Söyleşi: Raşel Rakella Asal
Bizi bir öyküde etkileyen şey nedir, hiç düşündünüz mü? O öyküye bize götüren o itici gücü? Tüm sanat dalları gibi öykü sanatı da sınırları zorlamaktan, zorluklara meydan okumaktan, vazgeçmeden çalışmaktan, araştırmaktan, öğrenmekten ve keşfetmekten geçen uzun bir yolculuktur. Öyküyü edebiyatın diğer dallarından ayırarak farklı bir yere koymuşumdur hep.
Herkesin iç dünyası bir kapalı kutudur. Bir sanatçıysanız ve cesaretiniz varsa bu kutuyu eserlerinizle açabilirsiniz. Bu bağlamda yazın hayatına Eylül 2024 yılında giren İzmirli yazar Hülda Öklem Süloş’un Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım öykü kitabından söz etmek istiyorum. Bu öyküleri okurken onun dünyasını aralamış oluyor, sözle yazının buluştuğu bir evrenin içinde yol alıyorsunuz. Bir kitap kurduysanız hayatın sırlı yanlarını sözünün gücüyle okura aktaran bir yazarla tanışmış olmanın sevincini yaşıyorsunuz.
Hülda Öklem Süloş’la Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Söz sırası onda.
Öykülerinizde öncelikle değer verdiğiniz nedir? Konu mu? Kişiler mi, ya da yaşantılar mı, dil mi, öykü tekniği mi, kurgu mu?
Hepsinin yeri ayrı. Öykü fiziksel bir gerçekliğin, fiziksel olmayan ifadesidir. Olaylar, tıpkı yün gibi ilmek ilmek örüldükçe yavaştan bir motif çıkar ortaya. İşte o belli belirsiz motif, saklı gerçekliğin şekil almış halidir. Bu gerçekliği okurun gözüne sokmadan, usul usul ima eder yazar, özellikle kısa öyküde. Karakterler, yaşantılar ve kurgu ise bu gerçekliği ortaya çıkarmak için kullanılan araçlardır. Hepsi çok önemlidir, lâkin dilin yeri bambaşkadır. Dilsiz iletişim olmaz, dilsiz kültür oluşmaz, dilsiz hikâye anlatılmaz. Her topluluğun anlatıları en güzel kendi dilinde ifade edilir. Yalnız öyküyü değil, metni de metin yapan dildir. Dil metni dönüştüren en önemli unsurdur. Bence dil, kurguyla birlikte bir metnin büyüsüdür.
Öykülerinizi anlatırken nereden başlayıp nasıl bir yol alacağınıza, öykünün hangi zaman diliminde yer alacağına nasıl karar veriyorsunuz? Olayın içinde bulunduğu zamanın bir parçası olarak mı yoksa belli bir mesafeden mi kurgulanacağını nasıl belirliyorsunuz?
Bu her öykümde farklıdır, her öyküm başka bir yol, başka bir yolculuktur. Bazen çıkış ve varış noktamı bilirim, bazen bilmem, lâkin ilk adımımı hep sağlam atmaya çalışırım. Çıktığım yol bilinmezlerle dolu bir muammadır. Adım adım yürürken fiziksel çevremden koparım. Klavyenin başındayken ve dünyadan uzaklaşmışken ve hiçbir dış etki bana ulaşamazken alabildiğim kadar yol alırım, kâh ana karakter olurum, kâh okur olurum, kâh yazar. Bu arada yoldan çıkmamak ve yolumu kaybetmemek için kendimi dikkatle izlerim. Mekân ve zaman değişebilir, lâkin bakış noktam ve bakış açım hep aynıdır. Tarafsız kalmak taraf tutmaktır, suçlunun yanında yer almaktır. Bulunduğum noktadan empatiyle yakınlara ve uzaklara bakmak isteyen herkesi yanıma davet ederim ve üzerinde durduğum yeryüzü parçasından, savaşlarla, kıtlıklarla, iklim değişiklikleriyle sarsılan ve bunların sonuçları olan göçlere ve göçmenlere katlanamayan dünyaya bir kere de benim gözlerimle bakmalarını ve sadece bir an için zihinlerinin sınırlarını açmalarını dilerim…
Öykülerinizin konusunu nasıl belirliyorsunuz? Yaşadığınız olaylar mı, çevrenizdeki kişiler mi sizi harekete geçiriyor? Yoksa beklettiğiniz, yazmak için ısıttığınız konular mı bunlar?
Aslında hepsi… Hayat zaten başlı başına bir öykü. Bütün gün etrafımızda öyküler dolanıp duruyor. Öykü demek hayat demek. Öyküye can veren hayattır, hayat öykünün anasıdır.
Dünyaya öykücü gözüyle bakmak diye bir şey olduğunu yazmaya başladıktan sonra anladım. Şimdi incecik bir ayrıntı, küçücük bir mimik, dalgın bir bakış, hafif bir el hareketi bile beni harekete geçirebiliyor. Buna bir örnek vereyim. Anlatmak istediğim gerçek bir karakter vardı. Onu hep yazmak istiyordum, ama nasıl? Çok olağanüstü birisiydi, sıradan bir öyküye sığması mümkün değildi. Bir gün, aniden karşıma şahane bir raslantı çıktı. Hemen değerlendirdim ve aylardır bir türlü son noktasını koyamadığım Bırak Yasını Biraz da Ben Tutayım adlı öyküyü anında kafamda bitirdim.
Öykülerinizde sorgulayıcı, düşündürücü, bilinçlilik durumu yaratıcı yanlar var. Toplumsal olgulara, tarihsel gerçeklere yaslanan bu öykülerde yazar olarak düşünsel ve yazınsal gücünüzle sıkı bir bağ oluşturuyorsunuz. Bu özellikleri ile düşünsel, yazınsal ve kültürel değerleri yüksek yazılar bunlar. Bu öyküleri sizin yazar olarak okura verdiğiniz bir ödül olarak değerlendiriyorum. Okura okuma hazzı veren önemli ayrıntılar taşıyor bu öyküler. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
Öncelikle bu iltifat için teşekkür ederim. Zaman zaman ayrıntılar için uzun araştırmalar yaparım. Örneğin Şimdi Biz Düşman mıyız? öyküsünü yazarken aylarca Suriye Savaşı’nı araştırdım, ülkenin en güzel, en antik şehrini seçtim, onu gezdim, gördüm, her şeyini öğrendim. “Yaşlı adam ipekli kumaşlar, eski haritalar, renkli gravürler ve el yazmaları sattığı dükkânının tütsü kokulu sessizliğinde, kubbeli tavanın küçük oyuklarından yıldız yıldız dökülen gün ışığı altında parşömenleri şölene dönüştürüyor; taşların binlerce yıllık hikâyesini anlatıyor, daracık sokakları, küçücük avluları, kemerli pencereleri, kuleleri, kubbeleri, minareleri, köprüleri ve surlarıyla kadim bir şehri dillendiriyor… Genç adam en yersiz yurtsuz zamanlarında, bu renkli çizimler kılavuzluğunda memleketinin dumanımsı, tütsümsü havasının aşinalığını,ilk yağmurla gelen toprak kokusunun ferahlığını, eski mekânların özentisiz davetkârlığını yüreğinin derinlerinde duyumsuyor. Umutsuzluğa her düşüşünde o resmin daracık labirentlerinde dolaşıyor, loş avlularında oturuyor, tonozlu pasajlarında yürüyor ve bu küçük yolculuk her seferinde dedesinin atölyesinde son buluyor.” Bir zamanlar İpek Yolu’nun en önemli duraklarından bir olan, beyaz taş duvarlarıyla ünlü bu antik kentin 2012-2016 arasındaki savaşta yok oluşunu dehşetle izledim. Youtube sayesinde oradaki çarpışmaların, bombardımanların yakınına kadar gittim. Kitabın basıldığı 2024 Ekim sonu ve Kasım başı arasında kentte yeniden çarpışmalar başladı ve nihayet şehir düştü. Dostun düşmana karıştığı bu acımasız savaşlardan sonra o güzelim kentten geriye sadece yıkıntılar, kayıplar ve ağıtlar kalmıştı.
Kitapta muhtelif yerlere ait pek çok ayrıntı kullandım. Özellikle mekânlar ve insanlarla ilgili olarak. Bazıları gerçek kahramanlardı; mekânlar da öyle, bazıları gidilmiş, bazıları araştırılmış yerler, bazıları ise yalnızca düş idi…
Öykü yazınının ülkemizdeki gelişimini, değişimini, tarihini anlamak için Türk ve yabancı öykü yazarlarını takip ediyor ve hangi yazarlardan besleniyorsunuz? Önünüzde bir örnek ya da sizi etkileyen, yönlendiren yazarlar var mı? Türk öykücülüğünün bugünkü durumu üzerine neler söylemek istersiniz? Genç öykücüleri izliyor musunuz? Geçmiş kuşaklarla bugünkü genç öykücüler arasında ne gibi farklar görüyorsunuz?
Hiç olmaz mı? Bana dokunan öyle çok yazar var ki. Hepsini tek tek yazmaya kalksam sayfalara sığmaz. Murathan Mungan, Sema Kaygusuz ve Hulki Aktunç beni en çok etkileyen yazarlardır. Sait Faik, Oğuz Atay, Bilge Karasu, Leyla Erbil, Sevgi Soysal, Füreyya, Tomris Uyar ve Tezer Özlü gibi büyük ustalardan söz etmeden geçemem. Türk öykücülüğü son yıllarda da çok başarılı yazarlar kazanmaya devam ediyor. Melisa Kesmez, Ayşegül Devecioğlu, Seray Şahiner, Barış Bıçakçı bunlardan sadece birkaçı… Yeniler daha cesur, daha tasarruflu yazıyorlar bana kalırsa.
Yabancılarda Alice Munro, Margaret Atwood, Etgar Keret ve Omar Friedlander’ı çok severim. Ayrıca Latin Amerika edebiyatının iflah olmaz bir hayranıyım. Başta Jorge Luis Borges, Gabriel Garcia Marquez, Julio Cortazar, Jose Saramago, Eduardo Galeano ve daha pek çok Latin Amerikalı öyküleme üstadına tutkunum. Onların masal ve gerçekliği ustaca harmanlayışına bayılıyorum. Her biri, bir öykü büyücüsü…
Kuşkusuz her yazar toplumsal dalgalanmalardan, en çok da bu dalgalanmaların sonucunda yaşanan olumsuzluklardan etkilenir. Yazar olarak siz de öykülerinizde toplumun sorunlarına eğiliyor, öykü dünyanızda toplumsal dalgalanmalara yer veriyorsunuz. Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Yaşadığı âna, içinde bulunduğu zaman dilimine, dünyada olanlara tepkisiz kalan bir yazar yoktur diye düşünüyorum. Küresel eşitsizliğin katlanarak arttığı merhametsiz bir dünyada yaşıyoruz. Toplumsal dalgalanmalardan, toplumsal yaralanmalardan, geçmişte yapılan yanlışların tekrarlarından kaçınmak ve bilinçli bir gelecek kurmak için en güzel, en güçlü direnişlerden biridir yazmak.
Yaşadığı dönemin ruhunu olduğu gibi ortaya koyan bir yazarsınız. Böylesi sıkıntılı bir döneme denk gelmiş bir yazar olarak yaşadığımız bu sancılı dönemi öykülerinize yansıtmak sizde nasıl bir duygu yaşatıyor?
Yazdığım zaman değil ama bunları görüp de yazamadığım zaman yoğun bir üzüntü ve bunaltıcı bir çaresizlik hissediyorum. Yazıncaya kadar. Yazmak çaresizlik duygumu hafifletiyor. Yazmak başlıbaşına bir çare çünkü, bir sesleniş yazmak ve güçlü bir direniş. Yazmak bana sağaltıcı etki yapıyor. Yazarken umudum perçinleniyor, hafifliyorum, zihnimdeki sınırlardan kurtuluyorum, sanki uçuyorum.
Öyküler okurda geride bıraktığı tortusal değerle, daha doğrusu olgulardan sızan duygusal boyutla ön plana çıkıyor. Özlemlerin ve dileklerin acılarla kuşatıldığı bu evrende, bir görünüp bir kaybolan düzlem üzerinde köşe kapmaca oynarcasına boğulup kalışı, acının sis gibi ağır ağır her yere yayılışı, yas duygusunun o sessiz ağırlığını yeniden kuruyor. Bu evreni kurmanın pek kolay olmadığını düşünüyorum. Yanılıyor muyum?
Kısa öykü, hayattan alınmış bir kesittir. Hayatın derinlerindeki bir çatlaktan dışarı sızan belli belirsiz ışık ya da ses sinyalini yakalayan dikkatli gözlemci dünya halinin sıradanlığı içinde sessizliğin gizlediği ağır sıkıntıyı ya da görünmeyen yarayı veya karanlığın örttüğü yaşamsal sorunu bulup çıkarır ve o küçücük an parçasından incecik bir kesit oluşturur. Kaba ve ağırdır kesit, lâkin ışık altına alındığında kapsamlı inceliklerle dolu olduğu görülür. Yası yazıyorsa yazar ve doğru sinyali yakalamışsa, sayısız acılı ayrıntı bulur o kesitte. Yası yazmak o yüzden hem acıtır, hem de acıyı uzatır. Yazar yakaladığı gerçekliği okurun gözüne sokmadan, ima ederek ifade etmelidir. Öykünün başarısı, o imanın ustalığındadır. Kuşkusuz, o gerçekliğin bulunduğu ağır kesiti almak da acılıdır, o sisli evreni kurmak da…
İyi bir öykü, bazen mütevazı bir sakinliğin, bazen hafif bir iniltinin, bazen de ani bir rastlantının yarattığı şaşkınlığın içinden çıkagelen dünyaya atılmış sessiz bir çığlıktır. Ses ne kadar sessizse, seda o kadar derin, son o kadar güçlü olur.
Son öykünüze gelmek istiyorum son sorumda. Yüzlerce yıldan beri insanların birbirlerine anlattıkları, dünya durdukça da anlatacakları hikâyelerden yola çıkıp kurguladığınız Çocuklar Nerde adlı öykünün yazım süreci nasıl gelişti?
Kitabıma bir son öykü gerekliydi ve önceki öykülerin hiçbiri bu nitelikte değildi. Onu sona aldım olmadı, bunu sona aldım, yine olmadı, hayır kitap hiçbiriyle bitemedi, yeni bir öykü gerekliydi. Geçen yaz, çok sıcak bir günde oturdum yazmaya. Sıfırdan başlayacaktım. Hiçbir ön taslağım yoktu. Kafamda hiçbir düşünce yoktu. Bir şeyi çok iyi biliyordum. Bu son öyküyü torunlarım için yazacaktım. Ne söylemek isterdim acaba onlara?
Günlerce yazıp yazıp sildikten sonra öyküyü üç bölümden oluşturmaya karar verdim. İlk bölümde tarihin masallarıyla başlayacak ve İkinci Dünya Savaşı’na kadar gelecektim. “Geçmişe dönersek yine, ilk Babil Kulesi’nin yıkılmasından sonraki üç bin yıl boyunca halkların ve ulusların birbirlerine düşman edildiğini, düşmanlıkların beslenip şişirildiğini görürüz. Savaşların biri biter, diğeri başlar. Stefan Zweig 1939’da ABD’de verdiği bir konferansta, ‘Tarihi gelecekteki daha iyi bir zamanın yaratıcı hazırlayıcısı sayarsak, aynı tarihin kendi kargaşasına da bakabiliriz. Tarihin bir anlamı olacaksa, bu anlam, yanlışlarımızı anlamamızı ve aşmamızı sağlamalıdır. Dünün tarihi sonrasız gerileyişimizin tarihi idiyse, yarının tarihi de sonrasız yükselişimizin, insanlığın uygarlığının tarihi olmalıdır.’ şeklinde düşüncelerini ifade ettikten çok kısa bir süre sonra, o zamana kadar dünyada yaşanmış en büyük savaş çıkacak ve barış altmış milyon insanın öldüğü altı korkunç yıldan sonra gelecekti.”
Girişte efsanelerden söz ederek büyük dünya savaşlarına kadar gelmiştim. İkinci Dünya Savaşı sonunda dünyanın artık düzelmeyeceğine inanarak karısıyla beraber yaşamına son veren Stefan Zweig’ın savaş başlamadan kurduğu bu cümleyi de kullanmadan edememiştim. Geçmişi yorumlamazsak, geleceği nasıl düzeltebilecek; toplumsal olguları tarihi gerçeklere yaslamazsak doğru tarih bilincini nasıl oluşturabilecektik?
İkinci bölümde ne anlatacağımı biliyordum neyse ki. Kuzey Amerika’nın yerli halklarından, o halkların yarı gerçek yarı masal anlatılarından, tarihlerinden, kültürlerinden söz edecektim. Bildiklerimle yetinmedim, haftalarca süren araştırmalar yaptım, kitaplar indirdim, okudum, okudum. Onlarca belgesel izledim. Havanın fırın gibi sıcak olduğu İzmir günlerinde ben buzul devrinde dolaşıyordum. Göçlere karışmış, okyanusları geçmiş; doğal sınırları yani dağları, ovaları, ormanları aşmış; yürümüş, yürümüş, yüzlerce yıl yürümüştüm ve nihayet torunlarımın şimdi yaşadıkları yere varabilmiştim. Yola çıktıktan yüzlerce yıl sonra.
Üçüncü bölümde ne yazacağımı daha da iyi biliyordum. Osmanlıca’da zaman demekmiş “rüzigâr”. Rüzigâr yolculukları yapacaktım ben de rüzgârların eşliğinde. Arşipel’de gezinecek, Anadolu’ya gelecek, oradan Mezopotamya’ya geçecektim. Rüzigâr rüzigârı kovalayacak, rüzgâr çocuklarla dostluk kuracak ve kitap nihayet son bulacaktı. Öykü bitti, kitap da bitti. Yazmak acılarımı sağaltmış, özlemlerimi ve umutlarımı çoğaltmıştı. Öyküyü torunlarıma, kitabı çocuklarıma ithaf ettim.
Kısacık bir okuma süresi için olsa bile, okurlarımın zihinsel sınırlarını açtırmayı başarabildiysem ve bu merhametsiz dünyanın, “barış barış” diye bağıran çocuklarına küçücük bir umut parçası bırakabildiysem ne mutlu bana! Benimki okyanusta sadece bir damla!
Edebiyathaber ekibi olarak bu söyleşi için teşekkür ederiz.