
Kadınlar tarih boyunca bilinmezliğin içinde yaşadılar. Hâlâ da değişmeyen bir yazgı bu…
“Bir kadının gerçekten ne istediğini asla bilemezsiniz; çünkü ona her zaman ne istediği söylenmektedir,” der Deborah Levy. Annelikle birlikte kadınların yaşadığı çelişkiyi ise şöyle anlatır;
“doğurmadan önce olduğumuz kadın tarafından kovalanıyorduk… Onu yanıtlamaya çalışıyorduk. Yalnızca çocuk edinen kadınlar olmadığımızı açıklayacak dili bilmiyorduk.” Yüzyıllardır devam edegelen ataerkil sistemin kurbanlarıyız hepimiz.
Bugün onca yıl sonra bile hayallerimizi gerçekleştirmek için erkeklerden çok daha fazla çaba sarf etmek zorundayız. Hâlâ en çok konuşulan ama en az dinlenenler biziz. Peki, hiç düşündünüz mü; bir yıl içinde kadınlarla ilgili kaç kitap yazılıyor? Kaçını kadınlar yazıyor? Ve siz, evrendeki en çok tartışılan “hayvan” olduğunuzun farkında mısınız?
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda adlı eserinde, bu eşitsizliğe farklı bir pencereden bakar. Kadınların yüzyıllar boyunca neden yazamadığını sorgular. Woolf’a göre kadınlar ne zaman yazmak isteseler, “yazman ne işe yarıyor?” denmiş ama erkeklerin yazma arzuları hiç yargılanmamıştır. Yazmayı başardıklarında ise karakterlerini değil, kendilerini yazmışlardır. Çünkü kendi yaşamlarıyla hep bir savaş hâlinde olmuş hayatlarının ağırlığını taşımaya çalışırken, toplumsal öfkeyi de bastırmak zorunda kalmışlardır.Kadınlar yalnızca entelektüel değil, ekonomik olarak da yoksun bırakıldılar. “Neden erkekler şarap içerken kadınlar su içiyordu? Cinslerden biri varlıklıyken öbürü neden yoksuldu?” diye sorar Woolf. Ve onların yazamama nedenlerini ekonomik koşullara bağlar. Yazmak, bilimsel bilgi gibi soyut bir üretim değildir. Kurmaca, örümcek ağı gibidir. Hayatın her köşesinden tutunur. Ama o ağ yırtıldığında, onun da somut ihtiyaçlara (sağlık, para, zaman) bağlı olduğunu görürüz çünkü. Kadın kimliğiyle var olmak zaten zorken, bir de kadın yazar olarak kabul görmek… Hele bilinçli bir kadın olarak konuşmak ölümcüldür.( Mecazi anlamda değil.)
Sanat tarihçisi Carol Duncan’a göre ise modern sanat tarihi “erkeklere ayrıcalık tanıyacak biçimde” inşa edilmiştir. Ve kadınlar burada yalnızca dışlanan değil, aynı zamanda temsili istismar edilen figürler olmuştur.1989’da Guerrilla Girls, New York’taki bir billboarda çarpıcı bir istatistik yerleştirir;“Metropolitan Müzesi’nde sanatçıların yalnızca %5’i kadındır. Ama eserlerdeki çıplakların %85’i kadın bedenidir.” Bu cümle, sanat dünyasında kadının yalnızca nesne olarak yer aldığı, özne olmasına ise izin verilmediği düzeni tokat gibi yüzümüze çarpar. Aynı yılarda ise Judy Chicago, “The Dinner Party” adlı feminist enstalasyonuyla kadın sanatçıların tarihin dışına itilişine karşı kendi masasını bir kez daha kurar. Brooklyn Müzesi’ndeki sergilenen bu masa tarihe adını büyük mücadeleler sonrasında yazdırmayı başarmış kadınların masasıdır. Chicago oradan şöyle seslenir tüm dünyaya;

“Bir erkek olmaya çalışmaktan yoruldum! Ben bir sanatçıyım! Ve yıllarca bağırdım: Kenara çekilin ve bizi içeri alın!” Bu çığlık ona ait değildir yalnızca. Susturulmuş, unutturulmuş tüm kadınların sesidir.
Heyhat! Yazmayı deneyen bir kadını
Kendini bilmez bir yaratık sayarlar,
Hiçbir erdem telafi edemez bu hatayı.
Cinsiyetimizi ve tarzımızı yanlış anlıyormuşuz
Terbiye, moda, dans, kıyafet, oyun,
İşte bunları istemeliymişiz;
Yazmak ya da okumak ya da düşünmek ya da araştırmak,
Güzelliğimizi gölgeler, zamanımızı tüketirmiş,
Ve en güzel çağımızda engellermiş zaferlerimizi.
Berbat bir evin sıkıcı işleriniyse,
En büyük sanatımız ve yararımız sayar kimileri.
Lady Winchilsea
Woolf’un hayali karakteri Judith Shakespeare… Hiçbir zaman yazamayan, ama hep yazmak isteyen kadının sembolü… Ama ’Judith hâlâ yaşıyor,’ der Woolf. “Sizin içinizde ve benim içimde yaşıyor ve bulaşık yıkadıkları, çocuklarını yatırdıkları için bu gece burada bulunamayan pek çok kadının içinde. Büyük şairler ölmezler. Bizlerin arasında ete kemiğe bürünüp dolaşmak için fırsatları yoktur sadece.”
Neden üstümüze atılan bu devasa çöplükten kurtulmak için bekliyoruz hala? Yeteneklerimizi ortaya çıkarmak için başlangıçların kapısını aralamıyoruz? Neden Judith’in kalemini biz elimize almıyoruz?
Bize yol açan bir sürü kahramanlarımız var oysa… Woolf’un bizi tanıştırdığı, geçimini yazarak sağlayan ilk kadın yazarlardan Aphra Behn gibi…
“Bütün kadınlar hep birlikte onun mezarına çiçekler bırakmalı, çünkü onlara düşüncelerini söyleme hakkını kazandıran oydu.”
Kendimize acımadan ve bahanelere sığınmadan, kendimizi eşit özneler olarak görüp hikâyelerimizin peşinden gitmenin zamanı çoktan geldi. Bahanelerimizin gölgesinde değil, kendi ışığımızda yürümenin bir yolunu bulmak zorundayız. İşte bunu başarabildiğimizde… Tarihin bize bıraktığı ağırlığı taşımak yerine onu dönüştürecek gücü bulabiliriz.
Judith’in kısılmış sesini… Onun haykırışlarını duymuyorsak… Toni Morrison’a kulak verelim o zaman:
“Kadınlar öğretmen olabilirler. Beyin cerrahı olabilirler. Beyin cerrahı olmalarına yardım etmeliyiz. Benim işim bu. Onları kollarıma alıp, ‘Bebeğiniz güzel, siz de öylesiniz ve tatlım, bunu başarabilirsiniz. Ve beyin cerrahı olmak istediğinizde beni arayın, bebeğinize ben bakarım.’ demek istiyorum.”
Bebeğe bakacak biri de olduğuna göre…
Haydi, birbirimizden aldığımız güç ve dayanışmayla kendi masamızı kuralım. Behn’in mezarına çiçek yerine yeni hikâyeler bırakalım. Ne dersiniz?
Kaynak
Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Ev. İlknur Özdemir, Kırmızı Kedi Yayınları
https://en.wikipedia.org/wiki/Aphra_Behn
https://www.thoughtco.com/judy-chicago-4126314
edebiyathaber.net (21 Haziran 2025)