“Vişnenin Cinsiyeti” dişi olmalıydı | Selva Trak Ulupınar

Mayıs 10, 2018

“Vişnenin Cinsiyeti” dişi olmalıydı | Selva Trak Ulupınar

Son derece oyunbaz bir kitap “Vişnenin Cinsiyeti’’… Okuru, olmayan -belki de olan- dünyalara, yaşamlara götürerek yoğun bir hayal katmanının içine sokuyor. Bunu yaparken bir yandan da alışıldık gerçekleri sorgulama farkındalığı kazandırdığı için keskin bir zekânın ürünü olarak birçok fantastik kitaptan farklı bir yere konmayı hak ediyor.

Yazar Jeanette Winterson, ilkin sizi 17. yüzyıla, İngiltere’ye götürüyor. Kitap, Thames Nehri’nde bulunan bebek Jordan’la onu sahiplenerek büyüten Köpekli Kadın’ın hikâyesi gibi görünse de Jordan’ın gezi maceraları boyunca olup bitenler, olayları çok farklı boyutlara sürüklüyor.

Satırlar boyu, bildiğimizin dışında farklı bir zaman olgusunun bulunduğunu anlatmaya çalışan yazar, henüz kitabın önsözünde: “Vişnenin Cinsiyeti, olup bitenler arasındaki boşluklarda olanlara dairdir… Zaman içinde nerede olmak istersen orada ol. Zaman içinde kim olmak istersen ol… Bir şeyin gerçek olup olmadığına kafa yoracağına, ‘yerinde’ olup olmadığına bak. Okumak özgürlüktür, bir dizi kural değil…’’, cümleleriyle okura, hayal gücünün sınırları olmadığını ve bunu kullanmanın da bir özgürlük olduğunu hatırlatıyor.

Fantastik unsurlar içeren romanda görünmeyen çoğu şeyi görünür kılan yazar sanatını, zamandan ve maddeden oluşan dünyaya âdeta fütursuzca karşı koymak için kullanıyor. Kitap boyu, insanın yaptığını sandığı yolculuklar yerine aslında başka zamanlara ve başka yerlere yapmış olabileceği yolculukları ispatlamaya çalışıyor. Romandaki zaman ve mekân unsurlarının ele alınış şeklinin kuantum fiziği ile yakından ilgili olmasının fantastik anlatım şekline ayrı bir düşünce tarzı ve ayrı bir tat kattığını görüyoruz: “Bir yerin haritada olmaması ne fark eder ben orayı tarif edebildiğim sürece?’’

Böylelikle yazar, okuru düş, masal, efsane ve gerçekler sarmalında hızla döndürüyor. Tüm bu gerçek dışı ve abartılı unsurlar içeren türlerin iç içe geçmesiyle ne vakit, nereye ve kimlerin arasına geçiş yaptığını anlayamayan okuru, farklı dünyalara uçurup başını döndürmeyi başarıyor. Zaman zaman fantastik anlatımı destekleyen tarzda betimlemeler de devreye girdiğinde anlatımdaki bütünlük ortaya çıkıyor: “Ağaçların tepeleri sisin içinde yüzer gibiydiler, kuşlar için küme küme adalar oluşturuyorlardı.’’

Romanda hikâyeler iç içe geçtikçe başkahramanlar ve kahramanlar da değişiyor. Jordan dışında çoğunluğu kadın olan kahramanların yaşadıkları ve söylemleri sırasında yer yer feminist düşüncelere de rastlıyoruz. Tıpkı on iki prensesten birinin konuşmasında olduğu gibi: “Bir vakitler, çok eskiden ben de özgürdüm, uçmuştum. Sonra zarif bir şekilde yere ayak basmış, bir ev dolusu eşyanın ortasında kalmıştım.’’

Yine on iki kardeşle evlenen bu on iki prensesin hikâye edildiği bölümlerden birinde  prenseslerin durumu ile kendi yaşamı arasında bir paralellik kuran yazar, bunu açıkça ifade etmekten de çekinmiyor: “Özyaşamımın görünmez mürekkeple yazıldığını keşfettim, olgular arasında sıkışmış, bensiz uçmakta olduğunu… Tıpkı her gece pencereden fırlayıp dansa giden, her sabah eve giysileri yırtılmış, ayakkabıları aşınmış olarak dönen ve hiçbir şey hatırlamayan On İki Prenses gibi.’’ Kimi kocası tarafından aldatılmış, kimi çok sevdiği lezbiyen eşinin ölümüyle sarsılmış bu on iki prensesin yaşamlarının ulaştığı nokta  ise içlerinden birinin ağzından dobraca dile getiriliyor: “On bir tane erkek kardeşi vardı, hepimiz kardeşlerden birine gelin gittik. Öyküye göre o gün bu gündür mutlu yaşıyoruz. Doğrudur. Ama kocalarımızla birlikte değil.’’

Gerçeklik unsuruna âdeta kafa tutan romanda, zaman kavramının yanı sıra aşk, ahlâk ve din kavramları da sorgulanıyor. Her yolculuğun kendi içinde bir başka yolculuğu gizlediği görüşünde olan yazar, romanı da bu düşünce üzerine kurgulamış. Zaman zaman derin felsefi düşüncelerle kişisel gelişim konularının zincirleme olarak devam ettiği bölümlere rastlıyoruz: “Adını bile bilmediğim bir dansçının peşinde miydim, yoksa kendi kendimin dans eden kişisini mi arıyordum?’’

Çoklu okumaya uygun katmanlara ayrılmış tuhaf dünyalardan biri de kimi bölümlerde karşımıza çıkan, Jordan’ı büyüten ve köpek dövüşçülüğü yapan Köpekli Kadın’ın dünyası… Normalden çok büyük, gerçek üstü beden ölçülerine sahip olan bu kadın, iriliği ve gücüyle suç işleyen erkekleri kimi vakit sakatlayıp kimi vakit öldürerek cezalandırırken aslında “kadın’’ cinsine atfedilmek istenen güç ortaya konuyor.

Bu güçlü anne, ulaşılması zor kadın modeli ile feminizme, dolayısıyla kadını erkek karşısında güçsüz görmeye şartlanmış toplum psikolojisine bir vurgu daha yapılıyor. Bu vurgunun, özellikle kendisiyle birlikte olmak isteyen bir erkeğin Köpekli Kadın’ın  karşısında düştüğü çaresiz durumla sembolize edilmesi dikkat çekiyor. Kadının içinde önce kaybolan, ardından hapsolan bir erkek modeli sunuluyor. Bu, gövde olarak kadının karşısındaki küçüklüğü nedeniyle bildiği hiçbir yoldan bu kadına ulaşamayıp onu tatmin edemediği için geri çekilmek zorunda kalan kibar fakat güçsüz ve başarısız bir erkek kahraman. Böylelikle gövdesini ancak bir düzine battaniyeyle kapatabilen Köpekli Kadın’ın hangi nedenle bu denli olağanüstü iri ve güçlü bir bedenle okuyucunun karşısına çıkartıldığı da anlaşılmış oluyor. Kadının bedenindeki maddesel gücün erkek karşısında ön plana çıkartılmasıyla dişil cinsin eril cins karşısındaki üstünlüğü veya tam aksi, eril cinsin dişil cins karşısındaki yetersizliği simgesel anlamda ortaya konmuş oluyor.

Gerçekte lezbiyen olan yazar, yine ahlaki tabulara ve toplumsal şartlanmalara karşı ele aldığı “vişnenin cinsiyeti’’ konusunu ise anlatıda ilginç bir şekilde dile getiriyor:  Kara kirazı vişneye aşılayarak sonucun dişi olmasını bekleyen Jordan, annesinin; “Bırak tüm dünya istediği gibi çiftleşsin, yoksa hiç çiftleşmesin.’’, tarzında şiddetle karşı koymalarına rağmen sonucu büyük bir sabırla bekler ve; “Ama ağaç büyüdü sonunda, cinsiyetini de belirledik. Dişi.’’,  cümlesiyle okuyucuya sonucu bildirir.

Okuru gerçeğin keskin çizgisinden çıkartıp düşünce ve düş gücü sınırlarını zorlayarak farklı keşifler yapabileceği ilginç dünyalara davet eden Winterson; “…başka haritalarda görmediğiniz yerleri, yalnızca size malum olan bağlantıları belirleyin eğer becerebilirseniz. İster yuvarlak olsun ister düz, bu dünyanın keşfedilmiş yerleri çok az.’’, diyor.

Zamanın aslında bizim içimizde hareket ettiğini belirten yazar, imgelem gücüyle şimdinin varlığını yok sayıp zamanın içinde yol alma özgürlüğüne sahip olabileceğimiz gibi, sınırsız düşünceleriyle zaman kavramı üzerinde sıklıkla duruyor. Çoğumuzun en az bir kez tecrübe ettiğimiz; “Ben daha önce burada bulunmuştum.’’, hissini açıklama yolu ise düşündürücü: “Çeşitli yaşamlarımız bir garsonun elindeki tabaklar gibi üst üste duruyor olabilir. Görünen yalnızca en üstteki tabaktır ama, ötekiler de oradadır ve bir yanlışlık sonucu onları da fark ederiz.’’

Ve geçmişi, şimdiyi, geleceği topyekün reddeden yazar, bu kavramların bizim zihnimizin ürünleri olduklarını öne sürerek; “Uzaktan bakıldığında her birinin sınırları çekilir, eriyip yok olur, aynı gökte yüzen bir kentten bakıldığında düşman ülkelerin sınırları gibi. Irmak, bir ülkeden bir başka ülkeye akar hiç duraklamadan.’’, şeklinde doğruluğu yadsınamaz bir başka örnekle ispatlıyor düşüncesini.

Okuru en iyi bildiği -bildiğini sandığı-, en çok tanıdığı -tanıdığını sandığı- şey’lerin dahi gerçekliğini sorgulamasını sağlayarak içsel yolculuklara davet eden ve zaman konusunda içerdiği duyarlılıkla, okuyarak zaman kazanılacağı tezini savunan “Vişnenin Cinsiyeti’’ni bitirdikten sonra zamana ve yaşama farklı bir gözle bakmak kaçınılmaz olacaktır.

Selva Trak Ulupınar – edebiyathaber.net (10 Mayıs 2018)

Yorum yapın