Baki Can Ediboğlu: “Hakikat dilsizdir, tektir, andadır.”

Şubat 12, 2021

Baki Can Ediboğlu: “Hakikat dilsizdir, tektir, andadır.”

Söyleşi: Likya Bademci

Baki Can Ediboğlu’nun üçüncü romanı Olamayanların Mabedi, Doğan Solibri tarafından yayımlandı. Yazarla kitabı üzerine konuştuk.

Bundan önceki romanınız Üç Nokta, 2015 senesinde yayınlanmıştı. Neredeyse 6 yıl aradan sonra bu üçüncü roman. Neler oldu o 6 yılda?

Aslında o altı senelik aralıkta iş yoğunluğuna rağmen yazma faaliyeti içindeydim; keza Olamayanların Mabedi haricinde kısa bir bilimkurgu romanla uzun bir fantastik roman çalışmam oldu, fakat bu türlere ilgi azlığını bildiğimden yayınlama girişiminde bulunmadım. Olamayanların Mabedini de 2017 yılının başlarında bitirmeme karşın ancak geçen sene yayınlamaya karar verdim, daha doğrusu biraz da kitap kendi zamanını tayin etti. Yazma benim için hepsinden önce bir tefekkür eylemi, dolayısıyla o altı senede hem yazarak hem de okuyarak kendimi tanımaya, içimin katmanlarını bir soğan gibi soymaya çalıştım. Bu aralıkta insana dair çok şey öğrendim, öğrendikçe bildiklerimin küçüklüğünü, bilgisizliğimin büyüklüğünü keşfettim.

Kitap 19 yaşındaki Eylül’ün hakikat yolculuğunu anlatıyor. Neden bir kadın hikayesi anlatmayı tercih ettiniz?

Esasında kadın/erkek ayrımı yerine bir karakter hikayesi desek daha doğru olur. Hikaye kafamda taslak halindeyken tasarladığım karakter Eylül’ün ağabeyi rolündeki Ege’ydi, Eylül yardımcı roldeydi; fakat ilerleyen safhalarda Eylül karakteri baskın çıktı, onu daha fazla içselleştirebildim ve bu keşif yolculuğuna Ege yerine Eylül çıkmış oldu. Yine de hakikatı arama yolcuğuna erkek bir karakter yerine kadın karakteri çıkarma kararı verirken annemin zor engelleri aşmış kuvvetli bir insan oluşu bilinçaltım vesilesiyle bu yolculuğa çıkarmak için erkek yerine kadın kahraman seçimimde etkili olmuş olabilir.

Babasının “intiharı”nın ardından buna farklı türde yanıtlar arayan Eylül’ün yolculuğu bir bakıma mana arayışına dönüyor ve kıtalar arası bir yolculuğa dönüşüyor. Londra’da başlayan hikaye, Zürih, Tarabya ve Nepal derken Tarabya’da son buluyor. Neden bu şehir ve semtler?

Her bir şehir/semt/ülke yolculuğun bir safhasını temsil ediyor. Londra kurallar ve düzeni, Zürih yıkılış ve dağılmayı. Tarabya geçmiş ve geçmişten ana uyanışı, Nepal varış ve hakikati, en sondaki Tarabya’ysa yeniden doğuşu simgeliyor. Dolayısıyla şehir/semt/ülkeleri seçerken önce simgeyle başlayıp karşılığına gelen yerleri bulmayı çalıştım. Bunlardan Londra ve Nepal uzun zaman geçirdiğim dolayısıyla iyi bildiğim yerler. Tarabya’yı da beş sene Amerika’da yaşadıktan sonra İstanbul’a yeniden yerleştikten sonra keşfettim; hikayesi ve geçmişiyle beni kendine çekti. Zürih’iyse çok sevdiğim Jung’un uzun süre vakit geçirdiği yer olduğundan bir de renksiz ve soğuk oluşundan tercih ettim.

Kitap bir hakikate erişme hikayesi olduğu kadar Eylül’ün babasına da kavuşma arzusunu içeriyor gibi hissettirdi bana. Bu konuda neler söylersiniz?

Baba ve Tanrıya kavuşma arzusunu aynı düzlemde ele alabiliriz. Eylül çocukluğunda hem babasını hem de inancını yitirmiş. Mana arayışını kızına aşılayan da babası. Babasına kavuşma arzusu aynı zamanda hıza ve bencilliğe boğulmuş bu değişmiş dünyada kaybolan anlamı, tanrıyı arama arzusu. Baba figürü bütün bir nevi hakikatin cisimleşmiş hali. Eylül babasının geçmişinde dolanırken aynı zamanda farklı inançların arasında dolaşarak Tanrıya ve babaya kavuşmaya çalışıyor.

Pandemi dönemi sizi ve yazı yazma alışkanlığınızı nasıl etkiledi? Neredeyse bir yıldır içinde olduğumuz bu sürecin kitabın yazılmasında etkileri oldu mu?

Pandemi insanlığa aniden gelen sert bir tokat gibi oldu. Onca hırgür arasında “bir dur, kendine aynada bir bak” dercesine bütün hayat akışını kesti, uzak bir gelecekte bırakıp yüzleşmekten korktuğumuz ölümü burnumuzun dibine getirdi. Süreç beni dışarıdaki hayattan içe yeniden savurdu, durup bir süredir kendi kendime sormadığım soruları bana yeniden sordurdu, yeni cevaplar aldım. Yazı yazma alışkanlığımı olumsuz etkilese de bol bol okuma fırsatı buldum. Kitabımın yazı süreci pandemiden çok önce sona erdiğinden pandeminin kitap üzerinde bir etkisi olmadı.

Olamayanların Mabedi okurlarına nasıl bir dünya vadediyor?

Dışarıdaki yaşamlarını bir nebze olsun unutturup Eylül’ün penceresinden içlerine ayna tutabilecekleri belki soramadıkları sorulara yanıt alabilecekleri bir dünya. Eylül’ün zihniyle beraber öze, varoluşa, hayata, ölüme, aşka, sevgiye doğru çok katmanlı uzun bir seyahate çıkabilecekleri bir dünya. Eylül’ün sıklıkla yinelediği gibi ben kimim, nereden geldim, nereye gidiyorum sorularını onunla beraber deşecekleri bir dünya.  

Kitaptan yola çıkarak soracak olursam, size göre hakikat nedir, nerededir?

Hakikati kelimelerle açıklamak mümkün değildir, ama yine de dilime gelen sözcüklerle şunu söyleyebilirim: Hakikat dilsizdir, tektir, andadır; zihnimiz sustuğu vakit içimizde belirir ve bizden uzakta değildir. Fakat biz hakikati hep dil ile aradığımızdan karşımıza laf kalabağından örülmüş sayısız yanıt çıkmıştır. Birçok sistem hakikati açıklama adı altında insanın etrafına kalın duvarlar örmüştür ve hiçbiri insanı bu hakikate yaklaştırmamıştır. İtaat adlı yeni ayrımlar yaratmışlardır: Biz ve onlar. Biz hakikati biliriz onlar bilmezler diyerek içinde bulunduğumuz karmaşa içindeki çoğunluğun mutsuz ve bıkkın olduğu kendi kendini tüketen bir dünyanın ortaya çıkmasına vesile olmuşlardır. Halbuki o tek olan hakikate ulaşmak için insan sayısı kadar yol vardır ve her insan kendi içsel seyahatine çıkıp hakikati bu seyahatta aramalıdır. Hakikat ona ulaşanların karşısına çıkan o dilsiz yokluktur. “Ben”i bilerek “ben”den soyunmaktır. Şair Sohrab Sepehri’nin “Suyun Ayak Sesi” şiirinde söylediği gibi  “Bizim işimiz belki de, nilüfer çiçeği ve çağımız arasında, hakikat şarkısının peşinde koşmaktır.”

edebiyathaber.net (12 Şubat 2021)

Yorum yapın