
Kırk yaş enteresan bir dönem. Modern yaşam orta yaş krizi olarak tanımlasa da halk inanışlarına baktığımızda bambaşka bir yüzünü görürüz. Gençlikte yakalanan körlüğün ortadan kalktığı, yaşamın bambaşka bir gözle ve izanla algılandığı bir dönem olarak geçmiş kolektif hafızalara. Günümüzde neden sadece krizle anıldığını anlamak için çağın ruhuna bakmak yetiyor. Kendisi dışında her şeye ve herkese sürekli maruz kalan insan, dönüp kendisiyle, geçmişle, toprakla bağ kuracak zamanı, zemini, isteği bulamayınca her dönemi, her derinliği kolayca kriz olarak algılayabiliyor.
Mistik, dönüşümsel anlamlar ifade eden formülistik bir sayıdır aynı zamanda kırk. Ölünün, yeni doğan bebeğin kırkıncı günü önemsenir, çeşitli ritüeller yapılır, çünkü o kadar dönüştürücü bir dönemdir ki yas gerçekten dağılmaya, acı hafiflemeye, bebek daha hızlı büyümeye başlar. İnsanın doğadan kopmadan gözlem sonucu edindiği tecrübelerin, ne kadar isabetli olduğu buradan da kolayca anlaşılabilir. Sadece ölümde ve doğumda değil; aşkta, inançta, eğlencede de sembolik bir sayıdır:
Aşk evlilikleri kırk gün, kırk gece sürer. Alevi, Bektaşi inancında Kırklar meclisi önemli yer tutar. Tasavvuf ehli insanlar kırk yıl çile çeker. Birçok masalda, efsanede, söylencede kırk sayısına sıkça rastlanır ve hiçbiri tesadüf değildir.
Onur Çalı da Sia Yayınlarından çıkan Kırkikindi isimli son kitabının odağına kırk yaşını almış. Kitap şu ithafla başlıyor :
“ Kırk gün gibi geçen kırk yaşıma…”
Denemeler derlemesi olan kitabın çıkış hikayesini de şöyle anlatıyor yazar:
“ Kırk yaşına bastığında olağandışı bir şeyler olacağını ummuştu. İsa kırk gün çölde kalmıştı, Musa kırk gün dağda, Muhammed kırkında duymaya başlamıştı Allah’ın sesini. Haşa, yalvaç olacak değildi ama ne bileyim bir aydınlanma, bir bilgelik… Yok, olmadı. Hiçbir şey olmayınca o da oturdu ve elinden gelen tek şeyi yaptı: Kırkıncı yaşını bir kitap yazarak uğurladı.”
Onur Çalı – her fırsatta söylerim- çağdaşı olmaktan gurur duyduğum bir yazar. Öykü, deneme yazarı. Parşömen dijital edebiyat dergisini tam on sekiz yıldır tek başına çıkarıyor. Edebiyatın birçok türünün yayımlandığı bu dergi birçok yazarın ilk yazılarını da yazdığı bir mecra. Benim gibi yoksul kalemlerin de kendine yer bulduğu nadir mecralardan biri. Malum, ülkede sadece yazınıyla var olmak, görülmek zor.
Yazdığı her denemeyi, her Dünlük’ü okumuşumdur. Sade dili, samimi anlatımı, kendi dünyasında tıngır, mıngır yaşayışı okuru hemen sarıyor. Kimseye başka bir dünya vadetmiyor ama mevcut dünya içinde sığınabileceğimiz, temiz kalabileceğimiz yerlerin olduğunu; dünyanın kirine, pisliğine, bulaşmadan üretmenin mümkün olduğunu hissettiriyor. Bunu kendine vazife edindiğini sanmıyorum ama ısrarla, inatla kendi yolunu inşa edip o yoldan sapmadan yürüyünce okur da onun edebiyat sevgisinden, hevesinden payına düşeni alıyor.
Dünlükler’i takip edenler onun dünyasını ve başucu yazarlarını bilir: Salah Birsel, Melih Cevdet, Halid Refik, Sait Faik, İlhan Berk, Tomris Uyar, Nazım Hikmet ve son zamanlarda Mehmet Baydur. Ve Ayla Kutlu. Ki buraya ayrı bir parantez açmak istiyorum. Erkek yazarların kadın yazarları okuması, onlardan övgüyle bahsetmesi çok nadirdir. Misal, yüzyılın en büyük yazarlarından kabul edilen Milan Kundera, romanın gelişimiyle ilgili yazdığı yazılarında telaffuz ettiği yazarların hepsi erkektir. Sebebi sorulduğunda da, “ İlgilenmemiz gereken yazarların değil, romanların cinsiyeti olmalı,” gibi süslü bir manevrayla işin içinden sıyırır kendini. Söyleşilerde sorulan klişe “En sevdiğiniz yazarlar kim?” sorusunu da asla kaçırmam, erkek yazarların verdiği cevaplarda nadiren kadın yazar ismi geçer. Üstelik müthiş bir yazını olan onca kadın yazara rağmen. Sorsan, onlar da sadece kitabın cinsiyetiyle ilgilenir. Ne demekse. Bir kadının, queerin bakışı, dünyayı algılayış biçimi hiç mi ilginizi çekmez? Güney Afrikalı sosyolog Melissa Steyn’in apartheid rejimine sessiz kalanları tanımlamak için kullandığı “Bilgisizlik Sözleşmesi” kavramı bu mevzu için de pekala kullanılabilir zannımca. Kadın yazarlardan bahsetmiyorlar, çünkü tanımıyorlar, tanıma gereği duymamışlar.
Kırkikindi’de Onur Çalı’nın bazı başucu yazarlarının yanı sıra Hemingway, Fitzgerald, Calvino, Nahit Sırrı, Yusuf Atılgan gibi yazarlara da – ki bunlar da başucu yazarlarıdır aslında- rastlıyoruz. Yazarların hiç bilmediğimiz kavgalarını, tatlı çekişmelerini, ilginç anekdotları tebessümle okuruz. O koca yazarların zaafları, ufak kıskançlıkları, alınganlıkları, kimseye söyleyemedikleri küçük sırları gibi insani duygularını öğrendikçe sadece metinleriyle değil, kendileriyle de yakınlık kuruyor okur.
Okurluğunu çok sevdiğim Onur Çalı’nın sinema gündemini de hep yakından takip etmişimdir hatta birçok film ve yönetmen onun Dünlükler’inden aldığım referansla hayatıma girdi. Misal, Emir Kusturica’nın yönettiği ve yıllar önce bir Dünlük’te bahsettiği Arizona Dream’i izlemiş ve en sevdiğim filmlere dahil etmiştim. Aynı yazı bu kitapta da yer alıyor. Avare çalılar bizi Arizona’dan alıp Sovyet steplerinde Platonov’un perekati pole bitkisine götürür. Hikayeler arasında birbirinden habersiz kurulmuş ağları takip ede ede dünyanın bir ucundan öbür ucuna tatlı tatlı sürükleniriz. Edebiyatın, sinemanın en çok da bu yönünü seviyorum.
Arizona Dream’in yanı sıra Metin Erksan’ın yönettiği Susuz Yaz filminin hiç bilmediğimiz ilginç çekişmesinin de ortasında bırakır bizi Kırkikindi.
Onur Çalı’yı okuyunca yazmanın, okumanın hala çok saygın eylemler olduğunu görüp mutlu oluyorum. Ti’ye aldığı büyük adamlar, zeytin dili ve edebiyatı, Nasreddin Hoca, aylak okurlar, Mor Sümbül Efendi ve daha pek çok mevzu yer yer mizahi, yer yer dokunaklı bir şekilde bize bu denemeler sayesinde ulaşır.
Deneme, ki edebiyatın en sevdiğim türlerinden biridir. Lise yıllarında okuduğum Ahmet Altan ve Murathan Mungan’ın denemeleri en şefkatli sığınağımdı. Soluğumu tutarak defalarca okur, yazarların sonraki kitaplarını sabırsızlıkla beklerdim. Her şeyle, herkesle olduğu gibi sevilen yazarlarla da yollar ayrılıyor. Ve her ayrılık yerini başka birlikteliklere bırakıyor.
Her ne kadar kırk yaşımda hiçbir şey olmadı, dese de yazar, çok şey olmuştur zannımca ya da olacaktır. Bunu dört yıl önce kırk yaşı deneyimlemiş biri olarak söylüyorum. Hiç olmadığın kadar cesursundur. Göz farklı bir gerçeği seçmeye başlamıştır. Hem de geçmişte doğruluğundan asla şüphe etmediğin gerçek. Perde aralanır yavaşça. Elbette acı ve hüzün eşliğinde. Bir bakmışsın esas suçlu annen değilmiş ya da baban. Ya da başkası. Onları da yutan toplummuş. Seni ziyan eden hayatın mağduruymuş onlar da. Sen de çok masum değilmişsin hani, suçu sürekli kendi dışında arayıp ne güzel sıyrılmışsın. Hem dünya sen büyüyünce ya da güzelleştirmek için bedel ödeyince düzelen bir yer değilmiş. Çocuğunu yiyen, kurban eden babalar ya da katledilen çocuğunun cesedini almak için yalvaran babalar, kardeşini öldüren kişiler, dünyanın yükünü sırtlayan kadınlar sadece mitolojik çağlarla sınırlı değilmiş. Her devir kendi zalimini, mazlumunu yaratırmış. Ne Nuh Tufanı, ne İsa, Ne Musa ne de Muhammed’den sonra düzelebilmiş dünya. Hep aynı döngüde dönüp dururmuş. Huyu böyleymiş belki de. Ve bu kırkından sonra daha net görülmüş. Bir şeyin değişeceği yokmuş ama insanlık; onurunu, haysiyetini korumak için başkaldırmaktan da geri durmamalıymış.
Elbet herkesin zihni farklı bir gerçeğe açılır. Belki de kırk yıl sonra yalanlayacağı bir gerçeğe. Şimdiden bilinmez.
edebiyathaber.net (20 Haziran 2025)