“Ahmak okur”, Don Quijote kimin eseri? | Erdinç Akkoyunlu

Şubat 7, 2019

“Ahmak okur”, Don Quijote kimin eseri? | Erdinç Akkoyunlu

Roman yazmanın bol bol okumak, daha çok okumak, çok daha fazla okumak, tüm edebi türleri bilmek, kuramlar arası geçişler konusunda bilgi sahibi olmak, ne yazacağını hesaplamak, sarsılmaz bir disiplin, sürekli gelişime açık bir yetenek, katışıksız bir çalışma, kendinden daha iyileri gördüğünde kibirlenmeyen bir özgüven, yaşayan ve yaşamayan her varlığa karşı duyarlılık, yazıda zihninin düşündükleriyle elinin götürdüğü yerin farklılığı karşısında şaşırma yetisini kaybetmeden bu kaybolmalarda profesyonelleşmek ve yazıya karşı karşılıksız bir aşk işi olduğunu düşünürüm. Roman okumanınsa sadece zekaya dayandığını düşlerim. Dünya edebiyat tarihinde okurun hangi romanla baş başa kaldığında en çok zekasına başvurması gerektiğine ilişkin de bir liste yapacak olsam da en tepeye İspanyol yazar Miguel de Cervantes Saavedra’nın ‘La Mancha’lı Yaratıcı Asilzade Don Quijote’ romanını yazarım. Sadece ben mi? Roman sanatının 1615’te iki cilt olarak yazılan Don Quijote ile başladığını düşünen pek çok nitelikli edebiyat erbabı da aynı şeyi yapar. İyi de bu roman aklını yitirmiş bir hayalperestin güya şövalyelik maceralarını anlatan bir roman değil mi? Edebiyat tarihi kurgusu, konusu ve üslubu karışık onlarca sanat eseriyle doluyken neden ilk okul çocuklarının bile kolaylıkla okuyabildiği bu roman karşısında okur Einstein oluverme gibi bir çabaya girişsin?

Mahkeme kayıtlarının tarihin bozulmamış vesikaları olduğunu varsayarsak, 1569 yılında Madrid’de adının karıştığı bir yaralama olayından dolayı ‘sağ elinin kesilmesi’ cezasına çarptırılan Cervantes, bu acımasız akıbete uğramamak için İtalya’ya gider. Kimi uzmanlara göre böyle bir yaralama olayının yaşanmadığı varsayılsa da, o tarihte İtalya’da olduğu kuşkusuz Cervantes, Kanuni Sultan Süleyman’ın oğlu olduğunu kanıtlamak için gözüne Kıbrıs’ın fethini kestiren Sultan II. Selim’in bu başarısı Avrupa’da infial yaratınca kendini 1571’de İnebahtı Deniz Savaşı’nda bulur. Birkaç kez yaralanır, sonunda da savaşı kazanan Osmanlı’ya esir düşer. Cervantes’in savaştığı gemide bulunan bazı mektuplar nedeniyle onu önemli biri olarak gören Osmanlılar, sağ elini kestirme cezasından kaçarken savaşta sol elini kullanma yetisini kaybeden bu çolak İspanyol’u İstanbul’a götürmeye karar verir. Böylece Cervantes için esaret günleri başlar. O dönemlerde Osmanlı’nın savaş esirleri ya bir sahibin yanında, özgürlüğünün bedeli fidyesini ödeyebileceği zamana kadar tutulurdu. (Ki bu kölenin kazancına göre 10 yıldan az değildi.)  Ya da talihi daha kötüyse, söz gelimi İstanbul Büyükşehir Belediyesi hizmetine verildiğinden ve ‘kamu’ kölesi olduğundan fidyesini ödeyecek bir sahipsizlik karşısında, ömrünü bu şekilde geçirirdi. Cervantes ise görece şanslıydı. Don Quijote’nin en heyecanlı ve bence güzel macera bölümlerinin baş kahramanı Kılıç Ali Paşa’nın kölesi olan Cervantes, paşanın kendi adına Mimar Sinan’a ısmarlattığı Tophane’deki camii inşaatında amele olarak çalıştı. Toplam 5 yıl boyunca İstanbul’da köle olarak bulundu. Sonunda bir Yunanlıya satıldı ve Cezayir’in yolunu yine bir köle olarak tuttu. 7’si de burada olmak üzere toplam 12 yıl süren esaret hayatından kurtulduğunda ise 32 yaşındaydı, bir roman yazabilecek kadar çok şey yaşayıp, görmüştü. İspanya’nın popüler şövalyelik romanlarıyla kaynadığını biliyordu.

Bir roman yazmanın kriterlerini sayarken kastım Cervantes’in yaşadıklarını yaşamayanların böylesi bir amaca erişemeyeceklerini söylemek değildi. Turgenyev gibi babadan kalma büyük çiftliklerde zenginlik içindeyken, oturup yazmak da kabil. Hatta Nişantaşı’ndaki bir daireyi yazı evi yapıp, tek bir gün SGK’lı bir işte çalışmadan yazdığın romanlarla Nobel Edebiyat Ödülü alabilmek de. Ama Cervantes gibi bir hayatınız olmuşsa. Ve 1600’ün ilk on beş yılındaki İspanyol edebiyatı,  bir kılıç darbesiyle beş devin kafasını koparan, ona aşık olan güzeller güzeli kralın kızını kurtarmak için on binlerce askeri tek başına kılıçtan geçiren yahut şan ve mevki kazanmak için ülkenin tüm azılı katillerini bir gecede yok eden asilzade şövalyelerin hikayeleriyle doluysa. Yapmanız gereken iki şey olur: Ya bu romanlardan birini yazıp talihin dönmesini bekleyeceksiniz ya da bu romanları eleştiren bir roman yazacaksınız.

EDEBİYATIN DELİLİĞİ

Cervantes, ilk yolun izleğini sürerek ikinci tercihte karar kılar. Kendi halinde bir çulsuz fakat soyu gereği asilzade sayılan Alonso Quijano adlı orta yaşı çoktan devirmiş La Mancha’lı çiftlik sahibi İspanya’yı kasıp kavuran şövalyelik romanlarından aklını yitirecek denli etkilenir. Yani edebiyatın yol açtığı deliliği anlatan bir edebiyat eseridir roman. Sonunda da kendi namını yaymaya karar verir. Quijano ismi onun akıllılık günlerinin adı olduğundan eğer namı yaymaya kararlı biriyse daha etkili bir isim bulması gerekir. Bu sorunu Don Quijote adıyla halleden bizimki, her şövalyenin sahip olması gereken iki ihtiyacı hatırlar. Biri soylu bir at, ötekisi güzeller güzeli bir sevgili. Uyuz atının adını uzmanlığı olan şövalye romanlarındaki isimleri harmanlayarak Rocinante koyarken, uzaktaki bir çiftlik sahibinin sadece namını duyduğu kızını kendine sevgili, adını da Dulcinea yapar. Cervantes’in ilk başından itibaren şövalyelik romanlarının hem ortaya çıkış izleğini takip edişi yani bir anlamda popüler bir şövalye romanı yazışı, onun bu romanları tenkit eden bakış açısı ile onu bir edebi esere dönüştürür. Bu arada boş durmayan Don Quijote de bir şövalye olmak isteyenin ilk yapması gerekeni yerine getirip, kartondan zırhını, körelmiş eski kılıcını ve eğri mızrağını alıp yola koyulur.

Don Quijote’nin tek başına macerasının bir delilik manzumesinden ileri gidemeyeceği ve hikayenin ilerlemeyeceği aşikar. Bu soruna edebiyat tarihinin en pratik ve muazzam çözümünü getiren Cervantes, Don Quijote ne kadar tozutmuşsa onun yanına o kadar mantık abidesi bir çiftliğin kahyası Sancho Panza’yı üç ülkenin krallığını ona verme vaadiyle peşine takar. Sancho gibi aklı mantığı yerinde birinin daha ilk görüşte hayal dünyasında dolaştığı kuşkuya yer bırakmayacak kadar açık anlaşılabilen Don Quijote’nin peşine sırf mülk ve mevki hırsı için takıldığını düşünen, romanı okurken zekasını çalıştırmıyor anlamına gelmez mi? Don Quijote’nin en başından belli olan aklı havada halleri, onun şövalyelik hakkında atıp tutmaları nasıl olur da huzurlu, mutlu ve kendi halinde yaşayıp giden Sancho’ya aslında hiç sahip olamayacağını bildiği bir vaadin peşinden gitmesine engel oluşturmaz. Aksine Sancho bir silahtar olarak şövalyelik unvanı peşindeki Don Quijote’nin ardına takılır? Hayatını sayısız kere tehlikeye atar?  Cervantes, Sancho karakterini yaratarak dünya edebiyatının yönünü popülerlilikten niteliğe çeviren en önemli adımı attı. Yazara ve okurlara dedi ki ‘Sancho’nun asıl derdi macera yaşamak. Bir macera geldiyse, mutlaka yaşanmalı.’ Eğer dünya edebiyatında biz bugün Raskolnikov’u, İnce Memed’i, Jean Valjean’ı, Albay Marquez’i, Bekçi Murtaza’yı, Anna Karenina’yı, Celal Salik’i tanıyorsak hepsi bir deli şövalyenin peşinde eşeğiyle İspanya’yı turlayan Sancho’nun macera tutkusu sayesinde.

NEDEN ERKEN BİTMİYOR

Romanın ilk bölümleri Don Quijote’nin kendini şövalye ilan edip, nam kazanmaya çalışması ve bu uğurda yaşadığı hayal kırıklığı ile geçer. Cervantes, karakterlerini tanıtmak için dönemin İspanya kültürünü gözler önüne sererken Don Quijote’nin asilzade bir kahraman olduğuna inanmayanlar ya bu deliden yedikleri ani bir darbe ile yaralanır ya da Don Quijote ile onu kurtarmaya çalışana Sancho’yu eşek sudan gelinceye kadar döverler. Hancıdan, katırcıdan, çiftçiden, askerden ve yel değirmenlerinden tarihsel dayaklar yiyen Don Quijote ile Sancho’nun hikayesi Cervantes’in şövalyelik romanlarına yaptığı göndermeler ve okuru bu tür kahramanlık saçmalıklarına bu ikilinin acınası halini görerek inanmamasına ilişkin telkinlerle geçer. Bir düşünceyi kabul ettirmek için yazanların ilki ve en başarılısı sayılan Cervantes, aklını şövalyelik hikayeleriyle dolduran birinin ne denli acı sonlarla karıcılaşabileceğini onlarca örnekle sayıp dökerken, edebiyat tarihi için başka bir ders verir. Cervantes,  aynı şeyleri anlatıyor olsa da okurunu asla sıkmaz. Bugün hikaye içinde hikaye tekniği de denilebilecek bir türün yaratıcısı olarak, bizim ikiliyi yolladığı hanlar ve ormanlarda karşılaştırdığı diğer insanların hikayelerini dinleterek metin inşa sürecine de yeni bir mimari bakış açısı getirir. Don Quijote’nin tüm hikayeleri hem birbiriyle ilgili hem de bağımsızdır. Bu türün o güne değin en başarılı bu örneği romanın itici gücünü oluştururken, henüz 100’üncü sayfada hikayenin bitişine de mani olur. Don Quijote’nin  roman sanatının hem ilk örneği olması hem de en iyi on romanı arasında yer almasının gücü Cervantes’in kurgu ile üslubu ustaca bir araya getirmesinden kaynaklanıyor. Don Quijote’de metni ele alan bir okurun anlayamayacağı ne bir kurgusal geçiş, ne de bir üslup sanatı var. Oldukça sade, oldukça açık, oldukça da merak uyandıran bu metin gücünü 400 yıldır koruyor. Öte yandan Cervantes’in kendi başından geçen İnebahtı Savaşı, İstanbul ve Cezayir esirliği dönemlerini de romanın en ilgi çeken bölümleri yapması, onun şövalye romanlarına göndermelerde bulunmak yerine metni gerçekten ele aldığı yani özümsediği anlarda nasıl şahane işler çıkarabileceğinin de ürünü. Tabii bu anlatı zenginliğinin farkına varmak için yukarıdaki tarihsel hatırlatmadan haberdar olmak da epey işe yarar.

OKUMASAM OLUR MU?

Ben Don Quijote’yi iki kez Kazım Taşkent Klasik Yapıtlar Serisi’nden Roza Hakmen ile Ahmet Güntan’ın çevrisinden okudum. 15 yıl önce Kadıköy’deki bir sahaftan aldığım kitabın dış kapağı yoktu ama şömizli kapağında 1996 yılında 2000 adet yapılan 237 numaralı özel baskı oluşu detayı beni etkilemişti. Böyle bir romanın sahafa nasıl düştüğünü anlamamıştım. O günlerde önüme böylesi bir talihle gelmemiş olsa, itiraf edeyim Don Quijote’yi okumaya pek niyetli de değildim. Ne de olsa değil okuma dünyasına dair, biraz popüler kültüre ilişkin bilgi sahibi herkes oyunlara, sinema filmlerine ve daha başka pek çok şeye ilham olmuş bu eserin yel değirmenlerine saldıran bir delinin öyküsü olduğunu bilirdi. Fransız filozof ve edebiyatçı Pierre Bayard’ın Okumadığımız Kitaplar Hakkında Nasıl Konuşuruz eserindeki gibi, çoğunlukla bu bilgi de kitap hakkında söz etmeme yeterdi. Neden 900 sayfalık bu zahmete üstelik 2 kez katlanasın ki? Cervantes romanını ‘Ahmak okur’ sözüyle başlatıyor. Okura yakıştırdığı ahmaklığı açıklarken de Don Quijote’nin eleştirmek istediği popüler şövalye romanlarına dönüşmesine engel olamadığını söylüyor. Bunu da roman daha okunmamışken yapıyor. Eğer bu sözü bir kez duymuşsan o zaman önünde iki seçenek var demektir. Ya bir ahmak olmayı sürdürüp, Don Quijote hakkındaki popüler kültür bilgileriyle yetinip, konuşacak, yel değirmenlerine baktıkça onu anacaksın. Ya da ‘Kimmiş ahmak okur’ diyerek romanı okumaya başlayacaksın. Tabi bunu yaparsanız romanın ikinci yarısının yani ikinci 400 sayfanın ilk bölümün popülerliği ardından yazıldığını ama aynı tadı vermediğini de görebilirsiniz. Zaten romanın yayınlanması için resmi onay yazısında da 1615 yılında İspanyol yetkililer tarafından romanın bu özelliğine atıf yapılıyor. Cervantes, ilk bölümle sınırlı kalsaymış Don Quijote’yi yine farklı maceralara sürükleyip de en sonunda evine döndürüp ben aslında Alonso Quijano’yum aklım başıma geldi gibi dedirtip şövalye romanı okursanız cız olur türünden sözler ettirmeseymiş daha iyi olurmuş. Bu ve romandaki bazı tekrar bölümlere karşın Don Quijote sadece kendinden sonraki tüm yazarları etkileyen aslında diğer tüm romanların yazılabildiği bir alfabeye dönüşen özelliğiyle değil de içindeki eksiklikler, hatalar ve gizli saklı niyetlerin toplamıyla büyük bir eser. Çünkü iyi bir roman, sıradan bir insana benzer. İçinde iyilik de kötülük de dolanıp durur. Ya da sadece her şey Don Quijote’nin romanın bir yerinde neden bu tür bir maceraya kalkıştıklarına ilişkin Sancho’ya yaptığı izahat kadar basittir.

“Tanrı beni demir çağında altın çağı geri getirmem için yarattı. Benim kaderim tehlikeler, büyük kahramanlıklar ve yiğitliklerdir…”

edebiyathaber.net (7 Şubat 2019)

Yorum yapın