Hayat hiç tamamlanamayan boşluklarla dolu | Havanur Taflan

Aralık 9, 2021

Hayat hiç tamamlanamayan boşluklarla dolu | Havanur Taflan

‘Bize bir ömür daha lazım vefatımızdan sonra… 

Çünkü bu ömrümüzü sadece umutlanmakla geçirdik’ 

Şeyh Sadi Şirazi

Zaman akıp geçerken hiç olmayacak bir anda geçmişin defteri, yaşanmışlığını hatırlatır bize. Ne kadar yaşanırsa yaşansın; geçmişe askıyla tutulmuş bir şekilde hiç ileri akmamış hissini… Akıp giden zamanın göreceli oluşu belki bu yüzden…  Küçük bir simge, bir bakış, kitabın içine dalan bir zihin; daha da geriye çeker onu… Geçmişe fazla kapılıp hatıraların kapalı dünyasına sıkışıp kalma tehlikesine rağmen… Kazı yapar yine de zihin… Hatıraların karmaşık dünyasına doğru çekilişimizin nedeni nedir peki? Kurtulmak istemediğimizden ya da yarım kalmış yaşanmışlıktaki boşluklarımızı dolduramayışımız mı? Hayat boşluklarla dolu değil mi ki zaten? Hiç tamamlanamayan boşluklarla… Bilinçdışımız tarafından ötelenmiş tüm o hatıraların yüzeye çıkması neyi değiştirir? Geçmişin bir daha düzelemeyecek, düzeltme şansımızın olmadığı o tozlu sayfalarını ortalığa dökmek… Yaramıza derman aramak yerine yaramızı yeniden kanatma çabası değil midir? Niyazi Mısri’nin dediği gibi; derdimize derman ararken, derdimiz mi bize derman yoksa?

Yarım kalmış, hesaplaşılmamış bir geçmiş, çocukluk travmasının hasarları altında sürülen o yaşamın ağır aksak ilerleyişi… Geçmişin sandığını kapatmak isteyip istemediğini bilmeyen ruh hali… Edebiyatın da en temel malzemesini oluşturur. Geçmişin ileriye doğru gidişimizi duraksatan o askısındaki yükleri boşaltmak… İçimizde gittikçe büyüyen o ağırlıktan kurtulmak… Psikoloji biliminin ‘çocukluğunuza dönelim’ söylemindeki hastalığın kökenini arama yolculuğu gibi… Belki kurmacanın içinden anlatmanın kolay olması bunun nedeni…

Hesaplaşılamamış yaşama karşı bir iç dökümüdür Kemal Varol’un Âşıklar Bayramı. Yazar kahramanının kabuk bağlamış yarasını okşarken, açıverir bizimkileri de… Akışkan ve bir o kadar da şiirsel bir dille anlattığı Yusuf’un hikâyesi, kurmacanın dünyasından çıkıp kendi gerçekliğimizin sesine karışır adeta.  “Babam, tamı tamamına yirmi beş yıl sonra, bir elinde yıllanmış üç telli bağlaması, diğer elinde ahşap bavulu, kapımın önünde diz çökmüş, gece vakti aniden ortaya çıkmış mahcup bir konuk veya geçip giden zamandan borcunu mahsup etmeye gelmiş eski bir alacaklı gibi öylece beni bekliyordu.” Hep kaybolan, hep uzaklara giden, dönmeyen bir baba karşılar okuru. Ömrünü bir bağlamanın peşinden oradan oraya sürüp durmuş bir adamın yaşama vedası… “…bu hikâyenin sonuna geldiğini hissetmiş de bu hikâyenin son cümlesine nokta mı, yoksa soru işareti mi, ünlem mi, yoksa devamında ne olacağını kimsenin kestiremediği üç kara nokta mı daha uygun kaçacak diye öylece çaresiz ve dalgın bir halde, gözlerini kapayıp kendini derin bir uykunun kollarına bıraktı.” 

Sözü, sazıyla söylemiş bir adamla oğul arasında yapılmak istenen ama bir türlü yapılamayan geçmiş hesaplaşmasıdır anlatı. Eksik tamamlanmamış bir ömrün o burukluğu yüreğimize bıçak gibi saplanır.   Yılların biriktirdikleri, bunun son görüşmeler olduğunun bilinmesine rağmen bir türlü söze dökülemeyenler… Dilin ucuna takılanlar… Söylenemeyenlerle dolu hikâye bekler bizi kitabın kapağından içeri daldığımızda. Hayatın bir türlü doldurulamayan tüm boşluklarının sesi… Giden zamanın bir daha geri dönemeyecek olan o gerçekliği… Bir türlü söze dönüşemeyenler okurun zihninde ses olur. “Ne kadar az konuşsak, birbirimize sonradan yük olacak ne kadar az anı bıraksak o kadar iyiydi. İnsan sonradan taşımakta zorlanacağı, bir anıya dönüşecek sözleri belki de hiçbir zaman sarf etmemeliydi. Ben de öyle yaptım. İçimden başka, ağzımdan başka kelimeler çıktı.” 

Yıllar yılı yaşayıp yaşamadığını bilmediği bir babanın hayaliyle kavga eden Yusuf’un onu karşısında yaşlanmış ve hasta olarak gördüğünde değişen duyguları… Yaşamının içindeki ayrıntıların bizi ne kadar esir aldığı gerçekliğine çarpmamıza neden olur. “…İlk günkü kadar öfkeli miyim yoksa kızgınlığım zamanın akışkanlığında azaldı mı bilmiyorum.” Geçmişin faturası kime kesilecektir şimdi? “…bir babanın kendisiyle değil, hatırasıyla kavga etmek her zaman daha kolaydı, belki de daha zor, kim bilir.” Anlatıcı oğul, unuttuğu hatıralarının zayıf izleklerine başvurarak zihnindeki baba resmini belirginleştirmeye çalışırken kendi boşluklarının da peşine düşer.  Hayatındaki tüm hasarları, yılların söküklerini onarmak ister, iğne iplik alıp eline. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın hiçbir zaman eskisi gibi olamayacak olanı onarmaya… Peki, mümkün müdür bu? Asla bir daha bir araya gelemeyecek olanın imkânsız mücadelesi değil midir? Ama her şeye rağmen bu cesaret isteyen adımı atmak gerekmez mi yine de? Hatıranın zincirlerini kırıp kendi zamanımızı yaşayabilmek için… “…Hatıranın hayaline hükmetmek kolaydır; onu eğip bükmek, ona karşı hırçın olabilmek, ondan hesap sorabilmek yahut karşısında pişmanlıkla diz çöküp boyun bükebilmek kolaydır.” 

“Affet!”, “Üzgünüm!” ve “Unutmadım” başlıklı o duygu yüklü hikâye örgüsünün arasına yerleştirdiği mektuplarla aşkı ve özlemi şiirsel bir dille anlatır Varol. Yanlış tercihlerle değişen bir hayatın, boşluklarını dolduramamış, yaşanmamış bir yaşamın ağırlığıdır yüreklerimize bıraktığı. Sevgiliye gönderilen mektuplar babanın affını kolaylaştır kolaylaştırmasına da… Affetmek bu kadar kolay mıdır ki? “Her ne pahasına olursa olsun yaranın müsebbibini affetmesi kadar kederli ve ağır bir şey yoktur dünyada.”

“İçimde babamdan kalma bir hece, elimde üç telli bağlaması, başımı çevirip bizi Arguvan’a götürecek sisli yola, yaklaşan kışa ve sanki o an Kars’ta değil de, yıllar önce Arkanya çarşısında hemen önümde el ele yürüyen o babayla küçük oğluna baktım son kez.”  diye biter hikâye. Affetmenin rahatlığıyla geçmişe bırakılan bir sayfa olarak… Tam bir hesaplaşma olmadan… İç sesler söze dökülemeden… 

Etrafında dönüp duracağımız baba kalır bizim de belleğimizde… Çocukluğumuzun silinmeyen izleriyle birlikte başka bir hatırlatıcıyı bekleyen… Geçmişin sarkacında salınımını devam ettiren… Tıpkı benim sarkacımda sallanan babamın bitmeyen o salınımı gibi…

Çocukluktan arta kalan gözyaşları…
Babam kuytu konuşur ve susardı.
Katrana bulanmış bir ağacın aleviydi o.
dönmem diye düşünürken
tavaf oldum ona.

Küfran/Kemal Varol

edebiyathaber.net (9 Aralık 2021)

Yorum yapın