Öykü: Hayvanlara da hayvanı göstermez | Mustafa Ünver

Mart 28, 2024

Öykü: Hayvanlara da hayvanı göstermez | Mustafa Ünver

Allah’ım aklımı kaybedeceğim, iki gündür deli divane dolanıp durduğuma inanamıyorum. Kafamda böyle bir cümle; nerede duydum, kim söyledi, yoksa bir yerde mi okudum? Hiç ama hiçbir şey hatırlamıyorum, bilmiyorum. Bu saçma cümlenin ne önü var ne arkası. Bağlamından kopmak, belki milyonlarcasının yüzdüğü deli boşlukta bir gezegenin yörüngesini kaybetmesi gibi bir şey. Meğer bağlamından habersiz olmak, kaybetmek ve onu hiçbir yerde bulamamak ne yaman bir trajediymiş Allah’ım. “Hayvanlara da hayvanı göstermez”, cümlesi beni tüm hücre ve dokularımla esir aldı; kara ahtapotun sayısız bacakları bedenimin ve ruhumun tüm zerrelerini sarıp sarmaladı. Gece mi gündüz mü olduğunu bile ayırt edemeyecek kadar şoktayım, bilincimi kaybettim. Yaptığım sadece ortalıkta deli divane gezinmek ne bir ev işi yapabiliyorum ne bir şey okuyabiliyorum. İyi ki uzaktan çalışıyorum, yoksa şimdiye çoktan kovulmuştum. Ne olur biri bana bu cümlenin ne demeye geldiğini bir söyleyiversin. Kırk beş saat oldu ve ben hâlâ bu cümlede takılı ve tutukluyum.

“Hayvanlara da hayvanı göstermez,” derken toplumsal olarak giderek ilkelleşmemize, hayvansılaşmamıza mı bir gönderme yapılıyor? Zira artık sokaklar, caddeler, kırlar, bayırlar, metrolar, otobüsler, her taraf, dört ayaklısından eklem bacaklısına, omurgasızından tek hücrelisine vığır vığır hayvan kaynıyor. Belki de artık tahammül edilme sınırı çoktan aşıldı ve bu hâl kıyameti koparacak, evrenin şakulünü kaydıracak, uzayın şartelini attıracak, İsrafil’in surunu üfletecek son radde mi demek acaba? Kim bilir!

Bu cümlenin kafamın içini, parke döşeli salonumun dibinden yıllardır gelen o sinir bozucu gırç gırç gırç sesleriyle ahşapları bıkmadan usanmadan kemiren o kurtçuklar gibi kemirmesi, yoksa kendi kıyametimin kopacak olmasının bir alameti mi? Peki ne yapmalıyım? Kendimi bir toparlayabilsem, o manyak sorudan bir an kendimi kurtarabilsem, o zaman böyle bir durumda ne yapmam gerekiyordu sorusuna da belki bir cevap arayabilirdim.

Yok geçmiyor bir türlü; kafamın, beynimin derinlerinde sayamayacağım kadar “hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez, hayvanlara da hayvanı göstermez,” cümlesi gezinip duruyor. Yılan hareketleri gibi beynimin kılcallarında dalga dalga akıyorlar ve karınca duası gibi her taraftalar. Deli gibi, manyak gibi, hayvan gibi evin her ama her tarafında bu cümleler. Dikkatimi çekti, en çok da bu cümle tuvalette vardı, işimi bile tam bitiremeden zar zor attım kendimi koridora. Sonrasında abdest almak için girdiğim banyoda, tüm seramiklerin üstünde de aynı cümle yazılıydı: “Hayvanlara da hayvanı göstermez’. Ne menem bir bela bu Allah’ım, ne olur kurtar beni; kafayı yiyeceğim yoksa, contaları yakacağım daha otuzumda…

İyisi mi kendimi sokağa atayım. Kapalı mekânda kalmak daraltımı daha da artırıyor olabilir. Aklım tamamıyla başımdan gitmeden üstüme bir şeyler geçirip yürüyüş ayakkabılarımı giyeyim. Makyaj da yapmadım ama. Aman boş ver, makyajı vakyajı batsın, görücüye mi çıkıyorum sanki. Evet, çantamı kaptığım gibi hemen dışarı çıkmalıyım; olur ya belki taze bir nefes almakla iyileşirim ya da bir çıkış yolu bulurum. Allah’ım “hayvanlara da hayvanı göstermez,” ne demek yahu? Yoksa bu bir parola mı? Can kurtaracak veya can alacak bir işaret mi?

Bu deli sorular iki yüz metreden fazla yürüdüğü cadde boyunca da yakasını bırakmamıştı. Ve sanki sol tarafında bir adım önde yürüyen nur yüzlü bir mihmandar ara sıra geri dönüp sol elinin içi gökyüzüne açık vaziyette kolunu uzatıyor, kendisini bir yöne doğru buyur ediyor gibi bakıyordu. Bu tecrübe o an onun için o kadar doğaldı ki rahatsız olmak aklından geçmediği gibi bunda en ufak bir anormallik bile görmüyordu. Yoksa bu da zihninin ona oynadığı bir başka oyun muydu?

Şu ana kadar önünden binlerce kez geçtiği ama bir defa bile içine girmediği küçük tarihi camiye geldiklerinde durdular ve o an mihmandar ortadan kayboluverdi. Bunu da garipsemedi ve tereddüt etmeksizin kendini camiye attı. Evden çıkarken giydiği ve saçlarının tümünü gizleyen ressam şapkasıyla tamamlanan kıyafeti cami adabına hiç de aykırı değildi. Kadınların arasına geçip oturduğunda kürsüde ışık yüzlü bir vaiz konuşma yapıyordu:

“İhrama giren bir erkek, dikişli elbiselerini çıkarır. Bir peştemal kuşanır. Üzerine bir omuz havlusu alır. Başını ve ayaklarını açık bulundurur. Temizlenir, yıkanır veya abdest alır. İki rekât namaz kılar. Yüksek bir sesle Lebbeyk Allahümme Lebbeyk… diye telbiyede bulunur. Zevcesi ile cinsel ilişkiyi terk eder. Zevcesini okşayıp öpmez. Güzel koku sayılan misk, anber ve kâfur gibi şeyleri sürünmez. Bunları yatağına da sürmez. Kara av hayvanlarını avlamaz, hayvanlara da hayvanı göstermez.”

Bu cümleyi duyar duymaz heyecanla dizlerinin üzerinde doğruldu. Camideki diğer tüm insanların varlığını unutmuş gibiydi: “Ne dedin hocam? Az önce sen ne dedin hocam? Ne olur bir daha de hocam. Kurbanın olayım iki gündür beni deli eden bu cümleyi bir daha de hocam!” Kadın cezbeye kapılmış derviş gibi avazı çıktığı kadar bağırıp duruyordu.

Bütün cami kadının ciyak ciyak bağırtılarından çingir çingir çınlıyordu. Herkes dönüp sesin geldiği yere bakıyor, sonra yanındakiyle kafa kafaya verip homurtulu seslerle olan biteni anlamaya ve yorumlamaya çalışıyordu. Yanındaki kadınlardan kimileri, çantalarından kolonya ve su çıkararak genç kadına uzatmıştı bile. Bazı sosyal medya oburları ise hemen telefonlarını çıkararak sahneyi çekmeye başladı. O an kanallarından canlı yayın bile yapıyor olabilirlerdi.

“Hanımefendi lütfen oturun yerinize, sakin olun… Tamam o kısmı sizin için bir defa daha okuyacağım. Ama lütfen caminin sükûnetini bozmamaya çalışın olur mu?” diyerek kibarca kadını teskin etti hoca ve sözlerine bir iki cümle gerisinden alarak devam etti:

“…Güzel koku sayılan misk, amber ve kâfur gibi şeyleri sürünmez. Bunları yatağına da sürmez. Kara av hayvanlarını avlamaz, hayvanlara da hayvanı göstermez…” der demez kadın bir anda yeniden ciyak ciyak bağırmaya başladı: “Ne dedin hocam? Ne olur elini ayağını öpeyim, sen ne dedin hocam, hayvanlara da hayvanı göstermez mi dedin? Bu ne demek, Allah rızası için bunu bana deyiver hocam. İki gündür yemedim içmedim, deli divane oldum, ne olur bana bir daha de hocam.”

“Hanımefendi lütfen dinler misiniz?” diyerek söze başladı hoca mikrofonla konuşma üstünlüğünü de kullanarak. Baskınlığı mikrofonla sağlamış olmasının ötesinde iletişim becerisinin de yüksek olduğu eni konu anlaşılıyordu. Yumuşak, şefkatli, ikna edici ve muhatabına güven veren bir ses tonuna sahipti ve taşkın kadını sakinleştirmeyi yine başarmıştı. Bu kez aynı cümleleri okumadan ve göz temasını kaybetmeden, sanki sadece ona hitap ediyormuşçasına konuşmasına devam etti:

Hac ve umre yolculuğuna çıkan kimseler bu yolculuk esnasında ihrama girerler. Erkekler bedenlerini iki takım dikişsiz, beyaz havluya sararlar. Kadınlar ise kendi kıyafetlerinde kalırlar. İhramda olmanın birtakım kural ve yasakları vardır, bunlara dikkat ederler. Mesela av yasağı bunlardan biridir. Hac veya umre yolculuğuna çıkmış olan erkek veya kadın, ihrama girmek zorunda olduklarından avlanamazlar. Kendileri doğrudan avlanamayacakları gibi avcı hayvanlara da avlayabilecekleri av hayvanlarını gösteremez, onlara yönlendirme yapamazlar. Sadece bu kadarı da değil, Harem bölgesindeki yeşil otları ve yeşil ağaçları da kesip koparamazlar. Saçlarını kesemez ve kısaltamaz, tıraş edemezler. Hac veya umre işlerini tamamlayıncaya kadar bu yasakları gözetmeye devam ederler.

Kadın, diz çöktüğü seccadede başını önüne eğmiş, içini çeke çeke ağlıyordu. Aldığı cevaba ek olarak ağlamak da ona iyi gelmiş olacak ki artık epeyce sakinleşmiş ve normalleşmiş görünüyordu. İki gündür kendisini fena halde yoran o cümleyi bağlamına kavuşturmanın kazandırdığı huzur, rahatlık, doğruluk ve güven duygularını tüm ruhunda ve bedeninde doyasıya yaşıyor gibiydi. Artık hocanın kürsüde vermeye devam ettiği vaazı da duymuyordu. Çıkmayı kafasına koyduğu yolculuğu planlamakla meşguldü.

Camiden sükûnetle çıktı. Sağ ayağını caddenin Arnavut kaldırımlarına atarken “hayvanlara da hayvanı göstermez,” mantrasını bir iki kez daha tekrar etti kendi kendine. Cümleyi telaffuz etmek bu defa onu çıldırtmadığı gibi mutlu, rahat ve huzurlu bile hissettirmişti; artık tatlı bir dinginlik içindeydi. Adımlarını umre başvurusu yapmak için az ilerideki müftülük binasına doğru kararlı şekilde atması, iki gündür yaşadığı inanılmaz travmanın mesajını eksiksiz aldığının habercisiydi.

edebiyathaber.net (28 Mart 2024)

Yorum yapın