Yapıncak Gürerk: “İnsanın yaşam biçiminin yansımaları, hayata bakış açısı öykülere sızabiliyor”

Mart 28, 2024

Yapıncak Gürerk: “İnsanın yaşam biçiminin yansımaları, hayata bakış açısı öykülere sızabiliyor”

Söyleşi: Dilek Şimşek

Yapıncak Gürerk’in “Puslu Gri Parlak Sarı” adlı kitabı geçtiğimiz aylarda Notos Kitap tarafından yayımlandı. Gürerk’le son kitabını, öykücülüğünü ve edebiyata bakışı hakkında konuştuk.

Kitabınız Notos Kitap’tan Ekim 2023’te çıktı. “Puslu Gri Parlak Sarı” ilk kitap için çarpıcı bir isim. Bir ilk kitap olmasına rağmen oldukça ustalıklı yazılmış. Dil hakimiyetinizi ve öykülerinizde kurduğunuz atmosferi çok başarılı buldum. İlk kitap heyecanı sürerken Yapıncak Gürerk bundan sonra neler yapacak sorusuyla başlıyorum.

Öykü yazmaya devam edeceğim. Yeni yaşantılar.  Öykünün kısa ama yoğun dünyasını seviyorum. Bunun dışında, sanat eserini veya bir edebiyat yapıtını alımlama deneyimlerimden yola çıkarak yazdığım yazılar var. Farklı disiplinlere ait düşünce yapılarını birlikte ele almak ilgimi çekiyor. Böyle işleyen bir düşünce sistemim var sanırım. Bu yazılar biriktiğinde belki bir deneme dosyası oluşur.

Öyküden başka neler yazıyorsunuz?

Denemeler, günlükler, karalamacalar.  Nasıl ki bir piyanist bir gün çalışmazsa elleri durur, ressamın paleti kurursa ressamdan sayılmaz; yazarlık yolundaki kişinin de kaleminin durmaması gerekiyor. Artık düşünürken de yazmaya başladım, zihin açıcı oluyor.

Şu anda yazdığınız bir şey var mı?

Bir deneme ve üç öykü duruyor masamda. Birlikte serpiliyorlar.

Türkçeyi zenginlikle kullandığınızı ve özel bir dil geliştirdiğinizi düşünüyorum. Bunun temelinde ne yatmakta?

Dilimizi, Türkçeyi, bize sağladığı olanakları seviyorum. Dile kafa yormak, benim için dertten ziyade kendimi geliştiren bir oyun gibi. Bir sözcük üzerinde günlerce düşünebilirim. Seslerin tınısıyla oynarken etkisinin nasıl evrildiğine dikkat kesilirim. Cümle kurulumlarında her zaman doğru olanı değil, inandırıcılığına ikna olduysam bazen kendi doğrumu da tercih edebilirim. Bunun temeli biraz da aile ortamımda yatıyordur belki. Dil bilgisi konusunda titiz bir kardeşim, etimolojiye meraklı bir babam ve iyi bir okur olan annem var. Bir de öykülerimin ilk okumasını yapan dikkati biraz havalarda uçuşan ergen kızım. Öyküm bir ergenin ilgisini tutabiliyorsa içim rahatlar. Babamlaysa cümlelerin ritmini, seçtiğim sözcükleri tartışırız. Genelde tercihim sade bir dil. Aforizmalardan, süslü, ağdalı cümlelerden kaçınırım.

Sizce yazma gereksinimi nereden kaynaklanıyor?

Kendi adıma konuşmam gerekirse, sözel ifadede yaşadığım tıkanıklığı yazıyla aşabildiğimi fark ettim. Anlatmak istediklerimi kâğıt üzerine düşen sözcüklerle daha iyi dile getirebiliyorum sanki. Yazarak düşünüyor, yazarak keşfediyorum. Monoton dünyamızdan çıkıp yeni hayatlar kurmaya çalışıyoruz sonuçta. Bu heyecanlı bir yolculuk. Bir de paylaşma isteği var. Arkamızda bir iz bırakmak istiyoruz belki, yazdıklarımızın okuruna ulaşmasını istiyoruz. Ben yazarak kendimi keşfettiğimi, insanları daha iyi anlamaya başladığımı hissediyorum.

Çocukluğunuzda yazar olacağınız aklınıza gelir miydi?

İlk öykümü birkaç yıl önce yazmış olsam da yazı, hayatımda her zaman önemli bir yer tuttu. Şöyle bir an yaşadığımı dün gibi hatırlıyorum. Bir gün piyanomun başındaydım, herhalde ortaokul, lise yıllarım. Sol tarafımda son çalıştığım tuvalimin durduğu şövale ve boya sehpam, öbür tarafta üzerinde defterimin açık olduğu yazı masam var. Şöyle demiştim: Piyanist olmazsam ressam, ressam olmazsam yazar olurum. Lisansüstü eğitimlerimi piyano ve resim bölümlerinde tamamladım. Bir dönem konser kariyeri yaptım, sergiler açtım. Şimdiyse yazma uğraşı içindeyim. Şu an piyano ve resim dünyasında aktif olmasam da eğitim alanında çalışmalarım yoğun olarak devam ediyor ve her gün okumak ve yazmak için kendime zaman ayırıyorum. Öykü hakkında düşünmek, yazmak, hayatımda önemli yer tutuyor.

Türk edebiyatında öyküye olan ilginin artış gösterdiği belli. Bu eğilimi siz nasıl değerlendiriyorsunuz? Sizin öykülerinizin yeri neresi?

Okurlar dünyasında bana göre büyük bir değişim söz konusu. Kitap kulüpleri kuruluyor, okunan kitaplar değerlendirilip paylaşılıyor. Bu ilgiyi besleyecek video kanalları, podcastler çoğaldı. Bir şeyler öğrenme çabası var, bu çok güzel. Yazmaya olan ilgi de benzer oranda yükseliyor. Yaratıcı yazarlık kursları revaçta. Buralarda öncelikle iyi okurlar yetişiyor. Yazı yazanlar kısa türlerde kendilerini sınamaya başlıyor, bu sayede kendini geliştiren bazı yazar adayları da edebiyat dünyasında kendilerine bir yer açma şansı yakalıyor. Öykü türünün son zamanlarda yazarlar ve okurlar tarafından tercih edilmesiniyse çağın hızıyla uyumlu buluyorum. Üç yüz, beş yüz sayfalık kitaplardansa birkaç sayfada koskoca bir dünya kurabilen öyküler, yazarların da okurların da tercihi olmaya başladı.

Öykülerinizle ne anlatmak istiyorsunuz?

Puslu Gri Parlak Sarı kitabında yer alan öykülerim, belli bir sorundan yola çıkarak ortaya çıkmadı. Adı konmuş bir tema etrafında da yazılmadı. Yaşadığı toplumun şekillendirdiği insanların küçük dünyalarından acı tatlı kesitler var kitapta. Azıcık da sanat var, duyguları dile getirmeye aracı olan müzik var.

Yazdıklarınız gündelik hayattan çıkıyor ama tüm zamanlar, mekanlar ve insanlar için geçerli bir evrensel dili var. Bunu nasıl başardınız?

Teşekkür ederim, bu görüş benim için çok değerli. Aslında insan her yerde insan. Ve o insanların bireysellikleri beni ilgilendiriyor. Kendi iç dünyaları ve küçük çevreleriyle kurdukları ilişkiler, kendilerine has davranış biçimleri. Öykülerimde mekan olarak seçtiğim bazı farklı ülkeler ve yabancı pasaportlu kişiler de var. Özünde insanların birbirine çok benzediğine inanıyorum. Ama şu da bir gerçek ki, yaşadığımız ortam kişiliğimize yeni katmanlar katıyor, onu şekillendiriyor.

Öykücü olarak hangi edebi akımlardan etkileniyorsunuz?

Bu soruya net bir cevap veremiyorum. Öğrenmeye her zaman açık olsam da, şöyle yazmalıyım, şu yazar gibi cümleler kurmalıyım, demiyorum. Böyle bir sınırlama içine girmek istemem. Biraz hislerim ve içgüdülerimle yolumu buluyorum sanırım. Gerçek dünyalar kuran, duygudan tamamen arınmamış bir dili tercih ediyorum galiba. Şimdilik. Yarın ne olacağını kimse bilemez.

Kurmacadaki otobiyografik özellikler aramak çetrefilli bir konu. Şu da bilinen bir gerçek ki yazar yaşadığını, gördüğünü, duyduğunu kullanarak yeni bir dünya yaratır. Okuyucu öykülerinizde sizden izler bulabilir mi?

Bu öykü koleksiyonundaki her öykü sadece bir kurmaca. Ama tabii ki, hele hele de ilk kitap olduğunu düşünürsek, öykülerin içinde gerçek yaşantılardan süzülmüş bazı küçük ayrıntılar da var.

Öykü konularınızı seçerken nelerden besleniyorsunuz?

Anlar ve duygular, küçük kıvılcımlar. Ben üzüntüden değil, mutluluktan gözü yaşaran bir insanım. Başarılı bir konser, karşısında allak bullak olduğum bir sanat eseri veya toplumsal baskıdan bir an kurtulup özümüzle temas ettiğimiz, eyleme geçtiğimiz o yalansız kısa anlar… Kimse izlemiyormuş gibi dans edenler, utancını anlık sahiplenenler, öfkesini beklenmedik anda dışavuran içe kapanık insanlar, hızlı alınmış beklenmedik kararlar beni ilgilendiriyor. Kendini gerçekleştirme konusunda yeni olasılıklara kucak açma cesareti bulmuş karakterlerin peşine düşüyorum. Okurlar öykülerimde, kısa ama özümüzü sahiplendiğimiz bu önemli anları, hayatı yeniden şekillendiren küçük ayrıntıları fark edeceklerdir.

Öykü ilk nasıl beliriyor aklınızda? Öykü yazma biçiminizi paylaşır mısınız?

Müzik, resimler ve omuzuma konan karakterlerle. Bir öyküm Caspar David Friedrich’in ünlü Gezgin tablosundan doğdu. Ama bana göre o resimdeki bir gezgin değil, evrene son kez bakarak fiziki dünyadaki varlığını sorgulayan, kaçınılmaz sona hazır ölümcül bir hastaydı. Huzur dolu son bakış. Bir diğer öykümün tohumu, on iki ton bestecisi Alban Berg’in, Alma Mahler’in genç yaşta vefat eden kızı için yazdığı tüyler ürpertici keman konçertosuydu. Bu eserde hissettiğim acı, acı dolu başka bir hikâyeye evrildi. Öyküye eşlik eden müzik de değişti haliyle. Yani bir klasik müzik eseri, bir performans sanatı deneyimi, bir türkü ilham perim olabiliyor. Ama ondan da fazla, bana görünen tanımadığım karakterlerin peşine düşüyorum. Bir gün bir imge olarak belirip, omuzuma konuyor ve gitmiyorlar. Öykü kişilerimden bir balet, grafitici komşusunu gözetleyen ergen ve bir dağ koşucusu genç kız bu şekilde aklıma düştü. Onlarla tanışma maceram uzun sürdü ama sonucu güzel oldu.

Karakter yaratırken izlediğiniz bir yol var mı?

Yazmaya başlamadan önce karakterlerimi çok iyi tanımam gerekiyor. Öykü kişilerimin fiziki özellikleri, sesi, duygusu, düşüncesi, yaşam görüşü, çevresiyle ilişkileri, tepkileri kafamda netleşmeli. Ancak ondan sonra yazacağım hikâyenin içine girmeye başlıyorum. Zihnimde zamansal sıralama içinde bir hikâye oluşmuş oluyor zaten. Bundan sonra hangi noktadan başlayacağıma, öykünün içinde nasıl dolaşacağıma ve henüz netleştirmediysem nasıl bir anlatıcı kullanacğıma karar veriyorum.

Puslu Gri Parlak Sarı’da on üç öykü var. Renkler ve müziğin öyküler arasında bağlantı kurduğunu düşünüyorum. Bunda yıllar boyunca resim ve müzikle profesyonel uğraşınızın etkisinin olduğunu düşünüyor musunuz?

İnsanın yaşam biçiminin yansımaları, hayata bakış açısı öykülere sızabiliyor. Bile isteye planladığım bir şey değildi ama bende de böyle oldu. Renkler ve sesler, öykülerimde bazen bir ayrıntı gibi bir görünüp kayboldular, bazen de hikâyenin ana duygusunu oluşturdular.

Birbirine benzemeyen, farklı yaşamlardan çıkan karakterlerle karşılaşıyoruz. Bu kadar çok hayatı nereden biliyorsunuz?

Hayatım boyunca farklı ortamlarda bulundum. Belki bunun bir etkisi. İnsanları gözlemlemeyi seviyorum. Çoğu karakteri tanısam da bazı karakterler kendi sırlarıyla düşüyorlar zihnime. Bunlar farklı yaşam tarzlarına, tanımadığım mesleklere sahip olabiliyorlar. “Bravura” başlıklı öykümdeki karakterle bu şekilde tanıştık mesela. O öyküyü yazmaya başlamadan önce çokça okudum, araştırmalar yaptım.“Şanslı Biri” adlı öyküm de başka bir ülkede geçiyor, o şehrin sokaklarında yürüdüm.

Peki nasıl yazmaya başlıyorsunuz?

İlk paragrafa kadar genelde yoğun bir düşünce çalışması yapıyorum. Önce masadan uzakta, yürürken, uyurken (daha çok uyuyamazken), arabada… Sonra kâğıt üzerinde.  Önce kurşun kalemle defterde çalakalem, sonra tuşlarda. Derken ilk paragraf beliriyor, en sevdiğim. Her şey ilk paragrafta bitiyor sanki. Oraya kadar yoğun bir mücadele var ama sonrası bir şekilde akıyor. Çoğu zaman karakterler el veriyor, siz de öyküye bırakıyorsunuz kendinizi.

Bir uzman doktor olarak, bir hastane hikayesi olan “Öyle Güzel Bir Esinti” başlıklı öykünün zaman, mekan ve atmosferinin gerçeğe çok yakın olduğunu, hatta gerçekmiş gibi olduğunu söyleyebilirim. Öykülerinizdeki karakterlerin bir derdi var. Birbirinden farklı olsa da umut arayan karakterler. Öykü bittiğinde kafamızda bizimle yaşamaya devam eden olaylar ve durumlar söz konusu. Sonları, başka bir deyişle gidişatı okura planlı bir şekilde mi bıraktınız?

O atmosferi kurabildiysem mutlu olurum.  Diğer konuya gelirsek, öncesinde hikâyenin ana hatlarını düşünmüş olsam da, yazmaya başladıktan sonra öykü kişileri bir noktada kendi yollarını çizmeye başlayabiliyor. O zaman onları serbest bırakıyorum. Kesin sonları olan öykülerim kadar, açık sonlu olanlar da var. Okurun öyküyle iletişim kurmasını önemsiyorum.

Müzik ve resim tutkunuzdan söz eder misiniz?

Bunlar artık tutku değil, beni var eden şeyler. Altı yaşımda Ankara Devlet Güzel Sanatlar Galerisi’nde ilk kişisel sergimi açtım, yedi yaşımda Danimarka Büyükelçiliği’nde ilk konserimi verdim. Kendimi bildim bileli bunları yapıyorum. Yalnızlığımı seviyorum, yalnızlıkta yaratmayı.

Öykü ve Ankara denince aklınıza ilk neler geliyor?

Kıyaslarsak, İstanbul yer aldığı coğrafyadan ötürü on kat önde gidiyor. Boğaz, tarihi yerler, şehrin keşmekeş dünyası anında harika bir fon olabilir yazdıklarımıza. Ankara’daysa ilişkiler öne çıkar, sıcak bulurum Ankara’yı. Şu an Ankara deyince aklıma ilk düşen Sevgi Soysal oldu. Okuduğunuz öykülerde, yaşadığınız şehrin sokaklarında dolaşmak, tanıdığınız karakterlerle karşılaşmak güzel bir duygu. Rastlantı, son okuduğum kitap da Bilge Karasu’nun Enis Batur’a Mektuplar ve Ankara Yazıları. Yazılarında hep İstanbul’u soluduğumuz yazarın Ankara’da kısa bir süre kaldığını düşünürdüm. Yirmi üç yaşından ölümüne dek Ankara’da yaşadığını öğrenmek şaşırtıcı oldu benim için.

Kendinize özgü bir dünya, biçim ve anlatı dili kurmuşsunuz.

Amaç da o değil mi? Samimi olmak gerek, kendin gibi yazabilmek, başka dünyaları kendi gözünle keşfetmek, kurmak, kendi üslubunca yazmak. Görünenin ardındakini göstermek, konuşulmayanlara değinmek istiyorum.

Siz de bir genç yazarsınız. Kitabı çıkmamış genç yazarlara neler önerirsiniz?

Genç sayılmak güzel. Sabır, inat ve azim diyeceğim. Ama en çok okumak. İyi ve doğru kitapların peşine düşmek. Ve her gün yazmak, mümkün olduğunca.

Son zamanlarda en keyif alarak okuduğunuz kitap? Öykü? Dinlediğiniz müzik? Baktığınız resim?

Baş ucumda hep bir Enis Batur kitabı durur. Beslendiğim, okumaktan büyük zevk aldığım yazılar, şiirler. Ferit Edgü’nün Şimdi Saat Kaç adlı son deneme kitabını yeni bitirdim, dünyaya bakışımızın benzer olduğunu düşünüyorum. Öyküde Judith Hermann’ı anacağım. Dilimize çevrilen üç kitabından en çok Yaz Evi, Daha Sonra’yı sevdim. Sanat kısmına gelirsek, Alper Aydın’ın Ordu’daki Fata Morgana sergisi uzun süre kafamı meşgul etti. Sonucunda da bir yazı çıktı, Oggito’da yayınlandı geçenlerde. En son -ve her gün- baktığım resimler, Mustafa Özel’in yağlı boya figürleri, tekniğine hayranım. Bugünlerde çoğunlukla çağdaş oda müziği eserleri dinliyorum.

Kitaplarınızı kimler okusun istersiniz?

Herkes okusun isterim. Ustaların ve bilinçli okurun fikrini, kitabın farklı deneyimlere sahip çeşit çeşit okurda bıraktığı hisleri merak ediyorum.

edebiyathaber.net (28 Mart 2024)

Yorum yapın