Bir roman nasıl anlaşılır? | Erdinç Akkoyunlu

Eylül 18, 2020

Bir roman nasıl anlaşılır? | Erdinç Akkoyunlu

Herkes ve her şey size roman okumanızı söyler; hatta bunu size zorunlu kılar: Eğitim sistemi, öğretmeniniz, Cuma akşamları buluştuğunuz sosyal çevreniz, metroda gözünüzün takıldığı güzel üniversiteli kız, insan kaynaklarının işe alım testleri. Liste uzayıp gider, fakat sorumluluk değişmez. Hayat size sözcüklerle kurulmuş bir kurgu dünyasını anlamanızı şart koşar. Ve hiç kimse, bir romanı nasıl anlayacağınız konusunda elini taşın altına koymaz.

İşe bu tarafından bakınca ne denli sinsi, iki yüzlü ve öte yandan bir romanı tam manası ile anlayamamanın getirdiği acımasızlıkla karşı karşıya, koyun koyuna olduğunu anlamanın getirdiği tiksinti hali ile çaresizlik duygusu. Sahi, Karamazov Kardeşler romanı gerçekten de baba cinayetini ele alan bir metinden mi ibaret sadece? Ya da Anna Karenina sadece bir kadının aldatması ve bunu yanlış bulan toplum baskısı sonucu intiharının hikayesi mi? İnce Memed de yalnızca otoriteye başkaldırının destanı mı? Gerçekten de roman denilen sanat bu kadar basit mi? Hem de kolay anlaşılır mı? Aslında dünyada çift cevabı olan sorular aleminde bu bölüm en üstte yazılır. Roman hem kolay anlaşılan hem de aslında gerçek anlamda; yani yazarın onu metne dökmesine kasıt olan hali ile anlaşılamayan değil de yalnızca çok az insanın hakkını vererek kavrayabildiği bir metindir. Peki, bu kaos nasıl işliyor? Nasıl oluyor da bir okur Umberto Eco’nun Gülün Adı romanının bir Ortaçağ manastırında işlenen cinayetlerin soruşturması olduğu gerçeğini, ki varsa öyle bir gerçek, bunu ıskalayabiliyor da bunun hiç farkına varmamanın huzurunu sürüp gidiyor?

Bir metin hiçbir zaman sadece bir metin değildir

Türkiye’nin yaşayan en önemli edebiyat düşünürü (eleştirmeni) Semih Gümüş’ün Edebiyat Ve Yeni Zamanların Kültürü adlı deneme kitabında ‘Edebiyat Eğitimi’ adlı makalesinde şu ifadelere yer veriyor: “Edebiyatın ele avuca sığmaması, yani yalnızca sizin tuttuğunuz biçimi almaması, ona yaklaşma yollarını da değiştirir. Doğruları sınadığınız, yanlışları ayırt etmeyi yarayacak bir pusula ya da nesne değildir edebiyat metni. Kendinden başkasını ölçmez. Tersini akademik yetkilere bırakalım. Sözgelimi, bir edebiyat tarihçisinin güven verici olması elbette aranır. Oysa yaratıcı yazarın, gerçek hayatı göründüğünden ve çoğu kez okurun gördüğü biçimden farklı anlatması, tedirgin edicidir…”

Bir uzmanlık sorusu olmasa da burada Gümüş’ün ne anlatmaya çalıştığını kavrama çabası, bir romanı nasıl anlayabileceğimize ilişkin sorulara da kapsayıcı bir yanıt verebilir pekala. İşe hayat ve roman gerçekliği ile başlamak gerek. Hepimizin içinden geçtiği Covid-19 adlı cehennem kaçkını bulaşıcı hastalık günümüzü ve yaşamımızı şekillendiren bir gerçek. Öte yandan bu salgının başlangıcında evlere kapanan okurların ilk tercihi, Saramago’nun Körlük adlı romanını okumak oldu. Çünkü içerdiği belirsizliği, tedavi edilemezliği ve bulaşıcılığı ile Covid-19’a çok benzeyen Körlük salgını, Covid-19 gerçekliğini yaşayan okurların, bu gerçeği roman gerçekliğinde anlama çabasının ürünüydü. Roman gerçekliği, hiçbir zaman hayat gerçekliğini tam ve eksiksiz olarak içine alamaz, hayat gerçekliğinin sahnelendiği bir dünyaya ev sahipliği yapamaz. Roman gerçekliği, mutlaka bizim hakiki gerçek dediğimiz şeyin eğilip, bükülüp, değiştirilip, yazarın zihninde, onun yaşayış, kavrayış ve dünyaya bakış duruşu ile değişmiş halinden oluşur. Gümüş, ‘Edebiyat metni kendinden başkasını ölçmez’ derken, roman gerçekliğine atıf yapıyor. Okurun tavrı ise, Covid-19 salgınından psikolojik olarak nasıl etkileneceğini Saramago’nun Körlük romanından öğrenmek yönünde oldu. Yani roman gerçekliği ile gerçek hayatı sınamaya çalıştı. Peki, bu çabanın bir romanı anlamakla ne ilgisi var? Eğer Saramago’nun Körlük adlı birden başlayan ve belirgin bir sebep yokken mesela Covid-19 gibi maske, mesafe gibi yasaklar çiğnenmediğinde bulaşmayan bir karakteri olmayan körleşme salgını, Saramago ustanın, insanların ruhlarındaki değişimi, kötülüğü ve zor durumlardaki canavarlaşmayı ele aldığı bir metin. Yani Tolstoy’un bir şeyi göstermek için yazdığı ve onun adı ile anılan Tolstoyvari tarzın bir eseri.

Saramago’nun Körlük’ünü, bir dönem ve hala aşkı anlamak için Sabahattin Ali’nin Kürk Mantolu Madonna romanına gösterilen bir ilgiye benzer ihtiyaçlarla okumak, bir romanı kaliteli bir metin yapan cümlenin okunduğunda zihinde oluşan algısının yanında bir de yüklenen anlamlarla oluşan ikinci yani alt metnini okumamayı beraberinde getirir. Bir metin hiçbir zaman bir metin değildir. Nitelikli tüm romanlar, içinde alt metin yani ikinci, hatta üçüncü anlamlar taşır. Bunu görmek için metne yaklaşırken, yazarın okura kurduğu çekici üslup, soluk soluğa olay örgüsü, akıp giden roman iklimine tamamen kendini kaptırmadan, bir yandan romandan alınması gereken hazzı tadarken öte yandan roman işçiliğini merak ederek karakter kurulumu, yapı bağlamlarının nasıl ortaya çıktığını çözmeye çabalamak, metnin anlaşılmasının ilk adımları olur. Farkındayım, bir metni sadece zevk alarak okumak, sanki Ortaçağ dönemlerinde sadece üremek için değil de zevk almak için sevişmenin lanetlenmesine benzer bir çabayı barındırıyor. Fakat her yandan zevk almaya kurulu, zevk almanın kriterleri arttıkça da vahşileşen bu dünyada aynı oranda ve çok çaba harcamadan doğurgan olmak da mümkün. Hele ki bir romanı okurken. Karşı fikirde olanlar ise Saramago’nun metin lezzetini, olay örgüsünü, roman iklimini görmekten başka işle uğraşmayabilirler tabi ki. Bu halde de, alt metinleri ıskalayıp, tıpkı Semih Gümüş’ün dediği gibi metni kendisi ile tartmamayı beraberinde getirir ki, bu da ancak Ay’a gidip Dünya’ya bakmadan dönmeye benzer bir çaba olur… Tabii tercihler tartışılmaz…

Zevk almak mı çabalamak mı?

Bir romanı anlamaya çalışmak isteyenlerin ‘Ben romanı okurken nasıl olacak da çok iyi bir yazarın çok iyi olmasının sebebi olan beni uçururcasına metni okumaya zorlayan mükemmelliğine karşı koyacağım’ dediğini duyar gibiyim. Daha doğrusu bu kadar açıklayıcı ve kibar olmasa da, konuyla ilgili kulağımı çınlatacakların varlığına eminim. Ama siz de emin olun ki, okuması çok dikkat gerektiren öte yandan bir romanın nasıl anlaşılacağına dair çok da öğretici olan Jhon Fowles’in Büyücü metnini hatmetmek öyle sanıldığı kadar çileden çıkarıcı bir iş değil. Galiba konuya ilişkin en doğru yanıt dünyaca ünlü edebiyat düşünürü Terry Eagelton’da mevcut. Edebiyat Nasıl okunur adlı kitabının Karakterler adlı ikinci bölümünde Eagelton, şunları söylüyor: “Bir oyun ya da romanın edebiliğini göz ardı etmenin en yaygın yollarından biri, karakterlerini gerçek hayattan insanlarmış gibi ele almaktır. Bir açıdan, buna engel olmak imkansız. (Shakespeare’inin karakteri) Lear, küçük dağları ben yarattım havasında, zorba ve huysuz bir adam şeklinde tasvir edildiğinde, onu günümüzde yaşayan bir medya patronu gibi düşünmemiz kaçınılmaz sanki. Ancak Lear’la patron arasındaki fark, birinin sayfadaki siyah mürekkep izlerinden ibaretken, ötekinin, maalesef gerçek olması.”  

Gördünüz mü, mesele yine döndü dolaştı bir romanı anlayabilmekte roman gerçekliğine dayandı. Eagelton, bir metindeki karakterlerin o Lear diyor ama Türkiye’de çok iyi bilinen başka büyük bir karakter Kafka’nın Dönüşüm’ündeki Gregor Samsa’nın gerçek hayatta var olduğu fikrine kapılmak, bizi metinden uzaklaştırıyor. Dolayısıyla bunun kaçınılmaz yan etkileri uyarınca da biz romanı, okurunun dehasına yaklaşarak alt metinlerini okumadan yani sadece ondan zevk alarak tamamlıyoruz. İyi de Egealton’un da altını çizdiği gibi bir romanı okurken karakterin gerçek hayatta var olduğu düşüncesinden de kaçış yok ise, nasıl olacak da bir romanı anlamaya çabalarken bunca meşakkatli işi bir arada ve sorunsuz yürüteceğiz? Bir romanı anlamanın sihirli bir formülü olmadığı açık olsa da, öte yandan romanların zevk almak ya da anlamaya çabalamak için okumak gibi iki temel ayrım üzerinden ele alınması gerektiği de su götürmez bir gerçek. Eğer bir romanı ki bu hiç ayıp olmadığı gibi romanın var olma nedenidir, okur onu zevk almak, biraz kültürünü geliştirmek, kurguya meraklı ise zihnini böylesi bir kurmaca ile beslemek için okur. Sonunda ya metni beğenir ya da beğenmez. Romanı anlamaya dönük çaba ise, öyle sanıldığının aksine roman sanatı üzerine teknik bilgi gerektirmez. Ama burada bir parantez açmakta da fayda var: Romanları anlayabilmenin yolu ilk ve daima çok fazla roman okurken, çok fazla roman tür ile kuramı hakkında bilgi sahibi olmayı da gerektirir. Yani ne denli fazla teknik bilgiye sahip olursanız faydalıdır. Hiç metin yazmayı denemesiniz dahi, romancının hangi kuramları kullandığını onun metin iklimi ve olay örgüsü ile karakter tahlilinden çıkartmak, size çok faydalı olur. Aynı zamanda bu uğraş kişileri profesyonel okur yapmaz. Sadece okudukları metni, ilk anlamları ile kavrama gibi herkes ile aynı çabadan kurtarır ve kişiyi, yalnızca yazarının gözünde daha özel yapar. Peki ama roman tekniğine hakim olmadan ve bunca dirsek çürütmeden de romanı anlamaya dönük istek varsa, ne yapılmalı.

-Bir romanın gerçek hayatı anlattığı düşüncesini aklınızdan çıkarın. Karakterler, olay, örgü, kurgu, her şey biraz satış, biraz yazarların başka yazarlarla rekabeti ve çağın edebiyat anlayışının eseri olarak gerçek hayata, kişilere ve konulara benzeyebilir. Hatta tıpa tıp aynısı da olabilir, fakat elinizdeki metin bir yazarın duygu ve düşünce süzgecinden geçti. Öte yandan onun ruhu ile beslendi ve artık o gerçek bir roman gerçeğine dönüştü. Siz de roman gerçeği acaba okuru avutmak için yazılmış bir metinden mi ibaret yoksa bu yazar, konu, kurgu, üslup, karakter gibi dört ana elementi kullanarak ateş topunu durdurmak için beşinci elementi yani romanın asıl anlatma istediği olan alt metni oluşturan bir simyacı mı bunu arayan bir dedektifsiniz.

-Bir romanı sadece zevk almak için okursanız, bu hayat defterinizin kâr hanesine yazılan bir rakam olarak kalır. Ama bir romanı anlamak için okursanız, artık yüzeysel metinlerle işini tamamlamış, derinlikli, incelikli ve dört başı mamur metinler arayan edebi zevk sahibi bir okura dönüşürsünüz.

-Bir romanı anlamak için ne denli çabalasanız da nasıl ki bazı insanların iyi piyano çalabilmesi, bazılarının güzel resimler yapabilmesi gibi bazı insanların da edebi metinleri yazabildiği ve okuyabildiği gerçeği ile tanışır, bu işi yapanlara saygı duymaya başlar, kitapların evlerin kitaplıklarındaki dekor süsleri ya da kahve yanı özçekim malzemesi olmadığına inanırsınız. Ki bu inanca sahip hemen herkesin, kalıtsalmışçasına aynı inancı zor yollardan geçmeye gerek kalmadan küçük yaşta evlatlarına da aşılamaları gibi bir armağana kavuşursunuz.

Son bir şey daha…

Bitirirken altını çizmek gerek ki, eğer bir romanın bir başka romandan etkilenen bir yazarın eseri olduğunu düşünmezseniz, yani bir romanı daima bir başka romanın içinden çıktığı ve ondan da başka eserlerin doğacağına inanmazsanız… Bir roman zincirinin kaosunda yaşadığınız gibi bir gerçek dışılığı kabullenmezseniz… Hiçbir zaman tam olarak bir romanı anlayamazsınız. Çünkü bütün romanlar ama iyi ama kötü de olsalar birbirlerine bağlıdır ve bir yazarı okurken, birden çok yazarı ve romanı okuduğunuz gerçeği ile yüzleşebilenler ancak bir romanı gerçekten okuyabilir. Tabii ilk roman olan Don Quijoete’den sonra tüm romanların birbirine benzediğini aslında tek bir romanı okuyarak da tüm romanları anlayabileceğinizi, bir romanı anlamaya çalışmanın hayat ellerinizden kayarken zamanı ıskalamanın en afilli yolu olduğunu de kabullenmezseniz. Ah ne çok ödev var. Romanlar size küser ve onları tam olarak anlayamazsınız… 

edebiyathaber.net (18 Eylül 2020)

Yorum yapın