“Dedem yatsıya kadar otururdu
Ben yatsıdan sonra da uyumam
Dedem devletini çok severdi, ben
Dedemi devletten daha çok severim
-Suçlu değilim-“
Mete Özyılmaz’ın bu dizeleri, gündelik yaşamın içinden çekip aldığı imgelerle hem bireyin iç dünyasına hem de toplumun köklerine yönelen bir bakışı örüyor. Sözcükler, sanki sıradan bir konuşmanın içinden koparılmış gibi yalın; ama o yalınlık, yüzeyin hemen altında kıpırdanan bir iç sarsıntının ışığına odaklı… Şairin sezgisellikle düşünsel olanı yan yana getirişi, şiiri anlatım biçimi olmaktan çıkarıp, bir direnç hattına dönüştürüyor. Dede sevgisiyle başlayan anlatım, devlete duyulan bağlılıkla yüzleşmeye evriliyor. Bu geçiş, aynı zamanda kuşaklar arasında derin ayrımı imliyor. “Dedem devletini çok severdi” dizesi, bir devrin içselleştirdiği değerlere işaret ederken; “Ben dedemi devletten daha çok severim” sözü ise, bu değerlere yöneltilmiş içsel itirazın, sessiz ama derin eleştirisi oluyor. Sevginin nesnesi değişmekte; kutsanan artık kurum değil, insandır burada… Bu da dizelerin düşünsel ana izleğini belirliyor: bağlılıktan sezgiye, boyun eğişten anlama doğru bir dönüşüm… Özyılmaz, şiiri bir tür iç döküm olarak kurmakta. Bu dökümde ne yalnızca geçmişin yükü ne de bugünün karmaşası tek başına belirleyici… Arada kalan, ikisinin de çizdiği sınırlarla boğuşan bir özne var. Dedeye duyulan özlem, aynı zamanda o özlemi biçimlendiren değerler sistemine duyulan bir mesafeyi de beraberinde getiriyor. Sevgi, burada seçici, sorgulayıcı bir ilişki biçimi. Zaman algısı da şiirde belirgin bir biçimde kırılıyor sonuçta. “Dedem yatsıya kadar otururdu / Ben yatsıdan sonra da uyumam” derken, geceye yüklenen anlamın da nasıl değiştiğini ortaya koyuyor şair. Dedeler yatsı namazına kadar yaşarken (!), dizelerin öznesi yatsıdan sonra da uyanık. O uyanıklık, tarihsel bilinç, hatta kimi zaman uykusuzluk biçiminde kendini gösteren içsel direniş… Şiirin sonunda beliriveren “-Suçlu değilim-” dizesi ise bu yapının kırılgan ama en güçlü halkası gibi… Bu savunma, şairin geçmişe, ailesine, devlete, hatta kendine karşı verdiği sessiz bir beyan. Bağlılıkla suçluluk arasında bir çizgi çekilmekte… Özyılmaz burada sevginin ahlakını sorguluyor: Sevmek, hep bir boyun eğme midir? Yoksa sevgi, bazen başkaldırının en yalın biçimi midir? Şairin bu dizeleri, bireyin içsel boşluklarında gezinen ama o boşluğu anlamla dolduran bir anlatım barındırmakta. Suskun ama içe doğru çarpıcı… Her söylemi, geçmişe dönük bir bakışı geleceğe açıyor; yorgun ama uyanık, kırılgan ama dirençli, durgun ama derin. Sevgiyle bağlılık arasında salınan o ince çizgide, şair hem kendini hem çağını sorguya çekiyor. Ve belki de en çok, sevmenin ne anlama geldiğini yeniden tanımlıyor…
“Bir ur gibi us cübbesinden sıyrılır
Kıyıdaki cesetler denize döner
Şişede mektup
Okunmadan kalır”
Bu dört dize bir yarılmayı, geri çekilişi ve sezgi patlamasını dile getiriyor. Mete Özyılmaz’ın şiir örgüsü, sözcükler arası boşlukların da anlam taşıdığı, duyumsamanın bilgiden önce geldiği bir şiir anlayışıyla örülmüş. Dize yapısı, usun (akılsal olanın) çatısını çatlatan, tözsel bir patolojiyle anlamlanan imgesel bir dizgeye işaret ediyor: “Bir ur gibi us cübbesinden sıyrılır” dizesi, düşünceye giydirilmiş tüm iktidar örtülerinin (us, mantık, yasa, gelenek) içeriden gelen bir hastalıkla delindiğini sezdiriyor. “Ur”, aynı zamanda bastırılanın geri dönüşü; sistemin kendi içinden bozulmasıdır. Bu, şairin şiir anlayışının yıkıcı, çözümleyici ve imgesel alanı sınırsızca genişleten betimlemeler yumağı olduğunu gösteriyor. İkinci dize “Kıyıdaki cesetler denize döner”, biçimsel olarak tersine çevrilmiş bir akışı, zamansal ve mekânsal bir kırılmayı betimliyor. Ceset, ölümün simgesi olarak yaşamın sonudur; deniz ise her zaman başlangıcın, bilinmeyenin, doğumun metaforu… Bu bağlamda, kıyı ile deniz arasında kurulan ters akış, ölümden doğuma, çürüyüşten olasılığa, bitimden sürekliliğe yönelen bir döngüyü düşündürüyor. Buradaki toplumsal boyut ise oldukça karanlık: Cesetler, sanki geçmişin bastırılmış tanıkları gibi, şimdiye geri dönüyor. Denize dönmeleri, yeniden dolaşıma, yeniden düşünüşe katılmaları demek… Bu, belleğin bastırılan sözlerle kurduğu derin bağa işaret ediyor. Bir toplumun sahile vuran ölüleri, tarihsel suçların, görmezden gelinen acıların, suskunlukla mühürlenmiş öykülerin tortusu… “Şişede mektup / Okunmadan kalır” dizeleri, bu içsel ve dışsal hareketin en yalın ama en acı tanığı… Şairin duygu ve düşünce poetikasında iletişimsizlik yapısal bir sorun. Şişe, hem korunaklılık hem erişilmezliktir… Mektup ise bir çağrı; ama burada, okunmayan bir çağrı… Modern insanın iletisini gönderdiği ama cevap alamadığı bir dünyada, şair, duygu ile düşüncenin iç içe geçmiş birlikteliğini gözler önüne seriyor. Mektup okunmuyor çünkü çağdaş toplum, imgeleri tüketiyor ama anlamları taşımıyor. Bu bir görsel ve zihinsel yorgunluk mu? Belki de duyarsızlaşmış bir çağın körlüğü… Tüm bu temalar, dizelerde birbirine içkin, ayrışmayan, bütünsel bir yaşam algısı olarak beliriyor. Bu dizeler, okunmamış bir mektup gibi, ama tam da bu nedenle etkili biçimde güncel…
“Yenilgi. Eşit adımlarla yanaşıp dünyanın özüne
Yıldızların ucunu yeni baştan yonttum
Kaybolup bir metro durağında ya da uzağında bir grevin
Kalbe kısrak koşturan şarkıları unuttum”
Mete Özyılmaz’ın bu dizeleri, günümüz şiirinin karanlıkta parlayan taşlarını andırmakta: her dize hem keskin hem suskun; hem içsel çığlık hem toplumsal çöküş. Duygular, burada alçak sesle, bastırılmış gürültüyle ilerliyor. Her dize, düşmüş bir bayrağın kenarına ilişmiş toz zerresi gibi: görünmeyen ama ağırlık bırakan… Dizeler, bireyin yorgun sesini taşıyor önce; ardından topluluğun bastırılmış soluğunu. “Yenilgi. Eşit adımlarla yanaşıp dünyanın özüne” dizesinde o tek sözcükle -yenilgiyle- açılan kapı, insanlığın kaybını, çağın sessiz tükenişini duyumsatmakta… Eşit adımlar, yürünen yolun müziği; aynı zamanda düzleştirilmiş zihinlerin, aynı çizgideki düşüncelerin karşıt duruşunu imliyor. Sonra yıldızlara dönüyor gözümüz. “Yıldızların ucunu yeni baştan yonttum” sözü, geçmişin taş yontucusuyla geleceğin ışıltısını bir araya getirmekte ve yontmak, biçim verme işi; direnç, karşı koyuş, yeniden yaratım… Mete Özyılmaz, bu dizeyle insanın göğe, kendine de şekil vermesini anlatıyor. Işık, sunulmuş parıltı; çekiç sesleriyle kazanılmış aydınlık gerçeği… “Kaybolup metro durağında ya da uzağında grevin” dizesinde ise, çağın acelesiyle emeğin sessiz çığlığı çarpışıyor. Kentin yeraltı damarlarıyla, sokağın çırpınan nabzı iç içe geçmekte… Metro durağı, yönünü yitirmişliğin çağdaş mekânı olurken; grev, direniş, anımsanmayan geçmişin izlerini duyumsatıyor. Şair, bu dizede, insanın içsel çözülüşünü, toplumsal bağlamla örüyor; kişisel olanı, kamusal olanla eriterek… Mete Özyılmaz, bu şiirsel geçitte, Walter Benjamin’in pasajlarını çağrıştıran bilinçle ilerlemekte. Yani geçmişi anımsamanın, aslında bugünle çarpışmak için geri çağrıldığına bir gönderme… En vurucu ağırlık ise “Kalbe kısrak koşturan şarkıları unuttum” dizesinde saklanıyor. Kalp: duygunun, direncin, anımsamanın mekânı. Kısrak: Anadolu bozkırında özgürlüğün, tutkunun, coşkunun imgesi. Şarkılar: geçmiş zamanda eylemin nabzı, şimdi ise unutulmuş sesler. Unutmak, burada silinme; bastırılma, zorunlu geri çekilme… Şair, bu unutmayı edilgen; dirençsizliğin ağırlığında anlatmaya çalışıyor. Tam da bu dizelerde Özyılmaz’ın şiir anlayışı çıkıyor önümüze: yalın ama süslemesiz duygulanım ve anlatım sözkonusu. Katmanlı ve çarpışmalı. Modern şiirin içe kıvrılan devinimiyle, toplumsal belleğin dışa taşan çığlığını aynı gövdede toplamayı başarıyor. İçten içe kazıyor okuru. Kendi yıldızını, kendi sessizliğini yontmaya çağırarak. Dize dize, adım adım…
“Şehir kendinden geçer biz el alemle sevişirsek
El altından eğlenelim gizlice / martılara ne oluyorsa
Sonra kalkar kralları yakarız ve maaş bordrolarını”
İç içe geçmiş bir sınırsızlığın içinden sesleniyor dizeler bir daha. Bu sesler, hem içli hem başkaldıran; hem eğlenen hem de el yakan bir tutum taşıyor. Şiirin dış çeperine çarptıkça, aralanan anlam katmanları, şairin düşünsel pusulasını ve çağrışımlarının ağırlığını açık ediyor. “Şehir kendinden geçer biz el alemle sevişirsek” dizesi, baştan sona ironik bir çığlık… Bir kentin, sadece coğrafi ya da mimari özelliklerinden öte zihinsel ve eylemsel alan olduğunu da düşündürüyor. Şairin şiir anlayışı burada beliriyor yine: bireysel ile toplumsalı, haz ile isyanı, alayla ağrıyı yan yana getiriyor. Modern şiirin sınır tanımayan, kuralsız ama kurmaca içindeki gerçeği arayan damarından besleniyor. Geleneksel ahlak ya da bireysel utancı dışlayarak değil, onları tersyüz ederek… Bu nedenle, duygu ve düşünce poetiği hem tensel hem de tinsel; hem anlık hem tarihsel sarsıntılara açık. İmgelerin kıyısında gizli bir tarih var. “Martılara ne oluyorsa”, başta bir gülümseme yaratıyor gibi görünse de, aslında özgürlükten düşüşe, şehirdeki simgesel boğulmalara işaret ediyor. Çünkü martılar yeryüzünün betonuyla da çarpışıyor. Bu imge, hem öyküsel hem eleştirel… Kuşların özgürlüğü, kentteki sıkışmışlığı görünür kılıyor. Eğlenmek dahi bir tür gizlilikle, el altından yaşanmak zorunda. Bu çelişki, sosyolojik ve toplumsal çağrışımları açıkça duyuruyor. Toplumun ikiyüzlülüğüne, görünürdeki ahlaki yargılara karşı bir itiraz bu. El alemle sevişmek, hem bireysel bir cinsel özgürlük anlatımı, hem de toplumsal dedikodunun, gözaltı ahlakçılığının karşısında bir başkaldırı… Şair, ahlakın değil; çelişkilerin, bastırılmış arzuların ve görünmeyen şiddetin şiirini yazıyor. Son dize ise, şiirin ayaklarını yerden kesiyor: “Sonra kalkar kralları yakarız ve maaş bordrolarını.” Bu söylemle birlikte anlatım, doğrudan tarihsel bir vurguya ve felsefi bir bakışa geçiyor. Krallar, iktidarın her biçimini temsil ediyor sonuçta. Şairin gözünde maaş bordrolarıyla krallar aynı yakıtla yanıyor. Yani güç, düzen, disiplin, sınıf… Bordro; çalışanın görünmez zinciri. Krallık; o zinciri taşıyan sistemin adı. Bu, hem anarşist hem de özlemli bir düş: yıkıcı ama umutlu… Sonuçta Özyılmaz, dizeyi kıvırıyor, anlamı eğiyor, sonra bir çakmak gibi çakıyor. Ortada ne kaldıysa: duman, kıvılcım, sözcük…