büyük keyif aldığım Relatos Salvages ya da Topal Şükran’ın Maceraları’nı birkaç kez izlediğim halde haklarında tek satır yazmadım.
Bir yanda müthiş isabetle “kulunç” tabir ettiğiniz Cüneyt Arkın ve bir yanda “yanlış kardeşim” dediğiniz Alp Zeki Heper ve bir yanda Sami Hazinses ama öte yanda “Sevgili BB”… Sanki toplamda bir fatura kesilecekse, (bkz. “Türk sineması milyonlarca kilometre pelikülü harcadı böyle”) Türkiye’deki yapımcıların ufuksuzluğuna mı kesmeli; ne dersiniz?
Televizyon kanalları eski Türk filmlerini gösteriyor her gece. Klişe senaryolar, klişe oyuncu performansları, düşük ötesi bir teknik, insan dehşete düşüyor on dakika bakınca. Yapımcılar izlerkitlenin taleplerini karşılamışlar. Bir avuç sinema adamı ayrı tutulursa, pembe dünyalar kurmuşlar. Tavuk-yumurta ilişkisinin bir tekrarı.
Tövbelisi olduğunuz Woody Allen için “rahatsız” diyorsunuz; edebiyat yazılarından tanıdığımız EB’den beklenmeyecek samimiyette bazı ifadeler sözkonusu, bu sinema yazılarında. Yazar olarak, tabir uygunsa, hariçten gazel okumanın tadını çıkardığınız söylenebilir mi?
Seyirci her zaman tartımlı sözalmaz! Bir filmin arkasından genelde izlenimlerimi aktarmışımdır. Arada daha çözümleyici boyutu olan denemeler kurduğum oldu, örneğin Otto e Mezzo ya da Welles’in Le Procés’si üzerine, onlarda perspektif ve yaklaşımım farklıdır. Hariçten gazel hem doğru hem değil, çünkü madem ki seyir var seyir-cisi olacaktır. Şüphesiz, Debord’un kafamıza kaktığı kurban olma koşulumuzu yabana atamayız. Tercihlerimiz, erdemlerimizle zaaflarımızın ortalamasını oluşturuyor.
Sinemanın, belgesel sinemanın fotoğrafla da kesişim kümesini oluşturan tanıklık, kayda geçirme özelliklerine ayrı bir özenle eğildiğiniz anlaşılıyor. Hatta bu bağlamda, yepyeni bir Bizim Köy neden çıkmıyor, diye de soruyorsunuz. Bu düğüm, sımsıkı tuttuğunuz “–sinemayı sevmiyorum– film yapmak en büyük tutkum” alıntısının cephesinden ilerlemekle çözülebilir mi?
Belgesel sinemayı üstün bir tür olarak görüyorum. Sanatsal açıdan çok değerli yapımları izleme fırsatı bulduğum için kendimi talihli sayıyorum: Joris Ivens’in, Chris Marker’in, Jonas Mekas’ın, Alain Resnais’nın ya da Agnès Varda’nın filmlerini bıkmadan görmek isterim. 1984-85 arası dostum Suha Arın’ın isteği üzerine “dolgun sinopsis”ler kaleme aldım, “Güvercin” konusunda ve “Anadolu’da Hıristiyanlığın İlk Döneminin İzleri” hakkında. Gerisini getiremediysek, hayat bizi savurduğu içindi!
Kitapta, bonus sayılabilecek bir sessiz film senaryosu da yer alıyor. Ayrıca Hazinses’le de görüntülü denemeler yapmak planlanmış ama olamamış. Hakkında yazmanın ötesinde bir de ortaya çıkma hevesini koruyan (“taşak geçme seansları” dahil) bir yönetmenin varlığından söz edebilir miyiz?
Küçük filmler yapamama ukdeme dönüyorum. Bir yanıyla benim tutukluğum, aczim, özürü olmayan tıkanıklığım. Bir yanıyla da önümün açılmaması ama. NTV’nin danışmanı olduğum yıllarda Cem Aydın beni televizyon için kışkırttı defalarca, gelgelelim, bence sıkı bir projeme aşırı bulduğu için onay vermedi. 55 dakika boyunca ekranda yalnızca yakından –gros plan– başı görünen Metin Erksan, Halil İnalcık, Mehmet Güleryüz, Şirin Tekeli… sorduğum tehlikeli soruları yanıtlayacaklardı, buna karşılık ben hiç görünmeyeceğim gibi sesim, sorduğum sorular da duyulmayacaktı. Bana kalırsa önemli bir fırsat kaçırıldı, çünkü “davet” etmeyi tasarladıklarımın hiçbiri hayatta değil bugün.
Daha kitabın açılışında, 1970 başlarındaki “yazı emeklemeleri” diye tabir ettiğiniz sinema yazılarının “bir gün” kitaplaştırılmalarını “istemediğinizi” söylediğiniz, hatta vasiyet ettiğiniz, bu kitabın dışında kalan “artık/artakalan” bir 600 sayfa daha sözkonusu. Bu gibi, diğer EB yazı/m alanlarında da bir birikim olduğu aşikâr —mıdır? Vaat edilen, bu gibi malzemelerin okurla yeniden buluşacağı “sanal ortam”a sizce ne zaman ulaşabiliriz?
Yaklaşık 25 yıl önce bir EB web sitesi kurulmuştu, ilgisizliğim nedeniyle buharlaştı. 25 yıl sonra yeniden web sitesi kurma çabası içindeyiz Çağlayan Çevik ile. Sözünü ettiğin tarz kitaplaşmayacak malzemenin tümü değilse bir bölüğü orada okurlara açılacak. Görsel ve sessel kayıtlar da. Kimi koleksiyon parçası belgeler de.
Son olarak, “eskime sorunu”na uğrayalım: “Neye yarar bir film?” sorunuzu bozarak, bir film/yazı/müzik… zaman karşısında nasıl dayanır? Eserin dayanıklılığını, kullanılan yapı malzemesi ve zemin etüdünde bulmak kâfi gelecek mi?
Eskime bir dizi sorunu barındırıyor içinde. Asıl üzerinde durmamız gereken filmin tarihini veri olarak gözden uzak tutmamakla birlikte buna sığınmamak: Yapıt sinematografik ölçüler üzerinden değerlendirilmeli, teknik gelişmeler açısından değil. Buster Keaton, Chaplin eskimiyor. Bresson, Bergman, Visconti eskimiyor. Kitapta odaklandığım filmler, Alphaville ya da Chinatown benim gözümde eskimemiş örnekler. Zaman eskitmeye yetmez. Dürer, Bach eski sıfatıyla anılabilir mi, gülerim. Eskimiyorlarsa “neden”ine ulaşmak için çaba harcanmalı, yapıtları harcamaktansa.
Şunu sormalıydın dediğiniz bir soru var mı?
Bence, düş yoluyla yönetmenlik, senaristlik, kurgu işlemciliği, dahası oyunculuk yapıyor muyuz sorusu esgeçiliyor. Uyku diyarı aslında Cinecitta. Dipsiz stüdyolar kuyusu. Durmadan çekim yapıyoruz yatağımızda. Hem özneyiz hem nesne. Sinemada düş sahnelerini genellikle başarısız yamalar olarak görürüm. Düşlerimiz öyle değil!
[1] Yayın Notu: Başka Yollar, Kırmızı Kedi, 2013.


















