
Gözlerim yıldızları görür de
göremez zihnimi.
…
Nerededir benin özü?
Neler var içimde
görülmemiş, söylenmemiş?
Ursula.K.Le Guin
Kutsal atfedilen aşkın ardındaki sebepleri, eril zihniyetin değer adıyla kadına kabul ettirdiklerini masaya yatırıyor Elfriede Jelinek Âşık Kadınlar romanında. Patriarkal toplumunda kadınların maruz kaldıkları cinsel baskıyı tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. İşçi ve emekçilerin yoğun olduğu bir kırsalda yaşamlarını sürdüren Brigitte ve Paula adlı iki kadın üzerinden. Akıl yürütmeyen kadınlar onun kahramanları. Onlar verileri işlemiyor sadece kaydediyor. ”hiç sıkılmayan bir sünger gibi tamamen doymuş, fazlalık her şeyin kendiliğinden azar azar aktığı bir sünger gibi. paula bir şeyleri nasıl öğrenecek ki?” Tamam, doğru hata yapa yapa öğrenir insan. Ama… Onun kahramanları hiç akıllanmıyor.
Kadınların ekonomik bağımlılık ve geleneksel cinsiyet rolleriyle belirlendiği yaşamını cesurca irdeliyor yazar. Patriarka ve kapitalizmin el ele verdiği dünyanın içinde yaşanılan bir dram bu. Kadın kimliğinin eş ve anne rolüne indirgendiği anlatıda(bugün sanki çok farklı), kadının ezilmişliğini sert ve bir o kadar da ironi dolu sözcüklerle anlatıyor. Dil onun için aptallar adına konuşmanın, kaba ve evcilleştirilmemiş olanları serbest bırakmanın bir aracı. Utanmazca okşayıcıların elleri altında yuvarlandığında dilin öz gücünü kaybedeceğinden korktuğunu söylese de… Gerçekliğin ne kadar eğilirse eğilsin kırılmadan kaldığını çok iyi biliyor Jelinek. İşte o zaman sözcük konuşuyor çünkü. “İzin ver! Burası benim yerim! “
Aşk; nefret, öfke ve tiksinti duygularıyla iç içe anlatıda. Mutluluk ise hep başka insanda saklı. Bu yüzden Paula, Erich’i istiyor Brigitte, Heinz’i. İçine sıkıştıkları hayattan kurtuluşu ancak bir erkek aracılığıyla bulabileceklerini düşünmelerinde suç sadece onların mı peki? Ya onlara farklı bir seçim şansı sunmayan, sürekli tuzaklar kuran bu ruh hastası sistem… Hep kurban rolünü kadınlara veren sistemin suçu yok mu hiç?
“Kaderi olan biri varsa o bir erkektir. Kendisine kader tayin edilen biri varsa o bir kadındır.”
Evet, bu toplumsal yapı erkekleri kolluyor gibi görünse de, dağıttığı rollerle onları da mağdur ediyor. Toplumsal normların tıpkı kadınlar gibi hayatı ve bedenlerini tanımalarına izin vermediği toy erkekler de kendilerine biçilen rolleri oynuyorlar. Bunun sonucu olarak da iki taraf birbirini ölesiye suçluyor. Tüm o kaçırılan fırsatlar, unutulan hayaller de nefreti sürekli besliyor. Ama her ne olursa olsun bu oyunda kadınlar daha fazla bedel ödüyor. Çünkü onları tuzağa düşürmek için dizayn edilmiş bu sistemin içinde debelenip dururken, kendi gerçekliklerini toplumsal dayatmalardan bir türlü ayıramıyorlar. Toplumsal, ekonomik ve kişisel özgürlüklerinden gönüllü olarak feragat ediyorlar çoğu zaman. Sonra yine tahta erkekler oturuyor. Yani bu oyunun kaybedeni hep kadınlar oluyor.
Çocuk doğuruyorlar ama erkek mutlu olsun diye bu. Herkesin gördüğü o fotoğraf… Tastamam bir aile. Ataerkilin o kutsal ailesi… Herkes çok memnun. Harika… Ama… Gerçekte koca karısı dışında dövebileceği ve bas bas bağırtabileceği bir yaratık olarak görüyor çocuğu. Kadın ise bir koz. Tıpkı Paula’nın gayri meşru hamileliğini koz olarak kullanmak istemesi gibi. Hikâyede anneler ve kızları bir kısır döngü içinde aynı kaderin kurbanları. Sistemin üretim bandındaki üreticileri… Bazıları var olmaya çalıştıklarında… Sistemi biraz sarssalar da bazen… Tamam, endişelenmeyin canım! Korkulacak bir şey yok! Birazdan görünmez olacaklar.
“Sadece erkek değildir kadını ezen. Kendi hayatından sorumlu olmaktan vazgeçerek kadın da kendini eziyor!”
“Aldırmamalıyım ha anneciğim, bir kadının en kutsal görevi annelik ha anneciğim. Senin gibi iki çocukla, seni aldatan kocayla, bırakıp gidemeden, evinin duvarlarına yapımı, balıkgözlerinle kalmak mı annelik? Siz olmasaydınız, ben bu hayatı mı yaşardım, sizin yüzünüzden boşanamadım demek mi kutsal annelik? Bu bok dünyaya, ne olacağı belli olmayan bir yaratık peydahlayıp, durmadan onu suçlamak mı annelik? Evin dört duvarı arasına kapanıp, yemeyip yedirip, giymeyip giydirip, durmadan üzülüp, mutsuz olup, korkular, acılar içinde yaşamak mı annelik? Sen neredesin ha anneciğim, sen kimsin? Ne yaptın şimdiye dek kendin için. Umutların hani? Var mıydı ki?” (Duygu Asena – Kadının Adı Yok)
Tek sermayeleri olarak bedenlerini gören Brigitte ve Paula’ya çok kızıyor Jelinek. Onların önemsiz her şeyin göstergesi olduklarını söylüyor.(Bu yüzden de büyük harf kullanmıyor anlatıda) Zaman zaman dalga geçiyor onlarla. Duygudaşlık kurmuyor hiç. Okurun da kurmasına izin vermiyor. Sürekli tekrar eden cümlelerle anlatıyor hikâyeyi. Haklı aslında… Kadınların hayatındaki tarih boyunca değişmeden gelen bu kısırdöngü başka nasıl anlatılabilir ki?
Kadınların erkekler üzerinde değil, kendi üzerlerinde güç sahibi olmalarını istiyorum.
Mary Wollstonecraft
İngiliz yazar ve kadın hakları savunucusu olan Mary Wollstonecraft’a göre: evlilik kadınların içinde köle olduğu bir hapishane. Wollstonecraft, kısa hayatı boyunca duyarlılık diliyle sahte öz değer duygusu üreten ataerkil sistemle mücadele etmiş. Kadınların erkeklerin zevki için yaratıldıkları ve bu yüzden akıl yürütmenin onlara öğretilmemesi gerektiğini söyleyenlere meydan okumuş. Özelikle de “erkeklerin ahlakı, tutkuları, zevkleri, hatta mutlulukları bile kadınlara bağlıdır. Bu nedenle kadınların tüm eğitimi erkeklerle ilgili olmalıdır. Erkekleri memnun etmek, onlara faydalı olmak, onları teselli etmek, hayatlarını hoş ve tatlı hale getirmek kadınların her zaman görevleridir” diyen Rousseau’ya.
Kadın hakları konusunda mücadele eden kadınlardan sadece biri o. Onun gibi yüzlerce kadın var tarihin yapraklarında… Onlara çok şey borçluyuz ama… Hala bizi özne olarak görmeyen bu ataerkil düzenin kurbanları olmaya devam ediyoruz. Bizi erkek üzerinden tanımlamaya devam eden bu sistem bugün kutsal aile üzerinden elde ettiğimiz tüm kazanımlarımızı ele geçirmenin planlarını yapıyor. Peki, neden bu döngüsel zamandan kopamıyoruz bir türlü?
Duygu Asena’nın dediği gibi boyun mu eğiyoruz topluma? “Soru sormadılar, şikâyet etmediler. Her şeye razı oldular. Sıradan, kıskanç, doyumsuz kadın olmakla suçlandılar.” Tıpkı Brigitte ve Paula gibi… Sonra… “bütün eşiklerde ezilmiş mayıs sinekleri gibi canı çıkmış kadınlar oturur, sıvı asfaltla yapıştırılmış gibi öylece oturur, içinde kraliçe oldukları küçük ev kadını imparatorluklarını durmaksızın yoklarlar, onları kraliçe yapan bazen bir bulaşık deterjanı bazen de bir düdüklü tenceredir.”
Tasvirler yok anlatıda. ”Paranız karşılığında bir de doğa betimlemesi bekleyemezsiniz! Sinemada değiliz” diyor ukalaca Jelinek. Zaten kimse ormana bakmıyor hikâyede. Orman sadece iş yeri onlar için. Bu bir memleket romanı değil sonuçta! Benim size göstermek istediğim başka! diye bağırıyor kulaklarımıza yazar; dikkatiniz dağılmasın, çıplak gerçekliğe odaklanın sadece! Hey buraya bakın ataerkil mitoloji size neler yapıyor!
Hayat, sürprizler olmadan ama hep belirlenen güzergâhta ilerliyor. Üretim bandının dışında bir hayat olduğuna inanan Brigitte, nefret dolu olsa da kafasında şekillendirdiği hayata kavuşuyor sonunda. “aferin brigitte’nin bedeni. zaferin adı doğurganlıktır, rahim ve yumurtalıklar.”
Ya Paula? Onun hikâyesi ise Brigitte’nin hayatla tanışmak üzere yola çıktığı yerde son buluyor. Bir iç çamaşırı fabrikasında yarı kalifiye bir işçi olarak. ”eğer bir gün hayat önünden geçerse paula onunla sohbet etmeye çalışmaz çene çalmaktan hoşlanmaz artık. işte hayat gidiyor paula! Ama bizim paula hala araba anahtarını arıyordur.”
Neyse artık bizde tüm gerçekleri öğrendiğimize göre… Paula’ya veda edelim isterseniz. Bakın yazar görmese de Paula sonunda anahtarları buldu arabayı çalıştırıyor.
“Görüşmek üzere, iyi yolculuklar Paula.”
Kaynak:
https://en.wikipedia.org/wiki/Mary_Wollstonecraft
https://www.elfriedejelinek.com/das-lebewohl/
Âşık Kadınlar, Elfrıede Jelınek, Çev Anıl Alacaoğlu, İthaki Yayınları
edebiyathaber.net (4 Mart 2025)