Dostoyevski: “Acıların efendisi” | Nilüfer Kuzu

Aralık 13, 2023

Dostoyevski: “Acıların efendisi” | Nilüfer Kuzu

İnsanlar nasıl bir dünyaya, aileye, ortama geleceklerini bilmeden dünyaya gelirler. Kimi yoksul bir ailede doğar, kimi çok zengin, kimisi doğuştan ayrıcalıkdır, kimisi de mücadelenin içine doğar ve hayatı boyunca hep mücadele etmek zorundadır. Bu yoksulluk, yokluk, sıkıntı, keder kimilerini gün gelir dünya edebiyatında en başlarına taşınmasına vesile olabilir. Ama zirveye ulaşmak hiç de kolay olmayacaktır tabii. Dostoyevski bunlardan biridir. Zweig’in tabiriyle, “Dostoyevski felaketleri öyle dönüştürür, bütün aşağılamaları öyle ters yüz eder ki, sadece en sert kader ona uygun olabilir.” Yoksullar evinden doğar, soylu bir babanın, köylü kanından bir annenin oğlu olarak. Romanın kahramanı İlyuşka gibi bir ayyaştı babası. Moskova’da o yoksullar evinde, kardeşiyle paylaştığı dar bir bölmede hayatını geçirmiştir. Tıpkı onun yarattığı romanının kahramanı Kolya  gibi o da erken yaşta olgunlaşmıştır. Sanatçılığının otuz yılını sara hastası olarak geçiren Dostoyevski, bunun dehşetini Prens Muşkin’de kendisine acı vererek açıklıkla anlatır. 

İnsanlardan uzak, kitapların arasında bir dünya kurmuşlardı erkek kardeşi ile birlikte. Bu doyumsuz okuma eğilimi onu gerçek dünyadan giderek koparmıştı. İnsanlığa karşı güçlü tutkuyla dopdoluydu, ama insanlar karşısında hastalık derecesinde çekingen ve kapalı, aynı anda kor ve buz, en tehlikeli yalnızlıkların müptelasıydı”. Para sıkıntısı yüzünden askere gider, orada da arkadaşı bulunmaz, kitapların arasında inzivaya çekilirdi. Maddi sorunlarını çözmek için geceleri Balzac’ın Eugénie Granted’ini ve Schiller’in Don Carlos’unu çevirdiği dönemde İnsancıklar romanı olgunlaşmıştır. Eserini 24 yaşında; “ateşli bir tutkuyla, neredeyse gözyaşları içerisinde” yazdı. Eserinin el yazmalarını okuması için şair Nikolay Nekrasof’a okutmaya karar verdi. Nekrosof, el yazmalarını yakın arkadaşı Belinski’ye götürür. El yazmalarını iki arkadaş bütün gece birlikte okumuşlar ve ağlamışlardı. Belinski roman hakkında şöyle diyecektir: 

“İki gündür kendimi bu kitaptan uzaklaştıramıyorum. Yeni bir yazar yeni bir yeteneğin kalemi bu; onu tanımıyorum, kimdir, neye benzer bilmiyorum ama bu roman Rusya’da hayatın sınırlarını öyle kahramanlarını veriyor ki bize, bundan önce hiçbir yazar bu kadarını düşlerinde bile göremezdi… Rusya yeni Gogol bir kazandı.”

Dostoyevski, elyazmalarını Nekrasof’a bıraktıktan sonra iki gün hiç haber alamaz. Geceleri evinde lambanın gezı bitinceye kadar çalışmaya devam eder. Dördüncü gün kapısı çalınır ve Nekrasof Dostoyevski’nin boyunu sarılır, öper ve kutlar. O gece yarısı çalan zil onu şöhrete çağırıyordu. Olaylar o kadar hızlı gelişmiştir ki, doğal olarak Dostoyevski bunu şaşırmıştır. Ertesi gün, kendisini görmeye gelen Nekrasof, “Peki, siz burada neyi başardığınızın farkında mısınız?” diye heyecanla bağırır genç adama. Dostoyevski dehşete kapılmış, bu ansızın gelen şöhret onda bir ürperti utandırmıştır. 

Dostoyevski’nin hayatında genellik başlangıç melodramdır, ama sonunda hep trajediye dönüşür. Her türlü yükseliş bir düşüşle ve bu bir saniyelik ihsan, mekanizmada meydana gelen birçok umutsuz saat ve kederle ödenir. Belinski tarafından başına konan hale, bu şöhret aynı zamanda atağa vurulan ilk zincirin bir halkasıdır.”

Bu heyecanı, mutluluğu da çok uzun sürmeyecektir. Yine bir gece yarısı kapısı çalınır. Kapıyı açtığında, bu defa karşısında bilakis ölümün çağrısını yapan  subaylar ve kazaklar odasına dalarlar. Onu tutuklarlar, suçunun ne olduğunu bilmeden Aziz Pavel Kalesi’ndeki hücreye atarlar. Burada dört ay kalır. Birkaç arkadaş toplantısına katılması, bu toplantıların abartılarak suç kabul edilerek, Petraşevksi suikastı olarak nitelendirilmiş, bu sebeple tutuklanmış, kurşuna dizilerek ölüme mahkum edilmiş, sonrasında ölüm cezası Sibirya’da hapis cezasına çevrilmiştir. Böylece genç yaşta kavuştuğu ilk şöhretten yuvarlanıp isimsiz bir şöhrete düşer. 

Bu tutsak yıllarını Ölü Evinden Anılar  adlı eserinde anlatacaktır. Hapishaneye girdiğinde kışın, aralık ayıydı. “Sürgün hayatında hürriyet yokluğundan ve zorla çalıştırılmaktan başka, diğerlerinden daha korkunç bir azabın olduğunu zamanla öğrendim: Zorunlu ortak hayat. Ortak hayat başka yerlerde de vardır tabii, ama hapishanede öyle insanlar var ki, onlarla bir arada yaşamak herkesin arzuladığı şey değildir ve eminin sürgünlerin çoğu, bilinçsiz de olsa bu azabı duymuştur”, diyecektir anılarında. Tutulduğu hapishanede, kazara ile katil olanlar, adam öldürmeyi meslek edinmiş katiller, haydutlar, haydutların elebaşları, basit hırsızlar, serseriler, sorguncular, devleti dolandıranlar bulunmaktaydı. Mahkumların genel olarak geçmişlerinden az söz ettiklerini ve anlatmayı pek sevmediklerini, geçmişi düşünmemeye çalıştıklarını söyler. Burada dört yıl kalacak, girdiği ayın aynı gününde çıkacaktı. Bu sürgün yıllarını anlattığı Ölü Evinden Anılar kitabını okurken Çar gözyaşlarına boğulur. Ve şöhreti yeniden yükselmiştir. Bir dergi çıkarmaya başlar ve yazarlığın yanında hem vaiz, hem politikacı, hem de “Rusya’nın Eğitmeni” olur.”  Ve yine bir yıkım anı: Dergi yasaklanır. Ve darbe darbe üzerine gelir; karısı ölür, hemen ardından kardeşi ve aynı zamanda en yakın arkadaşı olan yardımcısı ölür. İki ailenin borçları omuzlarına yüklenmiş ve yine acılı, zor günler başlamıştır. Direnmek zorundadır, gece gündüz, yorulmak bilmeksizin yazar ve çalışır. Tasarruf edebilmek için de yazdıklarını kendisi basmaktadır. 

Hayat onu üç kez havaya fırlatır, üç kez yere serer: İlk kitabı ona bir isim bahşeder, hemen hemen ardından güçlü pençeler onu yakalar ve isimsizler diyarına fırlatır: Hapishaneye, Katorgo’ya, Sibirya’ya. Sonra daha güçlü ve cesur olarak yeniden ortaya çıkar: Ölü Evinden Anılar Rusya’yı serseme çevirir. Çar bile kitabı gözyaşları içinde okur, Rus gençliği onun için yanar tutuşur. Bir dergi çıkarır, sesini bütün halka yöneltir, ilk romanlar vücuda gelir. Sonra aniden maddi durumu çöküntüye girer, borçlar ve kaygılar onu ülkesinden atar, hastalık bedenini kemirir, bir göçebe gibi bütün Avrupa’yı dolaşır, ulusu tarafından unutulur. Ama çalışma ve mahkumiyet yıllarından sonra üçüncü kez isimsiz sefaletinin korkunç sularından yeniden belirir: Puşkin’i anma konuşması onu ülkesini en büyük yazarı, peygamberi haline getirir. Ama tam da o sırada demir pençe yeniden yere serer ve ulusun coşkulu heyecanı kendini kaybederek bir tabutun etrafını sarar. Artık kaderin ona ihtiyacı kalmamıştır, o korkunç ve ne yaptığını bilen irade istediğini elde etmiş, onun hayatından en yüksek zihinsel verimi almıştır. Şimdi ise bedeninin boş kabuğunu öylece bir kenara atıverir. 

Sürgün, acı, sefalet içinde bir hayatından ardından elli iki yaşında Rusya’ya dönebilmiştir. Ve elli iki yaşında, karamsarlık ve ağırlık çöken, Dostoyevski bu durumu eşi Anna Grigoriyevni’ye şöyle anlatır: “Sanki bir suç işlemişim gibi bir çeşit hüzün ve keder içindeyim.”

Zweig’in tabiriyle, “acıların efendisi” Dostoyevski 10 Şubat 1881’de öldü. Cenaze taşınırken Dostoyevski’nin kutsal rüyası bir saatliğine gerçek oldu: Birleşmiş Rusya! 

Kaynak: Stefan Zweig, “Üç Büyük Usta”, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Vikipedi 

edebiyathaber.net (13 Aralık 2023)

Yorum yapın