Yaşanılan anları geçmişten çalmak | Havanur Taflan

Kasım 22, 2021

Yaşanılan anları geçmişten çalmak | Havanur Taflan

Konuştuğumuzda korkarız

Sözlerimiz duyulmazsa diye

ya da hoş karşılanmazsa

ama sustuğumuzda

hâlâ korkarız

Bu yüzden konuşmak en iyisi

Audre Lorde

Fotoğraf yalnızca tanıdığımız kişilerin eski hallerini, haklarında çok şey dinlediğimiz ölmüşlerin yüzlerini değil, çekildiği zamanın da ruhunu taşır. En sıradan bir fotoğrafın bile kendisine aşina gözlerden kaçırdığı bir hikâyesi vardır. Hafıza bir görüntü ister Russell’in dediği gibi. Bilinçdışımızı yüzeye çıkarmak… Yaşanılan her anı kaydetmek… Geçmişe yapılan yolculuklar, anılarımıza dönme isteği, onları göstermek ya da anlatmak; varoluş sorunsalı galiba. Zamanın her şeyi içine aldığı, önemli olduğunu düşündüğümüz her şey gibi bizim de, gelip geçici olduğumuzu bilmemize rağmen. Elimizin altından akıp giden zamana karşı bir direniş… Yok, oluşa karşı bir duruş… Ya da geçmişle hesaplaşma… Geçmişten gelen bazı resimleri, tuttuğumuz günlükleri başka bir çerçeveye oturtup geleceğe taşıma arzusu; dünya üzerinde var oluşu devam ettirme isteğinden başka nasıl açıklanabilir ki.

Bir sürü özel fotoğraf koyar Annie Ernaux de Seneler adlı kitabında önümüze. Onlardan bir tanesi… Arkasına düşülmüş bir not var; İspanya Temmuz 80… Bir İspanya gezisinden arta kalan iki çocuklu evliliği biten mutsuzluğu dünyayla olan ilişiklilerine sızan bir kadın bakıyor bize. “…bir kadın, on iki yaşlarında bir oğlan ve bir adam, müzeye benzer bir binanın önünde, güneşten beyaz görünen, zemini kumlu bir alanda, üçgen oluşturacak şekilde birbirlerinden uzak duruyorlar, gölgeleri yana düşüyor. Kadın da çocuk da yürürken yakalanmış, fotoğrafı çekenin seslenmesi üzerine kameraya dönüp son anda gülümsemişler gibi. Dördüncü üyesi fotoğrafı çeken ergenlik çağındaki oğlan, bu küçük aile topluluğunda… Kadın; eş ve anne. Toplanmış saçlar, çökük omuzlar, şekilsiz, uzun elbise, geniş gülümsemeye rağmen beğenilme isteğinin çok olduğunu ve bezginliği ortaya koyuyor.” Sadece onun hayatı değil aslında anlatılan… Otobiyografisini bir toplumsal bellek olarak kucağımıza bırakır çünkü Ernaux. 60’lar 80’ler 2000’ler…  Dünyayı etkileyen olaylar… Bir tür toplumsal kronik…

“Bilinçdışı, tarihtir.” der Durkheim. Bir devletin ya da dönemin tarihini keşfe çıkmak aynı zamanda her birimizin, başka bilinçdışılarıyla uyum geliştirerek nesnel bir gerçekliğe ulaşmış olan bilinçdışını keşfe çıkmak gibidir ona göre. Bilinçdışının, zihnînin düzenlenmesi, yönetilmesi… Bilinçaltımıza yerleştirilen tarihsel boyunduruklardan kurtarmak… Bunun bir yolu da kendi tarihimizin kaydını yüzeye çıkarmakla olur. Yazarların otobiyografi denilen yazın türüne başvurmalarının nedeni de budur bir bakıma. Ernaux, hem kendi ailesinin tarihini anlatırken bu kitapta; diğer taraftan da Fransa’nın tarihi üzerinden kadın olma, cinsiyetçi politikalar, değişen dünya değerlerini paylaşır bizimle. Kitabın çevirmeninin okuyucuya bilgi vermek için yer verdiği dipnotlar eseri akademik bir çalışma gibi hissetmemize neden olsa da farklı bir anlatım bekler kitabın sayfalarında bizi. Hem özel hem de genel olanın ifşası gibi… Tüm yaşanmışlıkları tarihe kayıt edip (kimimizin yaşı itibarıyla tanıklık etmediği) hala aynı çelişkili dünyanın içinde yaşadığımızı hatırlatır bir kez daha. Değişmeyen kendini tekrar eden…

Dünyanın içindeki tüm o sorunlar; kadın, sınıf mücadelesi, siyasetin kirli yüzü ve hızlı değişimler… Her yerin ve zamanın aynı olduğu gerçekliği… Fotoğraf makinesinin deklanşörünün ucundan yazının büyülü diline doğru akar. Kişisel olan, toplumun bir parçası olma haline dönüşür birer birer. Bir zamanların yasak hazlarına erişmenin tatminiyle yaşanılan tüm o değişimler… Kişisel duygular, toplumsal tepkiler… Sonunda ne olur peki? “…şaşırma duygusu köreliyordu. Günün birinde bunları göreceğimizi aklımızdan bile geçiremediğimizi unutmuştuk. Görüyorduk işte. E peki ne olmuştu? Hiç.”

Otobiyografi nesnel midir peki? Kullanılan ben anlatıcı nesnelliği sarsmaz mı? Ama Ernaux bunun üstesinden gelmek için kendi fotoğraflarına bakar bakmasına fakat dışarıdan bakan bir anlatıcının gözüyle anlatır her şeyi. Anlatının merkezine kendini koymaktan bilhassa kaçınır. Birinci tekil şahıs kullanmaz. Sadece belirsiz bir özne ve “biz” vardır anlatısında. En mahrem anılarını, hayatındaki tüm önemli dönemeçleri kendi kuşağının hikâyesiyle birleştirir. Klasikleşmiş otobiyografi yazınının dışına çıkarak bireysel hafızanın içinde kolektif hafızanın hafızasına kavuşarak tarihin yaşanmış boyutunu gösterir. Bireysel tarihiyle kolektif olanı bir araya getirerek tarihçi rolü üstlenir bir bakıma.  Ama bir tarihçinin yapmadığı duygusallıkla…

Kendisinin içinden geçtiği ve sadece yaşamış olmakla kaydettiği zamanla derdi nedir peki yazarın? Sadece o zamanı yakalamak mı? Hafızasının görüntülerinden bata çıka bir dönemin olabildiğince kesin ayrıntılarını yakalayıp onları diğerlerine bağlayarak geçmişten bugüne akan ortak bir zamanı yeniden kurmaktır amacı. Yazarak yaşanmış deneyimleri görünür kılmak ( kendi deyimiyle) edebiyatın o büyülü dilini kullanarak… Tıpkı geçmiş günleri anlatma sırası kendisine gelen biri gibi…

Bir gelenek olan aile sofralarını ve onun etrafında toplanan kuşakların çatışmasını zamanın diliyle tekrar canlandırır. “…değişmezlik hissin, uyandırdığı hafif bir baş dönmesi; toplumda hiçbir şey yerinden oynamamıştı sanki. Birdenbire bedenlerden kopmuş gibi algılamaya başladığımız seslerin uğultusunda aile sofrasının, içimizden birinin pekâlâ tepesinin tasının atıp haykırarak masayı devirebileceği yer olduğunu biliyorduk.” Bilinme halinin, olayın sıcaklığında anlaşılmama durumunun, fotoğrafa sonradan bakarak geçmişin derinliklerinden fark edilmeyenleri çıkarma halidir tüm anlatı.

Hepimizin geçmişten kurtarmak istediğimiz şeyler yok mudur? Hiç yok olmasını istemediğimiz, unutulmadan hep aynı tazelikle hatırlamak istediğimiz anılar… Belki de utanç duyduğumuz, yüzeye çıkmasını sağlayarak hesaplaşmak istediğimiz… En önemlisi artık bir daha hiç göremeyeceğimiz yüzlere vuran o ışığı tekrar yakalamak… “…yok, olmuş yiyeceklerle dolu sofralara vuran, çocukluğunun pazar anlatılarında orada olan, yaşanmış şeylerin üzerine her daim vurmaya devam eden o ışığı, kadim ışığı yakalamak. Kurtarmak.”  

Kendini bir türlü susturamayan sesin sahibinden, geleceğe geçmişi bırakmak tarihe not düşmek… Geçmişten zaman çalıp onu edebiyatın kucağına taşımak… Ama saf bir gerçeklikle kurmacaya yer vermeden… Ernaux’un yaptığı tam da budur. Bir daha asla olmayacak ve olamayacağımız zamandan bir şeyler kurtarmak… 

Her şey zamanla eskiyecek biliyorum. Yeniden farklılaşacak her şey engelleyemediğimiz bir şekilde… Sonra… Nasıl olduğunu hatırlamak için bir şeylere ihtiyaç duyacağız. Tüm yaşanmışlıkları yüzeye çıkartmaya… Hatırlamaya, hatırlatmaya… Her şey yok olmamışken ve biz zamanın derinliklerinde kaybolmadan…  

Belki bir kitabın sayfalarına dalıp… Belki de bir fotoğrafa bakıp tıpkı Ernaux’un yaptığı gibi…

Dilimin ucunda… Hatırlayacağım şimdi… O sene… 

Kaynak:

Annie Ernaux, Seneler, Can Yayınları

https://www.latimes.com/books/jacketcopy/la-ca-jc-annie-ernaux-20180118-story.html

edebiyathaber.net (22 Kasım 2021)

Yorum yapın