Bir bakışı solduran zaman (17): Noktürnler (V) | Feridun Andaç

Ağustos 11, 2020

Bir bakışı solduran zaman (17): Noktürnler (V) | Feridun Andaç

“Söze dökülmemiş düşünceler,

anlam verilmeyen sözcükler;

ne bir dizemi olan, ne tempo

tutulabilecek ezgiler:”

G.A. Bécquer 

20./ Dinmeyen

Başlayan ve süren yolculuğun dinmeyen ipiltisi sizin

zamanınızı yaratıyor bende.         

Güne bölünürken, varlığınızın kuşatıcılığına yer açıyorum.       

Hiç kimsenin gitmediği, görmediği bir yol, sapak burası!         

Sözü, yaşamı, yaşamayı, bakışı ve zamanı değişken kılan bir yol.      

Yazdıklarınızı okuyunca, umursanmayan yolcunuz olmadığımı anladım.        

Gene de algınızı örtük kılsanız da; yolculuğumuzun iyi gelen yanlarından söz etmeniz içaydınlanması yaşattı bende de.        

Sonra da, imkânsızı var edebilecekleri düşündüm. Düş/düşünce benimkisi, belki de bir sanrı! Hani şu yazılan romanın kahramanı var ya, ”Yaşama Tutunmak”ın anlatıcısı, karşısındaki romancı…         

Tutsak duygular, sığlayan düşüncelerden yana olmadığıma göre; sizin kendi ikliminizde yaşamanın/yaşamanızın bana yansıyan yanları/yönleriyle daha çok ilgilendiğime göre… Ötesi bir “muamma” değil benim için!         

Gösterdiklerimizle varız. Saklı, örtük yanlarımız bizi bizde tutar; bize anlatır, bazen de dindirir.        

 Sanki, buluşma noktalarının mührünü açmak, orada dokunulmamış alanlara yönelerek/hatta bunları keşfederek yol almak daha anlamlı.

Aşk her yerdedir evet. Ama beden-çoğu kez- örseleyicidir. Taşkındır, yaralar, doyumsuzluğuna kurban arar sürekli.    

Benim dindirilmiş duygular dediğimin büyüsünü bazen sinemadaki imgelerde yakalamam, ruhumu/benliğimi/duyularımı yeniden yeniden biçimliyor, hatta eğitiyor da diyebilirim.           

Bir şeyi imlemek isterim, hatırladığım, ve sizin imgenizi bende tutan, dinmeyen kılan bir ândan söz etmek istiyorum.           

Ân, evet… birkaç saniyelik  ân…           

Şampanya şişesini açarken, parmak  uçlarımız yan yana gelmiş, dokunmuştu birbirine… çok doğallıklaydı bu; açılamayan, inat eden bir mantar, ve buluşan/titreşen parmak uçları! Şaşırtıcı bir titreşimdi o anlık dokunu… Tümüyle dokunmak, kavrayıcı bir dokunmak bile diyemezdiniz buna. O ipiltinin dinmeyen imgesini/alevini tenime/ruhuma taşırken; gene o anın ardından anlık göz göze gelişin titreşimi…

Tıpkı o roman kahramanıyla anlatıcısının karşılaşması gibi. Kadın yaşlıdır, kaza geçirmiştir. Anlatıcısına ilgi göstermektedir. Aralarında sevgi-nefret ilişkisi başlar…

Sonrası romanlara özgü elbette!                       

Rastgele bir bakış, ilgi, yakınlık duyma istemi değildi bu. Kavrayıcı bir duyumsayışla o patikada yol almanın ilk belirtileri… dinmeyeni var eden ipilti, alaşım belki de!           

Ve size döndük her adımda imgenizin karşıma çıkardıkları/yansılarının yanardağa dönüşme hali…           

Evet, belki de, bu “dinmeyen”i daha çok anlatacağım size.           

Çünkü, o alevle, D.H. Lawrence’ı sizin için okumaya başlıyorum yeniden.            

Lawrence defterlerimden ikisini önüme alıp önceki okuma notlarıma göz atmak istiyorum ilkten.           

 Ve her sabah, bir ezgiyle size başlamak, size yazmak… Ki, Boccerini’nin “Fandango”su, “Allegro moderato”su ve “Passa calle”sı bu sabah eşlik etmişti sizinle düş/düşünüm yolculuğuma.            

Bakalım yarın sabahı kiminle karşılayacağız birlikte, hangi sözcükler gelip bulacak ikimizi de…                                                          

21./ Karşılaşma

-Boşlukta yüzüyorum,

güneşten titriyorum ateşin içinde,

gölgelerde ürperiyorum,

ve sislerle sürükleniyorum havada.                              

Gustavo Adolfo Bécquer,

Çev.: Cevat Çapan   

O günün ya da ânın sonrası içimde bir uyanış düşüncesi belirdi deme.

Zaman buluşması mıydı bu, neydi?        

Ve bir yolculuk başlıyordu, bunun ayrımındaydım. Dönüşen bir şey vardı zamanda. Düşündükçe, yazdıkça, sizinle söz söze kaldıkça daha iyi anlıyordum bunu.         

Bir kıyı yaratmaz mıyız böylesi durumlarda? Sonrası ne, demeden; bugünün algısından yola çıkış…        

Ama kıyı, kendi olmaktır önce; kuyulardan çıkmak, öteki’ne doğru yürümektir, açılmaktır.           

Gene de o tek başına yolculuğun hiçlik denizini kulaçlamak olduğunu düşünürüm. Anlam ikidedir, bütünlük, buluşma, varoluşun anlamı…         

Belki bu nedenle tek sesi, teksesli müziği pek sevmemişimdir.         

Yüzüm size dönerken yolumu Lawrence’a çıkardığımı söylemiştim. Romanları başlı başına birer serüveni içerir. Denemelerinin düşünce boyutu, bunları nasıl tasarladığını, içeriğini de anlatmaktadır bize bir bakıma.         

Lawrence’la ilkgençlik yıllarımda tanışmıştım. Bunu size yazmıştım daha önce, sanırım!         

Roman duygusu/roman yazma arzusunu her zaman taşımıştır bana Lawrence. Erken değil, sanırım, çok zamanlı bir buluşmaydı onunla yaşadığım okuma/tanıma serüveni.          

Anka Kuşu’nun ilk basımı önümde…          

Lady Chatterley’in Sevgilisi romanını okumaya başladığımda denemelerini de okumuştum. Yaratıcı yazı deneyimi dediğimiz şeyi bir başka yazardan nasıl ediniriz’in yolunu yordamını göstermişti sanki bana Lawrence. Çizdiğim  satırlar, okuduğum bölümler üzerine çıkardığım notlar bunu anlatmaktadır.         

Yaratıcı sevgiden söz eder sık sık Lawrence, şöyle der: “…bizi arıtıp tekleştirecek, karmaşadan kendi değerli taşlar benzeri apayrı varlığımız süzüp durultacak ateş, yalnız odur.”         

Duyuları arındıran biridir üstelik Lawrence. Ondaki açıklık her zaman etkileyici  gelmiştir bana.         

Size bakınca onu okuma isteğimi önce kendime açıklamak istiyorum; neden?         

Bazı yazarlar yapıtlarıyla kopmak sizden.          

Aslında bazı metinler de öyledir. Bir de hayatımıza iz düşüren, iz bırakan her şey!          

“Her şey” mi demeli, yoksa “bazı şeyler” mi?         

O ilk/iz, bir kez ön/yol açıcı olmuşsa, bir arketip, leitmotif gibi hayatınız da hep vardır, süredurur… Yok olup, çıkıp gitmiştir belki hayatınızdan ya da varlığınızdan. Ama o iz durur. Kapanmayan yara izinden de daha derindedir, teninizin altındaki renk gibidir. Dönüp gelse, ne ise o, artık onarıcı veya daha iyicil olamaz. Çünkü o an’ın izin/aurası bambaşkadır; sızısı, kederi, sevinci de öyle…          

Gece sizin iletiniz geldiğinde, gene yazıp size ileteceğim bir metne başlamıştım. Henry Miller’ın şu sözünü epigraf almıştım:          

“Her şey yalnızca bir kez olur, ama sonsuza kadar sürer.”            

İnsanın varlık nedeninin sorgusuna bizi götüren aşk’ın aşkınlığı… sıradan bir yaşama hali olmaktan çıkaran kavrayıcı yolculuk… Yani o alevin varoluş nedeni… Lawrence bunu olağanüstü anlatır, bence. Sanki bugünün yazarıdır! Dahası benim gözümde hep öyledir.           

Akşit Göktürk’ün Anka Kuşu ve Lady Chatterley’in Sevgilisi çevirileri de benzersizdir. Öylesine parıltılı bir Türkçeyle dilimize kazandırmıştır ki; sözcüklerin tınısını hissetmek için usul usul seslice okuma duygusuna bile kapılırsınız…            

Neden sevdiğimizi bilmek! İnsandaki sevme duygusu  kadar, sevilme isteği… Ve tabii ki karşılık görmeyen aşk! Bütün yaratıcıların “sanrı”sı da diyebiliriz buna belki!             

Bazen, o ateşe bile bile yaklaşıyoruz; hatta  atıyoruz kendimizi. Benim şu an yaptığım da biraz öyle değil mi?!             

En iyisi mi, biz, nara dönelim!              

Camdan bir nar aldım! Bu, “camdan bir kalp aldım,” der gibi oldu ama… İnsan sevdiğini nara benzetmeli!  O zaman  sizin narlaşmanızı yazacağım, çaresiz!

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (11 Ağustos 2020)

Yorum yapın