
Modern Çin’in dünya çapında ün yapmış büyük yazarlarından Yan Lianke’nin atalarına hürmet için kaleme aldığı anı kitabı “Babamın Kuşağı ve Ben” İthaki etiketiyle yayımlandı. Yazarın otobiyografik öyküsü, aile bağlarının kuvvetini ve çocuklarına bir ev yapabilmek uğruna bir hayatın nasıl heba edildiğini anlatıyor. Daha iyi bir hayat ümidi ile köyden şehre gidip çalışanların yaşadığı kültürel arafın yarattığı erozyonu okurken, “Biz bu filmi görmüştük” diyorsunuz…
1 Ekim 2007’de dördüncü amcasının vefat haberini alan Yan Lianke, Pekin’den Song kasabasındaki cenaze törenine katılmak üzere apar topar yola çıkar. Babası, iki amcası ve intihar eden gencecik kuzeninin ardından şimdi de en büyük amcası veda etmiştir hayata. Kasabaya döndüğü gece, cenaze çadırındaki tabut başında diz çökerek saygı nöbeti tutar. Kız kardeşi biten tütsüyü bir yenisiyle değiştirirken; “Lianke ağabey onca kitap yazdın neden bizim ailemizi de yazmıyorsun? Babamızın kuşağından kimse kalmadı şimdi. Üç kardeş hakkında yazsana. Kendini ve çocukluğunu da yazarsın” der o derin yas ortamında. Lianke, kardeşini yanıtsız bıraksa da o dakikadan sonra geçmişine yolculuk etmeye başlamıştır. Babasının kuşağının geçinebilmek, hayatta kalabilmek ve çocuklarına birer ev yapabilmek için ömürlerini nasıl heba ettiklerini hatırlar. Sonra tüm hikâyeyi kendisinden başlayarak yazmaya başlar.
Yan Lianke’nin 2009 yılında yayımlanan “Babamın Kuşağı ve Ben” isimli kitabı 2024’ün son çeyreğinde Lale Aydın Tunç’un titiz çevirisi ile Türkçeye kazandırıldı. Anıların bazılarının bıçak yarası gibi iz bıraktığını söyleyen büyük yazarın anlatımıyla Lianke’nin aile hikayesine gelin birlikte bakalım; Lianke, 1958 yılında Orta Çin’in fakir köylerinden birinde dünyaya geldi… Anne babasının genellikle ay takvimini kullandığı yoksul bir evde yetişti… Yıllar sonra üniversitede edebiyat alanında eğitim alacak olan Lianke, köy tapınağının içindeki okulda başladı eğitim hayatına… 1978 yılında orduya kaydoldu, aynı dönemde de yazmaya başladı… Edebiyat yolculuğunu ödüllerle taçlandıracak, başarıyı daha ilk romanında yakalayacaktı…
Lianke’nin anıları aynı zamanda dönemin ruhu ve çağının almanağı niteliğinde… Roman tadındaki hikayesini okurken, yaşadığı dönemin sosyal ve kültürel kodlarına da hâkim oluyorsunuz… Mesela; ilkokul ikinci sınıftan üçüncü sınıfa geçebilmek için Başkan Mao’dan Seçme Sözler dersinden en az on veya on beş maddenin ezberlenmesi gerektiğini… Kültür Devrimi’nde okulların askıya alındığını, Çin’de soyadların isimlerden önce geldiğini, insanların birbirlerine soyadlarıyla hitap ettiklerini… Tarım işçilerine yönelik çalışma puanı sistemi oluşturulduğunu, evlenmeden vefat eden genç erkeklerin ölümden sonraki yaşamlarında eşleri olmaları için ölen kadınlarla birlikte gömüldüğünü öğreniyorsunuz… Bir başka ayrıntı da Lianke’nin aile bireylerinden bahsederken “İkinci ablam, dördüncü amcam” gibi sayısal tanımlar kullanması…
Açlığın hafızası
Lianke’nin anılarını okurken, Knut Hamsun’un “Açlık” romanı geldi gözlerimin önüne… Zira yazar; o yıllara dair belleğinde yer edenleri şu cümlelerle özetliyor; “1970’li yılların bende bıraktığı derin iz devrim değil, açlık ve bitmek bilmeyen işlerdi. Büyük ablam hastaydı, tüm yılı yatarak geçirmişti. Ablamı tedavi ettirmek tüm ailemizin öncelikli odağı olmuştu. (…) Başkan Mao müthiş biri olmasına rağmen bir doktor değildi ve ablamı iyileştiremezdi. Bu yüzden ailemizin hayatı devrimden uzaktı. Tıpkı köyün şehirle, köylünün şehirliyle, fakirin zenginle olan uzaklığı gibiydi.”
Ancak yakın tarihin en önemli tanıklığına Büyük Çin Kıtlığı’nı yerleştirmek lazım. Söz yine Lianke’de; “Büyük Kıtlık’ın öğrettiği en derin şey, devrimin yiyecek değil, coşku ürettiğiydi. Büyük Kıtlık döneminde binlerce insan açlıktan ölmüştü. (…) Tarım yapmak için benim gibi hem okuyup hem de ot biçerek, sığırları otlatan öğrencilere ihtiyaç vardı. Hangisinin gerçek işim olduğunu, hangisini boş vakitlerimde yaptığımı söylemem zordu. Otları biçip hayvanları otlatırken, annemle babamın gün doğumundan gün batımına kadar çalıştıklarını ve bu sonsuz emeklerinin karşılığında sonsuz bir açlığa maruz kaldıklarına tanıklık ederdim. (…) Maddi kıtlık yüzünden çiftçiler bile sokaktan bir susamlı çörek almak için bir iki gıda kuponuna ihtiyaç duyuyorlardı.”
Bazen aç, bazen tok olarak büyüdüklerini anlatan Lianke, çocukluk yıllarını bakın nasıl tasvir ediyor; “Çok yoksul ve şefkat dolu bir evde büyüdüm. (…) Hepimiz yırtık pırtık giysiler giyerdik. Ders kitaplarımızı taşıyacak okul çantamız yoktu. Yağmurlu günlerde giyeceğimiz lastik ayakkabılarımız yoktu, kumaş ayakkabı da giyemezdik. Bu yüzden çamurlu sularda yalınayak yürümek zorunda kalırdık. Bazen ayağımızı yere bastığımızda çığlıklar yükselirdi, bir su borusundan akar gibi ayağımızın altından kan akardı.”
Çocuk gözleriyle ölümü izledi
Lianke 7 yaşlarındayken karşılaştığı bir manzarayı ise asla unutmayacaktı; “Hâlâ hafızamda taze olan şey, 1975 yılında ya da o sıralarda, köydeki nehir kıyısında birkaç suçlunun idam edilmesiydi. (…) Önce civar köylerde suçluların kamyonun her iki yanında ayakta durduğu bir geçit töreni düzenlendi. Elleri arkadan bağlanmış, göğüslerine isimlerinin ve işlediği suçların yazılı olduğu bir kart asılmıştı. (…) Geçit töreni kamyonu kalabalığın ortasından yavaşça ilerledi. Birkaç el silah sesinden sonra, yağmur sonrası açan hava gibi her şey sakinliğe kavuştu…”
Kırsaldan kaçabilmek için yazıya sığındı
Lianke’yi yazarlığa yönlendiren içindeki yazma aşkı kadar kırsaldan kaçma arzusuydu. Fitili ateşleyense Zhang Kangkang’ın bir kitabının arkasındaki biyografi oldu. Orada, Kangkang’ın ‘Sınır Çizgisi’ romanını kaleme aldıktan sonra Büyük Kuzey Kırsalı’ndan eyalet başkenti Harbin’e gittiği yazıyordu. Demek ki bir kitap yazarak kırsaldan kaçıp şehre yerleşmek mümkündü. 1975 yılında yazma isteği böylece alevlendi. Yıllar sonra bu kitabı kaleme alırken o günleri şöyle özetleyecekti; “Bir roman yazıp şehirde yayımlatarak oraya yerleşme tohumlarını çılgınca ama hırsla ekmiştim. Ve gizli gizli yazmaya başladım…”
Lianke, “Kan ve Ateş Dağı” adlı devrimci romanı yazmaya başladığında liseye başlamıştı. Gündüzleri okula gidiyor, gece olunca gaz lambasının ışığında kesintisiz çalışıp romanını tasarlıyordu. Kendi deyişiyle, edebiyatın varlığıyla hayatı anlam kazanmıştı… Ünlü bir yazan olduktan sonra kendisiyle yapılan röportajlarda “Sizi en çok etkileyen yazar kim?” sorusuna, “Zhang Kangkang ve Sınır Çizgisi romanı olduğunu” söylemesi boşa değildi…
“Kan ve Ateş Dağı” romanını yazarken ablasının dayanılmaz acıları yeniden alevlendi. Evde birilerinin yağ, tuz, ilaç gibi günlük ihtiyaçları karşılaması için çalışması gerekiyordu. Henüz 17 yaşını bitirmemiş olan Lianke, okulu yarım bırakıp tren istasyonunda hamallığa başladı. Ardından da dağa çıkıp taş ocağında çalıştı. Mao’nun ölümünü bir haftalık ağır mesaiden sonra dağdan indiğinde öğrendi. Ardından evine döndü ve köyden uzaklaşabilmek için askere gitti. İki yıllık yazı emeği ise Lianke silah altındayken küle döndü. Çünkü annesi yüzlerce sayfayı sobayı ve fırını yakarken ateş tutuşturmak için kullandı. Yazdığı roman taslağını komutanına okutmak isteyince gerçeği öğrenen Lianke, en büyük hayal kırıklığını böylece anılar hanesine eklemiş oldu. Lianke askerdeyken savaşın acımasız yüzüyle de karşılaştı. Çin-Vietnam Öz Savunma Karşı Saldırısı olarak bilinen Güney Cephesi Savaşı patlak verdi.
Ölürken ağlayan bir baba
Gelelim Lianke’nin babasına… Ölüm kalanlar için bir yas olduğu kadar bir vicdan azabıdır. Gidenler için yaşarken yapılan veya yapılmayan her şey bir yük olup kalanın omuzlarınıza çöker. Lianke de babasının ölümünden ve yorgun kalbinin henüz elli sekiz yaşında durmasından kendini sorumlu tutacak ve “Babam benim yüzümden öldü… Savaş zamanında tam da ben kaçıp orduya katıldığım için hastalanmıştı. Astım kısa sürede zatürreye döndü” diyecekti. Babasının ölürken göz yaşı döktüğünü aktaran Lianke, o son vedayı ise şöyle anlatıyor; “Babamın başı göğsüme yaslanmışken, elini tutarken nefes almayı bıraktı, gözlerinden de iki damla yaş aktı. Eğer babam bu dünyayı sevmeseydi, ömrünün sonunda o hüzünlü gözyaşlarını döker miydi? Babamın ölümüne ben sebep olmasaydım belki yetmiş altı, hatta seksen yaşına kadar yaşayabilirdi. Babamın ömründen aldığım bu on sekiz yıllık borcu nasıl öderim?”
Dağın etekleri açlıktan ölenlerin mezarı oldu
“Çocukluğuma dair er derin anım, 60’lı yılların başlarına ait” diyen Lianke, dönemin buhranlarını tüm detaylarına kadar anlatıyor. Söz yine Lianke’de; “Büyük amcamın sekiz çocuğu vardı, amcam ve yengemle on kişilik bir aileydiler. O zamanlar Çin’de sözde ‘üç yıllık doğal afetler dönemi” yeni bitmişti. Açlıktan ölen milyonlarca insanın kemikleri hâlâ soğumamıştı. (…) Amcamın yengemi ve çocuklarını ‘üç yıllık doğal afetler’ döneminden nasıl sağ çıkarabildiğini bilmiyorum. Köyün yaşlıları, sonraki nesillere o dönem açlıktan toprak yemek zorunda kaldıklarını, ağaçlarını kabuklarını soyup bir çeşit çorba yaptıklarını sık sık anlatırlar. Dağın yamacında açlıktan ölen insanların cesetlerinin günler boyunca kaldırılamadığını, aç kartalların cesetlere çullandığını söylerler.”
Yan Lianke’nin hayatının en önemli kilometre taşlarından biri de kırsalın dışındaki dünyayı kendisine öğreten dördüncü amcasıydı… “Şehirdeki sokakların betonla döşendiğini, sokak lambalarının ateş gibi parladığını, gece boyunca dışarıda kimse olmasa bile yandığını” söyleyen amcası… Kırsalın dışındaki yaşamı gözleriyle görebilmek için bir süre köyden kente çalışmaya giden amca evine konuk oldu… İlk o zaman fark etti “boyun eğenlerin” yaşadığı zorluğu. Sözü yine Lianke’ye bırakalım; “Fark ettim ki, dördüncü amcam gibi bu yaşlı işçiler de köyden gelmişlerdi. Eşleriyle çocuklarını tarlayla ilgilenmek üzere geride bırakmışlardı. Hepsi halk arasında ‘boyun eğenler’ olarak adlandırdığımız kişilerdi. Bu boyun eğenler kırsala döndüğünde ‘dışarıda çalışan insanlar’ olarak kabul edilirdi. Ancak şehirli insanlar onları ‘köylü’ olarak adlandırırdı. (…) ‘Boyun eğen’ statüsü sadece bir kimlik ve durum değil, aynı zamanda yaşamınız ve kaderinizdi. Onların en dikkate değer özelliği, işte çok çalışkan olmalarıdır çünkü en küçük bir dikkatsizliğin işlerine mal olacağı korkusu taşırlar…”
Yaşlılar rüzgârı engelleyen ağaçlardır
Lianke zaman içerisinde babası ve babasının kuşağının tamamıyla vedalaştı. Kitabındaki vedası ise yaşadığı topraklardaki bilgelerin sözleri ile oldu: “Yaşlılar, kaç yaşında olurlarsa olsunlar yine de önümüzdeki rüzgârı engelleyen ağaçlardır. (…) Onlar yaşadıkları sürece sen kendini hâlâ genç düşünürsün. Neyse ki bizden önceki kuşaktan, üçüncü amcam, üçüncü yengem, büyük yengem, dördüncü yengem ve annem hâlâ yanımızda. Böylece ailemizi saran duvarların bir tarafı yıkılmış da olsa diğer üçü ayakta, soğuk ve karanlık rüzgârın içeri esmesini engelliyor gibi hissettiriyorlar.”
edebiyathaber.net (3 Mart 2025)