
Haydar Demir’in, Favori Yayınevi tarafından yayımlanan yeni öykü kitabını az önce bitirdim. Kış güneşinin gölgesizliğinde kurulduğum cam önündeki küçük plastik masamda, bir taraftan “dışarıyı” izleyip yavaş hareketlerle yağan karı seyrediyor, bir yandan da kitabı edebiyatı, edebiyat özelinde öyküyü, genel anlamıyla yazmak uğraşını, bu değerli tutkunun “içeride”, hapishane koşullarındaki manasını düşünüyorum. Hapislik… Sanırım sadece duvarla, demirle, tel örgüyle sınırlandırmadan düşünülürse, insanın manzarasız bırakılmasıdır. Bir biçimde, görünür ya da görünmez sınırlarla kısıtlanarak dünyadan, memleketinden ve insanda, bir bütün olarak âlemden uzak tutulmasıdır. Sınır varsa, sınırın ötesini düşünüp hayal etmek de vardır, öyle değil mi? “Dışarı”dan bakan sizi, sınırları tastamam belli, fena halde görünür, can yakıp içi acıtır duvarların “içinde” görür. Hatta yanılgıya kapılarak siz de kendinize öyle bakar, öyle görürsünüz. Ancak öyle bakıp görmeyen, sınırın, duvarın, demirin ve bilcümle engelin ötesini düşünüp hayal eden, hapisliği aşar ve âlemin canlılığına, hayatın ve insan denen varlığın karmaşasına, caddeye, sokağa, çarşıya, pazara; velhasıl akıp giden zamana karışır. Yazmak tutkusuna kapılmışsan, tüm bunların üzerine heyecana kapılırsın. Zira düş damlamış kalemin seni boş kâğıtla buluşturur. Yazarsın… Yazıp kendi manzaranı, elinden alındığını düşündükleri hayatın ve insanın resmini çizersin. Sınırın farkına varırsın yazarken ve tam da bu yüzden, tıpkı “dışarıda” olduğu gibi “içeride” de hayal ediyor, düşlüyor olmanın keyfine varırsın: “İyi ki, hayal ettim!” cümlesi dökülür dudaklarından.
Çehov’un, yazmak uğraşısına gönül vermiş, ona tutkuyla bağlanmış “kaleminsan”larına fısıldadığı, bir tür öğüt sayılabilecek sözleri düşüyor aklıma:
“Sağlam bir fikrin olsun… Anlatacağın hikâyeyi iyi bil… Kısa, kesin, dikkatli, kontrollü bir tonda yaz…”
Kolay bir şey midir?
Kuşkusuz değildir, fakat emek verip yapılandırmaya çalıştığınız edebiyatınızın gerçekçi / sahici olması; bunun da ötesinde hakikatli bir demi tutması, giderek esaslı bir kıvama ulaşması için, büyük ustanın kulağımıza fısıldadığı öğüde uyarak yazmak kaçınılmazdır. Sade, yalın, abartısız bir dille yazmak; “edebiyat yapacağım” diyerek kurgusal bir heyecan ya da telaşın peşine düşmemek; büyük oranda unutulmuş, bilerek es geçilip görmezden gelinmiş olay / hikâye ile anlatıyı bütünleştirmek; okurun önüne gerçekmiş hissiyatı yaratmanın ötesinde “gerçek mi gerçek metinler” koymak, herhalde ancak bu bakışla başarılabilir. Çünkü ancak bu türden bir edebiyatın satırları sayesinde metnin akışına kapılırsınız. Zira o metnin içindeki sözcükler, size tanıdık gelen sesleri şakır, yüzleri resmeder, kokuları alarak bulunduğunuz mekâna taşır. Bildik, tanıdık sokak ve caddelerden geçer; aşina olduğunuz olay ve insanlarla karşılaşırsınız. Sizi size anlatan bir eserin sayfaları değildir artık çevirdiğiniz; hayatın kendisidir. Yok olmuş, unutulmuş, aslında daha çok unutturulmuş, ne yazık ki değersizleştirilmiş insan tiplerini, ilişki biçimlerini, değer yargılarını, hitap ve yaklaşım tarzlarını görür; satırların sizi alıp taşıdığı zamanla mekanın parçası olur, metni solursunuz.
Haydar Demir’in, uzunca bir aranın ardından yayımlanan öykü kitabı “Kokulu Rüzgâr”, işte bu nitelikte bir kitaptır.
25 yıldır “içeride” olan Haydar Demir, toplamda 26 öyküden oluşan bu yeni kitabında bizleri, “gerçek hikâyeler”le buluşturuyor. Zamanları ellerinden alınarak görünmez kılınmış, yok sayılmış, itilip horlanmış, aşağılanarak kısıtlanmış insanlara, kurduğu cümleler yoluyla “hayat hakkı” / “söz hakkı” vermiş. Bize bir “edebi geçit” düzenlediğini düşündüm okurken. Zira Demir, işçileri, köylüleri, hamalları, kunduracıları, dökümcüleri, çırakları, ustaları, hayatın kıyısına sürüklenmiş erkeklerle kadınları, yaşlılarla çocukları, emeklileri, öğretmenleri, doktor ve hemşireleri, devrimcileri alıp birer birer “sahneye” taşıyor. Sahnenin dışında hissetmeden öykülerine karıştığımız insanların “manzaraları”na tanık oluyoruz. Bizzat kendi dillerinden akan hikâyelerin peşine düşüp kaybolmuyor; tartışıp düşünüyor, yer yer satırların altını çiziyoruz. Eh, bütün bunlar, nitelikli bir edebiyatın işaretleri değil midir zaten!
Öyküleri okurken bir anda Adana Otogarı’na gidiyor, kalabalığın sesiyle kokusuna karışıyorsunuz. Hayat acemisi bir kamyoncunun dramına ortak oluyor, tanıdık gelen satırların sizi alıp götürdüğü bir geri dönüş hikâyesinde, gerçeğe tahammül etmenin zorluğuna kafa yoruyorsunuz. Çekirdek çitlemeyi seven Bakkal Kadir’le dükkân camekânının önünde bir yere ilişiyor, gelip geçenle hasbihal edip, “şu ölüm, ne can yakan bir şeydir,” diyorsunuz. Ayakucunuzda gezinip duran bir lanetli gölge…
Pazar Yeri’nde, yetim olmayan, ama yetim bırakılmış Fadik’e kulak veriyor; dünyada bir başına kalmanın fenalığıyla yüzleşiyorsunuz. Bazen işine aşık bir terzi ustasının, bazen işbilir kunduracının ya da dökümcünün hayatına giriyor; onlarla birlikte, düşle-gerçek arasında gezinerek heyecanlarının, arzularının, aşklarının, acı ve sevinçlerinin, hayallerinin, kayıp ve kazanımlarının tanığı oluyorsunuz. Kişiler, tanımlandıkları konum, sınıf, statü gibi özelliklerine ya da icra ettikleri mesleğe ya da boşta gezerliğe uygun bir tarzda konuşuyor. Anlatıcı, sayadan, saya fonuyla bombesinden, rakıptadan ya da “Polatka parası” söz edince, kendinizi Gedikpaşa’daki bir kundura atölyesinin içinde rahatça buluyorsunuz. Yahut bir dökümcüde…
“Racon”, “Sinyalci” ya da “İflas” gibi öykülerde hem ince bir mizahla, ironiyle karşılaşıyor hem de ağlanacak haller(imiz)e gülüyorsunuz.
Yaşanmışlık hissi uyandıran öykülerindeki tiplemeleri içerden, içlerinden biri gibi anlatıyor Demir. Gözlemi iyi, tutarlı, derin… Ayrıntıları işlevsel kullanıyor ve bu, öykülerine bütünlük kazandırıyor. Dil sade, yalın, abartısız. “Sözcük ekonomisi”ne özen gösteriyor. “Edebiyat yapmadan” da edebiyat yapılabileceğini, ürünleriyle sergiliyor. Bu arada yer yer küfürbaz bir dili var. Apaçık yazmaktan kaçınmıyor. “Suçu” onda mı aramalı, yoksa genelde “kaybedenlere” has bu tarzın, hikâyesini anlatan kahramanlara özgü bir şey olduğuna mı yormalı, bilmem!
Tematik zenginliği, ele aldığı kişi-konum-durum ya da olayların çeşitliliği, yarattığı edebi atmosfer ve kullandığı dille öykülerini “gerçekçi” kılan; okurunu bu “gerçekler” üzerine düşünmeye yöneltip hakikat arayışına iten Haydar Demir’in “Kokulu Rüzgâr”ı, yazarın edebi yolculuğunda nitelikli bir adımdır. Arka planda resmedilen, bizi anlam arayışına yönlendiren kimi olgusal değiniler, bazen bir ufak cümle ya da sözcükle bam teline basılan meseleler, size sadece bir öykü okutmuyor, eleştirel bakmaya da sevk ediyor. Bu anlamda Haydar Demir, “Kokulu Rüzgâr”ıyla okurlarını 2008’de yayımlanan “Makine” adlı eseriyle tattırdığı edebi lezzeti aşan bir yeni tatla buluşturmuştur, diyebilirim.
Kalemi özgür ve kıvrak, beyniyle fikri firarda olan Haydar Demir’in yeni kitabi, “sahici bir edebiyat” ile buluşmak isteyenler için, okurlarını bekliyor.
Kar hala yağmaya devam ediyor…
Cam önündeki küçük plastik masamda, edebiyatın büyüsüyle silinip yok olan duvarların, demirlerin, tel örgülerin, ezcümle sınır(lar)ın ötesini izliyorum. Sıkıntı yüzünden değil. Sıkıntıya rağmen… Yazıyorum! Haydar Demir de öyle… Onu, bu yeni kitabıyla yarattığı “sınırsız” manzara için kutluyorum.
edebiyathaber.net (2 Temmuz 2025)