“Yeniden Hayal Kurabilmek” (Önasya Öyküleri) üzerine | Yonca Yaşar

Şubat 3, 2021

“Yeniden Hayal Kurabilmek” (Önasya Öyküleri) üzerine | Yonca Yaşar

Eğitimci, araştırmacı, yazar Müslüm Kabadayı’nın imzasını taşıyan “Yeniden Hayal Kurabilmek (Önasya Öyküleri)”, 2021 yılı Ocak ayında Klaros Yayıncılık’tan yayımlandı. Editörlüğünü şair ve müzisyen Lokman Kurucu’nun yaptığı kitap, on iki öyküden oluşuyor.

Yeniden Hayal Kurabilmek (Önasya Öyküleri); yazarın öykü dalında raflarda yerini alan altıncı kitabı. Müslüm Kabadayı’nın gezi, inceleme, bibliyografya, sözlük, antoloji, günlük ve öykü türünde yayımlanmış on sekiz kitabı bulunuyor.

Müslüm Kabadayı, kitabına verdiği isimden de anlaşılacağı üzere yüzümüzü yeniden alevlerin yükseldiği coğrafyaya çeviriyor. Son bir yıldır hayatımızın her alanına sirayet eden salgın hastalık, komşu ülkemizde yaşanan savaştan yükselen dumanları haber başlıklarından dağıtmayı başarmış gibi görünse de, Kabadayı, yanı başımızda devam eden yangından çekip aldığı insanları öykülerinde yaşatmaya çalışıyor adeta.

Yazar, ustalıkla kaleme aldığı öykülerinde, dünyanın gözü önünde yaşanan ve yaşatılan insanlık dramlarını, görünenin arkasındaki gerçekleri duyumsatıyor okuruna. Kimi zaman bir dağın zirvesinden, kimi zaman antik bir şehirden izletiyor yaşamı. Bomba sesleri arasında duyurmaya çalıştığı barış çığlığını, bazen bir hazin aşk hikayesinden bazen bir köy kahvesinden yükseltiyor.

Kabadayı’nın araştırmacı yönü, öykülerinin geçtiği kadim toprakların hikayelerinde, belgesel tadındaki kimi anlatımlarında çıkıyor karşımıza. Defne kokusundan, sedir ağacı serinliğine, gerebiç tatlısından, antika çarşılarının uğultusuna kadar her duyuya uzanan yollar açıyor öykülerinde.

Edip Cansever’in şiirindeki “Bir caz müziği gibi gelip geçiyor hüzün” dizesini gerçekleyen yaşamımıza Cansever’in mendilindeki kan sesleriyle dokunuyor. Yine bir aydın refleksiyle, saman alevi misali öfkeyle karşıladığımız haberlere konu kimi olayları zihnimizin unutkan ellerine bırakmayıp öykülere emanet ediyor. Sorular soruyor!

Akdeniz ve Ege balıklarını yiyen insanların aslında mavi sularda boğulan göçmenlerin etini yiyor olmaları değil miydi sorgulanması gereken?” Kitabın adını taşıyan ilk öyküsünün kahramanı Mezgin annenin içini kemiren onlarca sorudan sadece birisiydi bu soru.

Dalgaların kıyıya vurduğu Aylan bebek için dökülen birkaç damla yaşımız çoktan kurudu belki de. Ama çocuklarını ölüm bataklığından kaçırmaya çalışan, yaşamak için bilinmezliğe gitmekten başka çaresi olmayan Mezgin annelerin yanağı hep ıslaktı.

“Neredeyse altmış yılını insanlık tarihini bağrında taşıyan Palmira topraklarındaki gizli eserleri gün ışığına çıkarmaya ve dünyaya duyurmaya adamış bilge kazı bilimci Halid’in hikayesi, göğsünde kalbi olan herkese dokunacak türden.

Kazıda bulduğu ve çözmeye çalıştığı sembol adı Zenobya’nın halkına yazdığı veda mektubundan okuyabildiği son cümle; “Çöl gelininin aydınlığını hiçbir karanlık kapatamaz” olmuştu Halid’in. Binlerce yıl öncesinden yazılmış bir veda mektubu gibi ürpererek okunacak bir öykü “Çöl Gelini”.

Kitabın dokunaklı bir diğer öyküsü ise, “İbn-i Garip’in Gözleri”. Fırında, lokantada, bakkalda görmeğe alıştığımız, hep bir aceleyle poşet, para üstü uzatan ve yabancılığını eğik başıyla gizlemeye çalışan onlarca gençten biri İbn-i Garip.  Çakır bakışlı, ürkek tavırlı bir gencin nasıl olur da bu kadar yaşlı görünebildiğini düşünürken her seferinde ezberden kendini okutacak İbn-i Garip öyküsü.

“Min Nar Beyrut” ve “Petra’ya Giderken” öykülerini okurken Ortadoğu’da bir günün öncekine veya sonrakine benzemediğini, benzemeyeceğini sezdiren yazar, bir gün ister gezmek, ister iş amacıyla yapılacak seyahat için ayrıntılı bir plana ihtiyaç olmayacağına ikna ediyor okurunu.

Haritadaki gibi keskin çizgilerle ayrılmazdı topraklar. Sınırın öteki yanına sürüyen kökleri vardı ağaçların. Ve o ağaçların meyvesini yiyen çocuklar aynı düşlere uyanır, korkularını sevinçlerini değiş tokuş ederlerdi kimi zaman. Kabadayı’nın öykülerindeki Halalı Barış’ın, Mücahit’in izleri işte buralarda gizliydi. Çünkü, bir sınır kasabası olan Hatay’ın Yayladağı ilçesine bağlı Kışlak bucağında doğmuştur Kabadayı. Yaşamının büyük bir kısmını doğduğu toprakların uzağında geçirse de, gözünü hiç ayırmamıştır üstünden. Kirli güçler tarafından kadim topraklarda oynanan oyunların farkındadır. “Kopmayan Bağ” öyküsünde örtük gerçekleri gözler önüne serer. Dil, mezhep farklılıklarının bu coğrafyada ayrılık ve kavga sebebi değil tersine insanları birbirine kenetleyen gücün ta kendisi olduğunu duyumsatır. Kadim topraklarda konuşulan dile, aşka, hüzne sahip çıkar.

Öykülerinde karşılaşılan yabancı sözcüklerin kullanımı boşuna değildir. Menetli Ebu Abdullah’ın utancını; Ebuzer’in, Türkmen Ahmet Sait, Hikko İlyas’ın coşkusunu; Cemal ile Sena’nin aşkını, öfkesini, acısını başka sözcükler taşıyamazdı çünkü.

Müslüm Kabadayı, Yemen’den, Lübnan’dan sınırımıza ulaşan yollar boyunca topladığı öyküleri sözcükleriyle kor parçasına dönüştürüyor. Yıkıntılara rağmen yeniden hayal kurmaya zorluyor.

Değen her dimağda yanık izi bırakacak olması bundan. 

Yonca Yaşar – edebiyathaber.net (3 Şubat 2021)

Yorum yapın