
Camus’un yaşadığı yüzyılın başlarında savaşlar hastalıklar vardı. Dünya düzeni alt üst olmuş ,yaşanan bu değişiklikler bütün insanlığı etkilediği gibi onu da etkilemişti. Yaşamında hissettiği belirsizlikleri, manasızlığı ve korkuları bütün bu düşüncelerinin etkisinde kalarak, eserlerinde yeniden üretti. Her ne kadar kendisini düşünür olarak ifade etmese de Camus, inandığı felsefe olan varoluşçu felsefenin etkisi altında kalarak absürdizm inancına katkılar sağlamış ve saçma felsefesini geliştirmiştir. Hayatın manasızlığını eserlerinde ve düşüncelerinde ortaya koyarken asla nihilist olmamış, nihilist yaklaşımının aşırılığını da tasvip etmemiştir. Çünkü o hayatı lanetlemez.
Yabancı romanı “Bugün anne öldü. Belki de dün, bilmiyorum,” cümleleriyle başlar. Okurunu asla sıkmadan yalın bir dille Bay Meursault’nun hayatını anlatırken her cümlede hayata dair yabancılaşmayı karakterden dinleyebiliriz.
Meursault annesinin cenazesine katılmak için patronundan izin alırken, “Bunda benim suçum yok” der ve ondan sadece bir başsağlığı dilemesini bekler. Konu, sıradan ve basittir. Fakat asıl sihir yazarın romanın içine bir filozof olarak hayata bakışını, inandığı felsefenin ince ayrıntılarını gizlemesidir.
Huzurevinde yaşayan annesini ziyarete gitmediği, ona evinde bakmadığı için duyduğu suçluluğu iliklerinize kadar hissedersiniz. Bunu da sizi uzun uzun yürüyüşlere çıkarırken anlatır. Okumakla kalmaz içinde yaşarsınız. Annesinin cenazesine konuk olursunuz. Tasvir ettiği sandalyede oturur, tutmadığı yasını onunla birlikte yaşarsınız. Yarım asırdan daha uzun zaman sonra bile içinizi acıtan kelimeler, duygusal betimlemeler ve cümleler o an içinde bulunduğunuz ortam her ne ise sizi oradan alıp götürür.
Cenazeden sonra yaşadığı şehirdeki normal hayatına geri dönen karakter, annesinin ölümünün onun hayatında hiçbir şeyi değiştirmediğini düşünür. O günlerde Suda Marie’ye rastlar ve ilişkileri başlar. Sanki hiçbir şey olmamış gibi… Meursault’nun hayatındaki devinim, onu bıkkınlığa sürükler. Yaşadığı her ne ise, her şeye yabancıdır. İlerleyen günlerde talihsiz bir anın içinde kendini bulur ve bir adamı öldürür. “…daha önce kitaplarda buna benzer tasvirler okumuştum, bütün bunlar bana bir oyun gibi göründü…” Tutuklandıktan sonra sorgu odasında bunları söyler. Sanki alelade bir yerdedir, sanki burada sorgulandıktan sonra bir hapishaneye gitmeyecek gibidir.
Meursault, birçok şey yaşıyor fakat hayatın içinde adeta matematikteki etkisiz elemanmış gibi dolaşıyor, konuşuyor, eyliyor ancak itiraz etmiyor, yüzeysel büyük bir kabulleniş içerisinde. Okurken kendinizi akışa bıraktığınızda yaşamın anlamına ait varoluşsal mana bilinçaltımıza ince ince işliyor. Bu âlemde ne yaşanırsa yaşansın, hatta ölüm bile, her şeyin anlamsızlığını hissettirerek bizi sihriyle efsunluyor. O zaman insan düşünmeden edemiyor, aslında hayat bu manadan mı ibaret?
21. Yüzyıl perspektifiyle belki de yaşamın bir holografik boyutunun olduğunu düşünürsek, hayatın manasızlık zincirinden ibaret olduğu düşüncesi, Camus bu yüzyılda yaşasaydı, hayatın sanal gerçeklik algısından ibaret olduğunu şu anki duyularımızla algılayamayacağımız bir simülasyon ortamında yaşadığımızı, yaşam ve ölüm arasında olup bitecek her şeyin saçma olduğunu bize söyler miydi? Yoksul bir ailede büyüyen Camus, çok varlıklı bir ailede büyüyüp konforlu bir hayat yaşasaydı, böyle ünlü bir yazar ve düşünür olur muydu?
edebiyathaber.net (18 Mart 2025)