Bir bakışı solduran zaman (12): Taşrada insana dokunursunuz | Feridun Andaç

Haziran 30, 2020

Bir bakışı solduran zaman (12): Taşrada insana dokunursunuz | Feridun Andaç

İnsana dokunursunuz

Dokunur taşrada insan size; bakışı, duruşu, yaşayışı ve bir sözüyle.

Sinik, kendi halinde görünen o insan; her şeyiyle hayatın içindedir. Dokunduğunuz toprağın nemini nerden geldiğini bilir, gölgesinde oturduğunuz defne ağacının manolya olduğuna iddia etmeniz boşunadır onun yanında. Hangi yönden esen rüzgârın insana iyi gelmeyeceğini bilir o.

Bir sözü başka bir sözle karşılarken mutlaka sizi gülümsetip düşündüren bir Mesel anlatır.

Taşrada insan ruh dinginliğindedir her dem.

Taşrada insan kendi açmazlarına dönük yolculuklara da çıkar. Tıpkı gecedeki yıldız kümelerinin seyrine dalmanın bilinmezliklere dönük bakışı gibi bir bakışla donanırsınız.

Ve kendi keşif çağınızı yakalarsınız taşrada.

Tralleisli Seikilos’un şu dizeleriyle karşılaştığımız yeri “sığ bir dünya” diye tanımlayanların cahillikleriyle de yüzleşirsiniz taşrada :

Yaşadığın müddetçe dertsiz ol

Hayat çok kısa

Hiçbir şeyin seni üzmesine izin verme

Ve zaman her şeye gebedir.

Taşrada kendi zamanınızı da bulursunuz. Ona doğru atacağınız her adımda yaşadığınız toprağın kazıcısı kesilmeyi de göze alırsınız.

Alabanda Antik Kenti’ne yolumu düşürmeden önce, Tralleis’i adımlıyorum. M.Ö. 13. yüzyılda Mesogis (Kestane) dağlarının eteklerine Trakyalılar ve Argoslular tarafından Dor göçleri sonrasında kurulan kent ortaya çıkarılan yapılarıyla kendini ele veriyor.

                                                           ***

1. Çağırsa o karanlık bizi

Tınısı solgun bir yüz… Bakışsız bırakmış ya bizi. Şimdi alalanıyor kendince…

Sıkıntı dağlarından geçip gelmiş söz. Ona gidiyoruz toparlanarak… İvecen, yalnız buruk her birimiz.

Sanrının farkındayız, sürüklenişin. Sokağa taşan öfkenin dili yok aramızda… Her bir söz şimdi kahraman.

“Bütün başlangıçlar zordur,”diyor; Max Horkheiner… Şöyle de ekliyor: “Çoğu insan, daha iyi bir yaşam fırsatını hayata yeni bir sayfa açabilme şansını sadece bir kez yakalayabildiğinden -o da kesin değil ya-her şeyi yüzüne gözüne bulaştırır ve sefaletinden bir türlü sıyrılamaz.”

Zorlukları  aşmak  için o dar geçitlerden geçmek gerek. Giderek daha da zorlaşan yolların ne denli karanlıklar içerdiğini, ruhumuzu karartan her yeni günün bin bir olayı ve önümüzdeki bir dolu engeli dizimlediğini görmek gerek…

2. Avuntusuz

Günün akışına bakıp duruyordu. Kıyısındaydı yaşamın. Yaşanmışlıkların ötesinde kendi sanrısıyla baş başaydı adam. Unuttuğu kadınları hatırlaması nafileydi, biliyordu aynı suda iki kez yıkanılamayacağını…

Bakışsızdı. Yaşanan karanlığın örtüsü kıpırdadıkça ezim ezim eziliyordu.

Sokağı da adımlamak istemiyordu.

“Sivil itaatsizlik” denen kavramın teorisini geliştirmişti bir zamanlar.

Belki öğrencileriydi bazıları, belki de okurları…

Gazetelerdeki fotoğraflara ilişiyor gözü… Kendi yaşında biri, kuşakdaşı en ön safta…

Yaralı çıkmıştı yaşadıkları günlerden…

Hapishane o travmayı yenmesini sağlamıştı belki de!

O da bir itaatsiz olarak yola düşmüştü, tıpkı Babil sürgünündekiler gibi yitirdiği dilini arıyordu; avuntusuzca!

3. Konuşalım şimdi

Açıklık zamanı diyorlar ya… Şimdi orada bakışlarım…

Prestroyka…

“Yaşasın devrim…”

“Castro, direncini yitirdi sonunda…”

“Yaşasın özel mülkiyet!”

Hadi, avut beni…

Ertelenen ne varsa çıkar ortaya.

Nasılsa herkesin bir zamanı var kendince.

Öğretisiz aşk aşk değil, tutunamıyor ruhumuzda… Bedenin örselenmesi bundan, ruhun daralması…

Şimdi dilimde bir cümle: “Evlerin pencerelerini tamamıyla açabilen tek bir rüzgâr biliyorum: Ortak keder.”

Konuşalım şimdi, şu alacakaranlık günlerin sağanağında; sahi, senin kederin  nedendi?

4. Bırakılan

Çeşnisiz bir sözün sağanağında  duran gözlere bakmaktan usandığını anlatmıştı bana… Sonra oturup da yazmıştı… Ertelenenlerle yol almanın usancını. Şöyle demişti bir yerde:

“Oysa, belki de, bir şeyin zamanı sadece onu istediğimiz andır. Öncesiz ve sonrasız o an… dilinin ucuna geleni söylemenin zamanı o andır.”

Sonra bakışsızlık almıştı ikisini de.

5. Sonsuz değişkenlik

“Tarihselleştirelim, dedi, bu zamanı…”

Öncesiz sonrasız bir bakışın diliyle üstelik. Yazdı durdu…Geçitsiz kıldı kendini…Adsızlaştırmak için en hızlı koşusuna çıktı…Sarp yollara girdi, yalanlarına tutunarak yol aldı.

Şimdi yıkıcı bir yerde…

Şiddetin dili ona yakışıyor çünkü.

Yas kederin dilinde desem de anladığı yok bundan…

6. Geçişsizlik

Alıntıladığı şu sözleri bir kez daha fısıldayarak okudu:

“Dünya, geçmişten yorgun düşmüş, ölebilse artık, dinlenebilse.”

Doğrulayıcı sözlerdense, deneyimlenmiş düşüncelere rağbet ederdi.

Biriktirilen ne varsa, unutmalı şimdi. Kendi zamanına dönmeli… Tarih ikinci kez yazılmıyor. Dili bağlayıcı kılan sözün çadırını başka bir yerde de aramamalı. Hezeyan geldikçe, çürüme ve yozlaşmayı da anlarsınız… Bir geçiş ötekine kapı aralar çünkü.

7. Kırkıncı kapı

Aklın doğasını Kant’tan okurken benlik sanrısının kapılarından geçirmiştin kendini. Nesne-doğa ilişkisiyle, insan-insan ilişkisinin saflıktaki yanlarına bakmıştın.

Yaşantının değişkenliği seni”nesneler yığını”ndan uzaklaştırıp aklın ruhunu anlamaya yöneltmişti.

Kırk kapının bir gizi, kırkıncı kapının bin bir gözü olduğunu anlamıştın  sonunda.

Kalp ağrıları gerekti demek buna da!

8. “İnsanın Taşrası”

Bazen sorarım kendime; “Okur olarak bir yazarı benim için vazgeçilmez kılan nedir?”

Hemence yanıtlanabilecek  sorulardan olmadığını bilsem de, düşünürüm o yazarların kimler olabileceğini.

Vazgeçilmezlik dediğim şey, benim için, yazdıklarıyla yol almaktır. Bir adım sonrasında ise yazdıklarını başucu kitaplarım, kendisini de yazarlarım arasına katmaktır elbette.

Sanırım, iyi bir okur olabilmenin yolu da buradan geçiyor. Dahası okurluğunuz sizi böylesi bir kıyıya getiriyor. İşte o noktada da seçici/ayıklayıcı bir okur oluyorsunuz.

Önünüze çıkan her şeyi okumanın, güne gündeme damgasını vuran yazarın/kitabın sizin için çok da bir albenisi olmadığını bilirsiniz.

Böylesi bir yeti edinmenizde işte o yazarların payı  büyüktür. Kendinize  bir ömür boyu yol arkadaşı seçtiklerinizle günün/zamanın her anında süren yolculuklarınızda, alışverişlerinizde  arayış, bilme/öğrenme çizgisini geçmiş, yoğunlaşma/derinleşme yolunu tutmuşsunuzdur.

Bu soydan yazarlara her döndüğünüzde sizi sarıp sarmalayan yanları üzerine çok da düşünmek istemezsiniz. Çünkü duygu/düşünce kimyanız buluşmuştur, içgözünüzü açarak hayatın anlamını göstermeye çalışmışlardır.

Bilirsiniz ki onlara doğru her yürüyüşünüzde zenginleşir, hayatın yeni bir boyutunu yakalarsınız.

Elias Canetti, benim için bu soy yazarlardandır.

Bir kazıcı gibi içinize işler. O, yaşama/yazma seyrinde yürürken; ele alıp işlediği, aynasını tuttuğu her olay/konu/olgu sizi de içine alır. Düşünceniz boyutlanır. Bakıp görmediklerinizi görmeye, hissetmediklerinizi hissetmeye çalışırsınız. Size, hayatının bilgisini, yaşama öğretilerinin labirentlerini gösterir.

Canetti’nin insana/hayata dair dile getirdikleri yoğunluk içerir. Sıradanlıktan, günün moda düşüncelerinden uzak; durağan değişkenliklerin, kaotik duruşların, körleşen bilincin, bireyin sanrılı dünyasının altüst oluş metaforlarının soylu bir anlatıcısı olarak bakar hayata.

Canetti, belki de, bu yanıyla sizi hemence avucunun içine alır. Sakınır söz ebeliğinden.

“Eğer yazılanların bir anlamı varsa, hayatın bize sunduklarını kavrama bilincimizle yeniden yaratmayı seçtiğimizdendir,” dercesine kurar her bir anlatısını.

Onun bu yanının arka planını bize en iyi anlatan “notlar”ı ve “İnsanın Taşrası”dır.

1942-1972 yıllarında tuttuğu notları içeren bu yapıtta Canetti’nin yazı/düşünce dünyasının gezindiği iklimi görürüz.

Bir yazarın “kişisel” diye nitelendirdiği notlarının kitaba dönüşüp okura ulaşması, oradaki duygu/düşünce seyrinin çoğalan sesini yakalamamıza engel değil.

Canetti’nin, yazdıkları için şu belirlemesi ilginçtir: “İnsan, özellikle kişisel olandan uzaklaşmak istiyor; sanki artık daha sonra değişemeyeceğinden korkarcasına, kişisel olanı kâğıda dökmekten korkuyor. Gerçekte ise insan bir kez yazdıktan sonra rahat bıraktığı takdirde, her şey pek çok yoldan değişime uğramayı sürdürüyor. Ruhun yollarını gösteren şey, yeniden okumak. İnsan, kendini çok ender olarak yeniden okuma gücüne sahipse eğer, özgür kalıyor. Ancak, kişisel notlar karşısındaki ürkeklik aşılabiliyor.”

Evet, Canetti her bir sözüyle insana kendini aşma düşüncesini de veriyor. Bir bakıma da “insanın taşrası”nın ne demek olduğunu anlatıyor. 

9. Taşraya Bakmak

Zamanın döngüsel yolculuğunda kentlerin yüzüne bakarken; “taşra” kavramının hangi ayrım, tanım, nitelemeden doğduğunu düşünmüşümdür hep.

Örneğin; Balzac’ın romanlarındaki “Fransız taşrası” deyimi belleğimde iz bırakanlardandır.

Onun “Sönmüş Hayaller”ine iz düşüren taşra…

Flaubert’in Madam Bovary’sine iz düşüren taşra…

Çehov’un taşra öyküleri…”Bir Taşralının Öyküsü” hemen geliyor aklıma. “Altıncı Koğuş”taki kasaba…

Taşra…Taşralılık…Taşralı olmak…Taşradan gelmek…

Bana sürekli uzaklığı, kapanık kalmışlığı, içedönüklüğü, sessizliği, kendi olma halini çağrıştırır nedense.

“Kaynak”, “köken” de diyebiliriz belki!

Kuşkusuz bunu olumsuzlama, yerinme anlamında kullananlar da var. Küçümseyiş, dışlanma vb.

Oysa taşra; ilktir, gösterendir, saflık ve masumiyettir.

Bir yerin ruhunu anlamak, insan ilişkilerinin derinliğine bakmak istiyorsanız eğer; yüzünüzü taşraya dönmelisiniz.

Mahalle, sokak kavramının değerlilik yanını ayakta tutandır taşra. Bir o kadar da gösteren ve hissettirendir.

Yaşama kültürü, yer bilgisi, mekân düşüncesi/duygusu taşrada baskındır.

Bir bütünlük, kendi içinde bir ağırbaşlılık/ağır akışkanlık, sezgili duruş vardır taşrada.

“Memleket” kavramının en içerlek anlamı, bence, taşrada yatar.

“Memlekete gitmek”, “memleketten gelmek” deyilenişlerinin çağrıştırdığı da biraz budur.

Taşranın ruhu; geleneksele bağlanarak yol almayı, alıp özümsemeyi, yeni bir gelecek kurma düşünü kendi koygun duruşunda biçimlemeyi sever. Ki; arkaik düşüncenin en sırlı yolculuklarına da oradan başlarız.

Evet, Erzurum bir taşra kenti.

Kendi ruhu, sözü, düşünce ve duygu iklimi olan bir kent.

Her ne kadar eski kentin dokusu bozulmuş, yıkıntılara uğramışsa da; daha ilk adımda karşınıza çıkan duruşunda bunu gözlersiniz. Daha içlere yönelip, insanlarıyla konuşup yerel dokusu ve tarihiyle yüzleştiğinizde ise; o taşralı yüz, taşralı bakış, taşralı duruş, taşralı duygu karşınıza çıkar.

Benim ilkgençlik yıllarımın Erzurum’undaki  taşralı yüzüm ne çok şeye dönüktü… O yıllardaki dostluklarım, arkadaşlıklarım, onlarla paylaştıklarım da öyle.

Georges Politzer’in Felsefenin Temel İlkeleri ile Nurettin Topçu’nun Yarınki Türkiye’sini bir arada okuyordum.

“Varlık”, “Yeni Dergi”  ile “Adımlar”, “Hisar” çantamda yan yana duruyorlardı.

Cemal Süreya ile Sezai Karakoç bir elmanın iki yarısı gibiydiler bana. Dışta olanın, dışarıda tutulanın sesinin yabanlığını anlatsalar da; bir süre sonra, o sesin nasıl etkileyici bir duyarlık taşıdığına dönüp bakılacaktır ister istemez.

Birçok şairi ben taşrada okuduğum dergilerde tanıdım.

Taşrada dergiler, taşralı dergiler bu anlamda hep değerlidir etkilidirler. 300. Sayısına erişen “Kıyı” da bu varoluşun birikimini taşır yazın dünyamıza.

Kentleşme alıp başını gitse de, taşra hep olacaktır; hem içimizde, hem de dışımızda…

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (30 Haziran 2020)

Yorum yapın